Salı, Mart 19, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Türk devletinin Kürt halkına karşı başlattığı yeni soykırım savaşı-1

 Türk devletinin Kürt halkına karşı başlattığı yeni soykırım savaşı-1

 

Ahmet Aydın

04. 02. 2016

 

Türk devleti ve onun yönetimini elinde tutan Erdoğan-AKP iktidarının bugün Kürt halkına karşı yürüttüğü savaş, ancak bir soykırım savaşı olarak nitelendirilebilir. Ortaya çıkan belgeler ve uygulamalar, devletin bu yeni savaşı; 1915 Ermeni soykırımından 1938 Dersim soykırımına kadar geçen süreçte edindiği tecrübelere dayalı olarak planlayıp yürüttüğünü gösteriyor. Dünden bugüne Türk devletinin diğer uluslara ve etnik gruplara karşı gerçekleştirdiği saldırıların amacında, hedeflerinde bir değişiklik yoktur. Sadece dünün taktikleri güncel duruma uygun olarak yenilenmiştir. Plan ve taktiklerdeki bu ortaklık, Osmanlıdan günümüze taşınan ‘devlet aklı’ndaki süreklilikle bağlantılıdır.

1940 yılına kadar coğrafyamızda yaşanmış soykırım saldırılarının plan ve taktikleri temel hatlarıyla ortaya konulduğunda, okuyucu geçmişteki uygulamalarla bugün Kürdistan’da sürdürülen soykırım savaşının ortak yanlarını kendiliğinden fark edecektir.

Örneğin, bugün Türk devleti ve onun aydınlarına göre, Kürdistan’da özyönetim ilan edilen yerleşim yerlerine karşı gerçekleştirilen saldırıların nedeni, kazılan hendekler, kurulan barikatlar ve PKK ‘terörü’dür. Onlara göre PKK bu adımları atmasaydı, devlet bu alanlara saldırmazdı. Benzer gerekçelendirmeyi Dersim soykırım savaşında da görüyoruz. 1937-38 sürecine kadar Dersim özerk bir yapıya sahipti.  Bu özerk statüyü kabul etmeyen Türk devleti, bu yapıyı ortadan kaldırmak için gerekli hazırlıkları tamamladığında; Dersim üzerindeki kuşatmasını daraltıp, Dersim halkını taciz etmeye başladı. Devlet çok iyi biliyordu ki, Dersim halkı bu taciz ve tecavüzlere karşı direnecekti. Nitekim, askerin Dersime girişini engellemek amacıyla bazı köprüler yakılmış, telefon hatları kesilmiş ve bazı karakollar basılmıştır. Türk devleti bu direnişi isyan olarak göstermiş ve bu gerekçeye dayanarak Dersim’de büyük bir soykırım gerçekleştirmişti. Türk devleti  bugüne kadar Dersim'de yaşanan vahşetin sorumluluğunu yine Dersim halkına yüklemiştir. Türk devletinin iddisaına göre, 'Dersim isyan etmeseydi devlet Dersim'e saldırmazdı.' Ancak bu devlet bugüne kadar 'Dersim ne istiyor, neden benim politikalarıma karşı direnç gösteriyor?' diye bir soru sormamıştır. Aynı soruyu bugün Kürdistan'da gelişen özyönetim direnişleri karşısında da sormuyor.

Türk Devleti neredeyse yüz yıldır bu manipülasyon ve çarpıtma politikasını sürdürüyor. Kürt halkının haklarını gasp edip onu insanlık dışı koşullarda yaşamaya zorlayan ve Kürt halkının daha insanca bir yaşam için attığı her adımı suç olarak niteleyerek, bu suç gerekçesiyle insanları acımasızca katleden kendisidir. Yani sorunun kaynağı sömürgeci-faşist düzenin kendisi olduğu halde, düzenin yarattığı sonuçları sorunun kaynağı gibi gösterip, kendi karakterini gizlemektedir. Kısaca Türk devleti yıllardır, hem suçlu hem de güçlü oyununu oynamaktadır.

AKP iktidarının bugün yurtsever hareketin güçlü olduğu bazı ilçelere bu derece şiddetli saldırmasının bir nedenin de, burada yaşayan yüzbinlerce insanın zorla göç ettirilmesi olduğu artık açık olarak anlaşılmıştır. İktidar Şırnak ve Hakkari il merkezlerini de taşımayı planlıyor. Bu planların devletin geçmişteki soykırım uygulamalarıyla direk bir ilişkisi vardır.

1925 Şark Islahat planı, 1934 İskan Kanunu ve 1935 Tunceli kanunları da aynı amaçla çıkartılmıştı. Bütün bu adımlar soykırım planlanmasının kapsamı içindeydi. Bu hazırlıklar askeri harekatlarla koordineli bir şekilde; ez-çöz-dağıt ve asimile et sistemine uygun olarak yürütülmüştür. İskan kanunuyla dışardan gelen Türk soylu muhacirlerin Kürdistan’a yerleştirilmesi suretiyle, Kürdistan’da Kürt nüfusunun dengelenmesi de hedeflenmişti. AKP iktidarı da aynı yoldan gidiyor. Şimdi de Ahıska Türkleri Erzincan ve Bitlis’e yerleştiriliyor. Görülüyor ki, bugünkü AKP iktidarı eskinin soykırım mekanizmasını tekrar işletmeye başlamıştır.

Bugün Kürdistan’da yürütülen savaşın şimdilik özyönetim ilan eden yerleşim yerleriyle sınırlı olması bizi yanıltmamalıdır.[1] Her savaşta öncelikli hedefler vardır ve her yeni aşamada bu öncelikler değişir. Dolayısıyla bugün tali olan hedefler yarın öncelikli hedef haline gelebilir.

1937-38 Dersim soykırımı sürecinde de; Türk devletinin öncelikli hedefi, silahlı direnişçileri, onların yakın çevresini ve aşiretlerini tasfiye etmekti. Hem bu pratik durum hem de devletin yürüttüğü psikolojik savaşın etkisiyle Dersim halkının büyük bir kesimi; bu savaşın sadece silahlı direniş geliştiren kesimlere yönelik olduğunu ve silahlı direnişe katılmadığı taktirde başına bir şey gelmeyeceğini düşündü. Ancak silahlı direnişin bastırılmasından hemen sonra, silahlı direnişe katılmayan aşiretler ve bir bütün olarak Dersim halkı saldırıların hedefi oldu. Üstelik hiçbir savunma önlemi almadıkları, hatta kaçıp saklanmadıkları için; en çok sivil kaybı silahlı direnişe katılmamış bu kesimler arasında yaşanmıştı. Savaşın sonunda görüldü ki; Türk devleti için silahlı direnişçiler öncelikli hedef olmakla birlikte, uygulamaya koyduğu tek ulus stratejisi gereği; bir bütün olarak Dersim halkının etnik kimliği, dili ve kültürü dolayısıyla fiziki varlığı bu devlet tarafından tehdit olarak görülüyordu ve bu nedenle bir bütün olarak halk devletin hedefiydi.

Soykırım bir halkın ya da etnik grubun tüm mensuplarının tek tek fiziken yok edilmesi olarak ele alınmaz. Kuşkusuz, soykırım uygulayan güçler için böylesi bir sonuca ulaşmak ‘ideal’ olandır. Ancak bütün gücüne ve böylesi bir sonuca ulaşmak için sonuz bir istek duymasına rağmen, Hitler’in Avrupa’daki tüm Yahudileri bile yok edemediğini düşünürsek, özellikle ulus ve etnik gruplar gibi kollektif kimliklere sahip sosyal gruplara karşı gerçekleştirilen soykırım saldırılarının daha ulaşılabilir ve ‘yeterli’ hedefleri olduğunu görebiliriz.

Ulus ve diğer etnik gruplara karşı gerçekleştirilen soykırım saldırılarının esas amacı, bu grupların ulusal bilincini, kollektif bir grup olarak organize olma ve hareket etme kabiliyetini, farklı bir ulusal-enik grup olmaktan kaynaklan hakları talep etme ve haklar için mücadele etme gücünü kırmaktır. Başka bir ifadeyle amaç; bu sosyal grupları bir arada tutan ve dış güçlere karşı direnme gücü kazandıran, kültürel, tarihsel, ideolojik ve örgütsel bağları kopartarak, bu grupları birbirinden kopuk insan yığınlarına dönüştürmektir. Bu noktaya getirilmiş insan yığınlarına hükmetmek ve onları asimile temek yani kültürel soykırıma uğratmak daha kolay olur. Bu nedenle soykırım saldırılarında şiddet uygulama ve imha noktasında öncelikli hedef, bir ulus ya da etnik grubun ulusal bilince sahip, örgütlü askeri ve siyasi mücadele yürüten kesimleridir. Bu kesimler ortadan kaldırıldığında; bir ulus ya da etnik grubun ortak hedef ve talepler doğrultusunda organize olma ve ortak davranma bilinci ve gücü en azından o süreçte yok edilmiş olur.

Dolayısıyla bir savaşın gerçek niteliğini ve boyutunu anlamak için, devletin ileri sürdüğü gerekçeler ve savaşın nicelik ve teknik boyutundan öte, bu savaşın amacına, hedeflerine bakmak gerekiyor.

 

Soykırım politikalarının dayandığı temel

Osmanlı’dan Türkiye cumhuriyetine kadar, devletinin resmi söyleminde Dersim’e ve genel olarak Kürdistan’a karşı geliştirilen tüm faaliyetler ‘’ıslah’’ yani ‘’reform, iyileştirme’’ başlığı altında sunulmaktadır. Devletin özellikle Dersim’e ilişkin çizdiği tablo çerçevesinden bakarsak karşımızda, o bölgeyi kalkındırmak, ‘medenileştirmek’, halkın özgürlüğünü ve huzurunu sağlamak için çırpınan bir devlet, karşısında ise yoksullukta, geri kalmışlıkta, çatışmada ve huzursuzlukta ısrar eden bir Dersim görürüz.

1933 sonu ya da 1934 başında yayınlandığı düşünülen ve Dersime karşı girişilen 1937-38 harekatlarına temel oluşturduğu anlaşılan Jandarma Genel Komutanlığı’nın (JGK) ‘’Dersim Raporu’’nun ‘’Dersim’in Islahı Esasları’’ başlıklı bölümün birinci maddesinde ‘ıslahın’ amacı şöyle belirtilmektedir:

‘’Islahattan maksat Dersimde hükümet nüfuzunu normal vilayetler derecesinde tesis etmek ve bu mıntıka halkını ticaret, ziraat ve sanat yoluna sevk etmek ve hükümet tekaliflerini (vergilerini) ifaya kabiliyetli bir hale getirmektir.’’[2]

Dikkat edilirse 30’lu yıllarda devletin Dersim sorununun çözümüne ilişkin programı iki boyutludur, güvenlik ve ekonomi. Dersim halkının özgün etnik ve kültürel yapısı ve hak ve özgürlük talepleri bu plan ve uygulamalarda hiçbir biçimde dikkate alınmaz. Devlet ne söylerse, ne yaparsa doğrusu odur.

Dersim’de devlet düzeninin olmaması, orada gerici bir siyasal ve sosyal düzen olduğu sonucunu doğurmaz. Dolayısıyla, Dersim’de ‘devlet düzeni kuruyoruz’ gerekçesi, tek başına devletin Dersime yönelik faaliyetlerini meşrulaştırmaz. Mesela Nazi Almayasında da bir devlet düzeni vardı. Ancak biliyoruz ki, bu ırkçı-faşist bir düzendi ve dünya üzerinde en geri bölgeler dahil olmak üzere, insanlığın evrensel değerleri açısından, bu düzenden daha gerici bir yapı olduğunu sanmıyoruz. Güney Afrika 1994 yılına kadar ırkçı Apartheid rejimi tarafından yönetildi. Güney Afrika’da da bir devlet düzeni vardı. Ancak bu düzen de ırkçı-faşist bir düzendi ve siyah halka karşı insanlık dışı ayrımcı bir politika uyguluyordu. Bu dünyada hiçbir demokrat insan, devlet düzenini korumak adına Apartheid rejiminin siyah halkın direnişine karşı uyguladığı şiddeti savunmadı. Aksine, insanlık her zaman siyah halkın örgütü ANC aracılığıyla Apartheid rejimine karşı yürüttüğü askeri ve siyasi mücadeleyi meşru gördü ve destekledi. Demek ki, devlet düzenin varlığı tek başına uyarlığın ve demokrasinin işareti değildir. Önemli olan devletin ve düzenin niteliğidir. Dolayısıyla, Kürt ulusunun varlığını bile kabul etmeyen bir devletin kuracağı düzenin, demokratik ve özgürlükçü olacağını kimse iddia edemez.

Bugünkü iktidarın Kürt sorununa yaklaşımı, Kemalist rejimin yaklaşımından daha ileri değildir. AKP iktidarının bugün ‘’kamu düzeninin sağlanması’’ olarak ifade ettiği güvenlik boyutu, dün ‘’hükümet nüfuzunun tesisi’’ olarak ifade ediliyordu. Tek ‘ilerleme’ hükümet yerine kamu kavramının kullanılmasıdır.

JGK Raporunda Dersim için düşünüldüğü iddia edilen ‘ekonomik iyileştirme’ hikayesinin tümden göz boyamaya dönük olduğunu anlatmak için ise fazla bir şey yazmaya gerek yoktur. Bugün bile Dersim’de devlete ait tek bir fabrika hatta tek bir üretim atölyesi yoktur. Dersim 70’li yıllara kadar kendi yağıyla kavrulmuş, sonrasında Türkiye metropollerine ve Avrupa’ya açılarak göreceli bir ekonomik gelişmeyi yine kendi olanaklarıyla sağlamıştır.

En azından ‘reform’ yapılması gerektiğini kabul etmek, o bölgede bir sorun olduğunu kabul etmek demektir. Kuşkusuz hem dünkü hem de bugünkü iktidarlar, Dersim ve bir bütün olarak Kürdistan’da ciddi bir sorun olduğunu ve bu sorunun ulusal bir nitelik taşıdığını gayet iyi biliyorlardı. Fakat, Türk devleti için bu reel durum kabul edilemezdi. Bu nedenle devlet, var olan objektif durumu değil, kendi ideoloiik ve politik hedeflerine uygun, olması gereken sübjektif durumu esas aldı ve bu subjektif kabullere dayalı olarak bir bütün olarak TC sınırları içinde yaşayan toplumu ve halkları kesip biçmeye ve şekillendirmeye çalıştı.

Kürt sorunun objektif niteliğini kabul etmek, zorunlu olarak ulusal sorunun çözümünü gerektiren siyasal ve sosyal çözümleri getirmeyi gerektiriyordu. Türk devletinin kabule yanaşmadığı esas boyut da budur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce, başta Mustafa Kemal olmak üzere; pek çok kesim sorunun ulusal-etnik boyutunu daha açık ifade edip asgari düzeyde de olsa sorunun niteliğine uygun siyasal ve sosyal çözümler öneriyorlardı.

Sivas Kongresi Sonuç Bildirisi’nin birinci maddesinde ‘’Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı’’ ön şartına rağmen ‘’…Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verile(ceği)…’’ önceden Kürtlere duyuruluyordu.[3]

Büyük Millet Meclisi Heyeti’nin El Cezire (Irak) Cephesi Kumandanlığı’na 27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimatta “milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı uyarınca”, Kürdistan bölgesinde, doğrudan halkın oluşturacağı yerel yönetimlerin kurulması konusunda El Cezire Komutanlığı yetkili kılınıyordu.[4]

Mustafa Kemal, 16-17 1923 tarihinde İzmit Kasrı’nda gazetecileriyle yaptığı sohbet toplantısında Kürtlere özerklik verileceğini söyler:

‘’Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, o­nlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı sözkonusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür.’’[5]

İzmit konuşmasında Mustafa Kemal nerdeyse ‘’Kürt unusuru’’ ve ‘’Türk unsuru’nu eşit haklara sahip iki kurucu ulus olarak tarif etmektedir. Bu nedenle ‘Türk milleti’ kavramı yerine, iki ulusu kapsayacak şekilde ‘Türkiye halkı’ kavramını kullanır. Fakat inkar ve imha dönemine giriş aşamasında, 1924 anayasasında basit bir hile ile ifade edildiği gibi, vatandaşlık bağı ile etnik kimlik özdeşleştirilir ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes bir çırpıda ‘Türk’ ilan edilir. İnsanların ve sosyal grupların etnik kimliğinin yaslarla belirlendiği böylesi bir düzenin benzeri dünya üzerinde var mıdır? Doğrusu bilemiyoruz. Ancak şunu iyi biliyoruz ki, böylesi bir rejimin nitelendirilmesine faşizm dışında başka bir tanımlama denk düşmez. Böylesi bir rejimin çok uluslu bir coğrafyada, farklı olan kesimlere soykırım dışında bir şey getirmeyeceği de çok açıktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve Lozan antlaşmasıyla devlet sınırlarının uluslararası hukuk çerçevesinde tanınmasından sonra, devletin Dersim ve genel olarak Kürt sorununa yaklaşımında ve söyleminde köklü bir değişim yaşanmıştır. Bırakalım, Kürtlere özerklik verilmesini, Kürt ulusunun varlığı bile inkar edilmiş, Kürtlerin aslında Türk kökenli dağlılar oldukları iddia edilmiş ve Kürdistan coğrafyası adıyla birlikte inkar edilmiştir. Bu dönüşümün kaynağı, Türk devletinin yaptığı siyasal bir tercihtir. O zamanki devlet kadroları, devletin sınırları içinde Türk ulusu dışında, başta Kürt ulusu olmak üzere farklı etnik grupların var olduğunu biliyorlardı. Bu farklı etnik grupların ilerde kendi kaderlerini tayin etmek isteyebileceklerini de görüyorlardı. Onlar için bu gelişme ‘devletin çökmesi ve vatanın bölünmesi’ anlamına geliyordu. Türk devleti bölünme ‘tehlikesini’ ortadan kaldırmak için, sorunun kaynağı olarak görülen ulusal ve etnik farklılıkları ortadan kaldırma ve homojen bir ulus oluşturma stratejisini benimsedi. Kuşkusuz devletin temel aldığı ulus, Türk ulusuydu. Türk ulusu devlet sınırları içinde hakim ulus olacaktı ve diğer uluslar ve etnik gruplar bu hakim ulus içinde eritileceklerdi.

‘Tek ulusa dayalı üniter devlet’ stratejisi benimsendikten sonra, diğer ulusların haklarının ve taleplerin hiçbir önemi yoktu. Artık bu noktadan sonra daha önce Mustafa Kemal’in dile getirdiği ‘ırk hukuku’ ve ‘sosyal haklar’ı da yok sayılıyordu. Hatta böylesi haklar talep etmek Türk devletini yıkmak ve Türk vatanını bölmekle özdeşleşti. Neredeyse yüz yıl geçmesine karşın, bugün bile Kürtler için özerklik talep edenlerin karşısına aynı zihniyetle çıkıldığını görüyoruz.

 

Soykırım için ileri sürülen gerekçeler

JGK raporunda ortaya konulan ‘ıslah’ planın gerekçelerinden biri olarak, genel anlamda bir ‘asayiş sorunu’na vurgu yapılmakla birlikte, ‘asayiş sorunu’ ile ilgili askeri harekatlara ilişkin açık tespitler yapılmaz. Dersim’e karşı gerçekleştirilen soykırım saldırısının pratik planlaması 4 Mayıs 1937 tarihinde Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanan ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı bakanlar kurulu toplantısında yapılmış, alınan kararlar aynı tarihte gizli bir kararname olarak yayınlanmıştır. Bu kararnamenin yukarıda atıfta bulunduğumuz JGK raporuna dayalı olarak hazırlandığı, içeriğinden anlaşılmaktadır.

Askeri harekatlar için gerekli gerekçe hemen harekatların başlamasından önce, 1937 Mart ayında oluşturulur. Türk Genelkurmayına göre Dersim’de askeri harekatların başlamasına şu olaylar neden olmuştur:

“İlk Olay: Pah bucağı ile Kahmut bucağını birbiren bağlayan Harçik (Darboğaz) deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi saat 23 00 sıralarında Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kahmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı.” [6]

Bu olaylar günümüze kadar devlet tarafından ‘Dersim isyanı’nın kanıtı ve başlangıcı olarak sunulmuştur. Resmi çevrelere göre askeri harekatlar ’’Cumhuriyete karşı başlatılan bu isyanı bastırmak ve bölgede asayiş ve huzuru sağlamak’’ için başlatılmıştı.

Nitekim 4 Mayıs 1937 tarihli bakanlar kurulu kararnamesinde bu olaylara atıfta bulunarak, ‘’Son günlerde Tunceli’de vukua gelen hadiselere dair raporlar 4-5-1937 tarihinde Atatürk’ün ve Mareşal’ın huzurları ile tetkik ve mütalaa edilerek aşağıdaki sonuca varılmıştır:’’ denilerek ‘’taaruz harekatı’’na karar verildiği belirtilmektedir.

Halbuki; yukarıda da belirttiğimiz gibi, cumhuriyetin kuruluşu ve dış sınırlarının güvenceye alınmasından sonra, devlet sınırları içinde homojen bir ulus yaratma hedefi benimsenmiş ve bu hedefe ulaşılması için diğer ulusal ve etnik grupların tasfiyesi zorunlu hale gelmiştir. Nitekim, iddia edilenin aksine Türk devletinin Kürdistan’la ilgili raporları ve diğer resmi belgeleri bu devletin, ‘asayiş ve eşkıyalık’ sorunundan öte, daha büyük bir derdinin olduğunu gösteriyor.

Şeyh Sait hareketinin bastırılmasından hemen sonra çıkarılan, 24 Eylül 1925 tarihli ve "Gayet mahremdir" ibaresi taşıyan ‘’Şark Islahat Planı Kararnamesi’’nin 16. Maddesi Türk devletinin derdini kısmen açığa vuruyor:

"Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemahal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır."

Aynı kararnamenin 13. maddesinde ise, Dersimi de kapsayacak şekilde; hemen hemen Kürdistan’ın tüm il ve ilçeleri tek tek sayılarak, bu il ve ilçe merkezlerinde ‘’…hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan cezalandırılacaktır.’’[7] denilmektedir.

’’Şark Islahat Planı’’ Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği ‘’Şark Islahat Encümeni’’ tarafından hazırlanmıştır. Bu kurulun üyesi olan sonradan Meclis Başkanı olacak Çankırı Milletvekili Mustafa Abdülhalik Renda ve İçişleri Bakanı Cemil Uybadin tarafından hazırlanan raporlar planın hazırlanmasına kaynaklık teşkil etmiştir. M. A. Renada’nın raporunda iskan politikaları bağlamında Türk-Kürt ilişkisine dair yapılan bir tespit, aynı zamanda Türk devleti ile Kürt halkı arasındaki mücadelenin esas kaynağına işaret etmektedir. Şöyle diyor Renada:

“Elimizde kalan Türkiye arazisinde iki milletin aynı ırktan ve selâhiyetle hakim bulunması imkanını katiyen görmüyorum. Binaenaleyh bütün memlekette Türk nüfuz ve nüfusunu hakim kılmağı farz ve zaruri görüyorum.”[8]

Cemil Uybadin, ise iskan politikalarının amacını şöyle özetler “Türk kesafetinin temini ve Kürtçülüğün itfası” yani bölgedeki Türk nüfusunun çoğunluk haline getirilmesi ve Kürtçülüğün söndürülmesi.[9]

Cemil Uybadin daha ileri giderek, raporunda adeta Kürtlük bilincine ve ulusal harekete karşı bir savaş ilan edilmesi gerektiğini yazar:

‘Kürtlük mefkûre ve harekatının, Şark mıntıkası dahilinde imhasına çalışmak, Fırat’ın garbine tekarrubuna mani olmak, şark ve cenup hudutlarımıza doğru sürmek ve hudutlardan atmak için tedbir almak ve teşebbüsata girişmek bizim için esaslı ve kati icraat cümlesinden olacaktır.”[10]

İsmet İnönü 1935 tarihli raporunda Dersimlilerin Erzincan’a doğru yayıldıklarını ve Erzincan halkının hızla Dersimlilerin etkisi altına girdiğini belirttikten sonra der ki;

‘’Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.”

Görüldüğü üzere Türk devletinin esas sorunu Dersimle birlikte ciddi bir güce dönüşen Kürt ulusal varlığıdır. Türk devleti bu varlığı kendi geleceği için tehdit olarak görmüş ve bu tehditi ortadan kaldırmak için soykırıma varan katliamlara girişmiştir.

‘Şark Islahat Encümeni’ üyeleri olan Mustafa Abdülhalik Renda ve İçişleri Bakanı Cemil Uybadin’in raporlarına dayalı olarak 1934 yılında ‘İskan kanunu’ çıkartılır. Bu kanun aslında ‘Şark Islahat Planı’nın kapsamında yer alan iskan politikasının makro boyutlu halidir. Amacı, Cemil Uybadin’in deyimiyle ‘’ Türk nüfusunun çoğunluk haline getirilmesi ve Kürtçülüğün söndürülmesi.’’dir.

İsmet İnönü 1935 tarihli raporunda Dersim’de yeni bir il yapılanmasına gidileceğini de belirtir. Nitekim aynı yıl ‘Tunceli kanunu’ çıkartılır ve Tunceli ili oluşturulur. Bu kanunla birlikte Dersim’de olağanüstü bir sömürge yönetimi oluşturulur. İlin yönetimi, yargı ve yürütme yetkilerini kullanan bir vali-komutana bırakılır. Bu yeni idari-siyasi tamamen bir soykırım savaşını yürütecek şekilde düzenlenmiş, hukuki ve siyasi bir denetime tabi olmayan özel bir savaş rejimidir.

Elbette soykırım savaşını hukuk ve demokrasiye dayanan bir rejim altında yürütmek mümkün değildir. Dün olduğu gibi bugün de Kürdistan’da soykırım savaşı tamamen hukuk ve ahlak dışı işleyen keyfi bir yönetimin olduğu koşullarda yürütülmektedir. Bu gün Kürdistan’da yasal olarak sıkıyönetim ilan edilmediği halde fiilen sıkıyönetim uygulanmaktadır.

Bu noktada Dersim’in ‘ıslahı’ planında yer alan ‘hükümet nüfuzunun tesisi’ amacına dönersek, kurulmak istenen ‘nüfuzun’ ya da düzenin, Dersim halkının farklılıklarını, haklarını ve taleplerini dikkate almayan, tamamen merkezi iktidarın, hakim ulus ve hakim dinin çıkar ve isteklerine uygun bir düzen olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu düzen, demokratik ve özgürlükçü bir düzen değildi. Çünkü Dersim halkının taleplerini dikkate almıyordu, tersine Dersim’e dışardan zorla ve kendi sosyal-kültürel gerçekliğine uymayan yeni bir yaşam dayatıyordu.

Hiç kuşkusuz devlet dışardan Dersim’e karşı yapılacak bu dayatmanın bir dirençle karşılanacağını öngörüyordu. Dolayısıyla devletin ‘Islahat planı’ veya farklı adlarla kamufle ettiği bütün planların amacı esasta Dersim’de gelişecek bu direnişi yani Dersim halkının direncini kırmaktı. İşte Dersime karşı gerçekleştirilen soykırım saldırılarının gerçek amacı budur.

 

Dersime karşı uygulanan planın ana hatları

Türk Devleti Dersim’i işgali etmek için daha 1932 yılında bir saldırı palanı hazırlamış ancak, mali sorunlar nedeniyle bunu ertelemek zorunda kalmıştır.[11] Yukarıda atıfta bulunduğumuz JGK raporu sonraki süreçte yayınlanmış olmakla birlikte; büyük olasılıkla bu saldırı planlarının yapıldığı dönemde hazırlanmıştır.

Dersim soykırımı planın dayandığı uygulamalar ve öngördüğü aşamaların analizi, soykırım savaşının taşıyıcısı olan ‘devlet aklı’nın bugünkü uygulamalarını anlamamız için adeta kılavuz işlevi görüyor.

JGK raporunun ‘’Dersim’in Islahı Safhaları’’ başlıklı bölümünün birinci maddesi ‘’Silah toplamak’’tır. İçerikte bu maddenin önemi şöyle anlatılır: ‘’Bu iş bütün Dersim’de ve istinasız bir şekilde kati suretle halledilmelidir. Bu işin yarım hali Dersim meselesinin kani şekilde intacına (sona erdirme) manidir.’’

Söz konusu raporun ‘ıslahın’ aşamaları ilgili 2. maddesi ‘’Rüesa’nın tebidi’ yani ileri gelenlerin kovulması, sürülmesi gerçek anlamıyla tasfiyesini içeriyor. 5. madde ‘’Şimali Dersim halkının garbe nakilleri’ yani Kuzey Dersim halkının batıya sürülmesini, 6. madde ise ‘Dağınık iskanın meni’ yani nüfusun belli merkezlerde toplanmasını içeriyor.

Rapor olması itibariyle ‘ıslah’ın farklı aşamalarında alınacak önlemler ve uygulamalar konusunda daha belirsiz ve sınırları geniş tespitler yapılmıştır. Fakat bu tespitler, hemen Dersim soykırım savaşının öncesinde hazırlanan 4 Mayıs 1937 tarihli gizli bakanlar kurulu kararnamesiyle netleştirilmiş ve atılacak adımlar emir şeklinde sorumlu kademelere iletilmiştir. Bakanlar kurulu kararnamesinde yapılacak askeri harekatın amacı, hedefleri şöyle belirlenmiştir:

’Bu defa isyan etmiş mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır. Ve bu toplama ameliyesi de köylere baskın edilerek hem silah toplanacak, hem bu suretle elde edilenler nakledilecektir. Şimdilik (2000) kişinin nakli tertibatı hükümetçe ele alınmıştır.…

Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.’’

Bu kararnameyle birlikte tam anlamıyla bir soykırım fermanının çıkartıldığı çok açıktır.

İkinci bölümde daha geniş olarak ele alacağız, ancak yeri gelmişken dikkat çekmekte fayda var. 4 Mayıs 1937 tarihli bakanlar kurulu kararnamesinin askeri harekatların hedeflerini açıklayan yukarıda aktardığımız bölümüyle, Kürdistan’da bugün yürütülen soykırım savaşının planı olarak görülebilecek olan; ‘Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’ tarafından 2014 Eylül ayında hazırlandığı belirtilen ‘’Çöktürme’’ planının konu ile ilgili aşağıda aktardığımız bölümünün içeriği arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

‘Çöktürme’ planında ulaşılacak hedefler şöyle belirlenmiştir:

‘’Ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak, kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır.’ ‘yapılacak bastırma operasyonların da 10 bin  illa 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında  150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesinin terör örgütünü felç etme, işlevsizleştirmesini sağlaması düşünülmekte’ dir.

Bugün Sur, Cizre, Silopi, Gever, Derik, Kerboran da süren kuşatma ve savaş ‘Çöktürme’ planın uygulandığını gösteriyor. Bu planın Dersim soykırım planıyla içerik olarak büyük oranda örtüştüğü açıktır. Yukarda da belirttiğimiz gibi Türk devleti geleneğinden devraldığı soykırım sistemini tekrar devreye sokmuştur.

Sonuç:

Dersim sorununa ilişin tüm resmi raporlarda ve hazırlanan tüm saldırı planlarında ‘silah toplama’ öncelikli ve hatta en önemli maddelerden birisidir. Açıktır ki, devlet öncelikli olarak planlarının uygulanmasını sekteye uğratacak bir silahlı direnişi önlemek istemektedir. JGK raporunda daha yumuşak bir ifadeyle belirtilen ‘’Rüesa’nın tebidi’’ uygulaması, aslında silahlı direniş gösteren kesimlerin şiddetle ezilmesi, yani bir askeri harekatı ifade etmektedir. Nitekim bu aşamanın niteliği 4 Mayıs 1937 tarihli kararnamede netleştirilmiştir. Askeri harekat yani şiddetle ezme maddesi de devletin tüm rapor ve planlarının ortak maddesidir. Bu rapor ve planların diğer bir orak maddesi, sürgün, göç ettirme ya da zorunlu iskandır. Göç ettirme, sürgün ya da Osmanlıların kullandığı ifadeyle ‘’tehcir’’ 1915 yılında Ermeni halkına karşı kullanılmış yani ‘başarısı’ test edilip onaylanmış bir uygulamaydı. Bu nedenledir ki, ‘Şark Islahat Planı’ ve ‘Dersim’in ıslahı’ konusunda yazılan her rapor ve palanda istinasız bu ‘tehcir’ önlemi yer almaktadır.

Türk devletinin Dersim halkına karşı yürüttüğü soykırım saldırısının temel öğelerini, Ermeni halkına karşı geliştirdiği soykırım saldırısını da bu çıkarsamalara dahil ederek kısaca özetlersek şu üç temel uygulamaları görürüz:

1- Silahsızlandırma

2- Şiddetle ezme, imha

3- Göç ettirme, tehcir

 

Dipnotlar

-------------------------------------------------

[1] Bu ‘sınırlı’ haliyle bile Türk devletinin gerçekleştirdiği saldırılar ancak halka karşı yürütülen bir savaş olarak nitelendirilebilir. Ağır silahlarla yıkılıp yakılan yerleşim alanlarını bir yana bırakalım, savaş dolaylı ya da direk milyonlarca insanın yaşamını etkiliyor. THİV’in bölge ile ilgili raporu bu gerçekliğe işaret ediyor: ’’16 Ağustos 2015 tarihinden bu yana en az 1 milyon 377 bin kişinin en temel haklarının ihlâl edildiği belirtilirken, başta Diyarbakır, Şırnak ve Mardin olmak üzere Hakkâri, Muş, Elazığ ve Batman’ın da olduğu toplam yedi ildeki, en az 19 ilçede, resmi olarak tespit edilebilen en az 58 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağının uygulandığı kaydedildi. Bu yerleşim merkezlerinde yaklaşık bir aylık zaman diliminde 29’u kadın, 32’si çocuk, 24’ü ise 60 yaş üstü en az 162 sivil yaşamını yitirdi.’’ (TİHV raporu, Diken.com.tr /09/01/2016, http://www.diken.com.tr/tihvin-aci-raporu-29-gunde-en-az-79-sivil-olduruldu/)

[2] Dahiliye Vekâleti Jandarma Umum Kumandanlığı’nın III Ş. I Ks. Sayı 55058 sayılı ve Dersim başlıklı raporu, Dersim Raporu, İletişim yayınları, 2010

[3] Ayşe Hür, Taraf, 19 Aralık 2010, http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/kurtlere-ozerklik-sozu-verildi-mi/14267/

[4] Ayşe Hür, agk

[5] Ayşe Hür, agk

[6] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Başkanlığı

[7] Türk devletinin Kürdistan’da kurduğu düzenin faşist karakterini açığa vuran en tipik uygulama dil yasağıdır. Türk devleti imzaladığı Lozan antlaşmasıyla Kürtlerin bu hakkını tanıdığı halde fiilen yasak ikibinli yıllara kadar devam etmiştir: ‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarından 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 39. Maddesi’nin 4. Fıkrası (ki Türk tarafının önerisi ile eklenmişti) “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır” derken, 5. Fıkrası “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır,” diyordu. Kısacası, Lozan Barış Antlaşması, kâğıt üzerinde Türkiye Cumhuriyeti uyruklu (vatandaşı) bir Kürt’ün, Kürtçe gazete çıkarmasını, Kürtçe televizyon yayını yapmasını, Kürtçe seçim propagandası yapmasını, mahkemede Kürtçe savunma yapmasını mümkün kılıyordu.’’ Ayşe Hür, Radikal, 21/10/2012 http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/lozan-sark-islahat-plani-ve-kurtce-1104843/

[8] Mehmet Bayrak’ın ‘’Kürtler’e Vurulan Kelepçe. Şark Islahat Planı’’ adlı kitabından aktaran Cuma Çiçek, Devlet Kudretinin İnşası ya da Şark’ın Islahı: Kürt Bölgesinde Cumhuriyetin İlk 10 Yılı, https://www.academia.edu/4107490/Devlet_Kudretinin_%C4%B0n%C5%9Fas%C4%B1_ya_da_%C5%9Eark_%C4%B1n_Islah%C4%B1_K%C3%BCrt_B%C3%B6lgesinde_Cumhuriyetin_%C4%B0lk_10_Y%C4%B1l%C4%B1

[9] Cuma Çiçek, age

[10] Cuma Çiçek, age

[11] ‘’Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak imzalı 1 Mart 1932 tarihli belgede hükümetin Dersim harekatının icrasına karar vereceği dikkate alınarak hazırlıkların yapılması, hükümet kararı ile birlikte harekatın en geç Ağustos ayında başlayabileceği belirtiliyor. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak bir ay sonra bir emir daha yayımlayarak hükümetin harekatı bu yıl yapmamaya karar verdiğini bildiriliyor. Maliye Bakanlığı’nın Nisan 1932 tarihli yazısında Dersim mıntıkasında lüzum görülen tedip harekatına bütçenin müsaade etmediği belirtiliyor. Yazışmalardan Dersim harekatının parasızlık sebebiyle ile geciktiği anlaşılıyor.“ Melik Duvaklı, Arşivlerdeki Dersim, Türkiye Gazetesi, 04 Şubat 2012