Salı, Mart 19, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Faşizm toplumu teslim almak istiyor!

 Faşizm toplumu teslim almak istiyor!

Ahmet Aydın

05. 10. 2016

 

 

Türkiye ve Kürdistan coğrafyasındaki toplumsal manzaraya baktığımızda, çıplak gözle bile görebileceğimiz durumu şöyle özetleyebiliriz: Faşizm, mutlak bir iktidar kurmak hedefiyle, dört bir koldan, her türlü araç ve yöntemle halk muhalefetine saldırıyor. Belki faşizmin öncelikli hedefi siyasi muhalefettir, ancak dünyadaki tecrübeler de gösteriyor ki, faşizm tümden insanlığa düşmandır. Yani, sabahın beşinde evi basılıp babası gözaltına alınan ve bir kabusla uykusundan uyandırılan bebeğe, anadilinde çizgi film izlemek isteyen çocuğa, şort giydi diye tartaklanan, gözaltına alındığı için bebeğini izinle karakolda emzirebilen kadına düşmandır faşizm.

 

Bu saldırılar belki 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında daha açık ve yaygın hale gelmiş olabilir, ancak 7 Haziran 2015 genel seçim sürecinde, özellikle seçim sonrasından itibaren iktidarın halka karşı sistematik bir şiddet ve terör uyguladığını görmemiz gerekiyor. HDP bürolarına ve mitinglerine, sosyalistlerin ve barışseverlerin etkinliklerine karşı gerçekleştirilen saldırıları, Kürdistan'da özyönetim ilan eden kentlere ve genel olarak Kürt halkına karşı girişilen soykırım savaşını hatırlayalım.

 

O dönemde batıda Kürt halkına karşı girişilen bu saldırılarılar, daha çok Türk devleti ile Kürtler arasındaki ulusal çelişkiden kaynaklanan lokal çatışmalar olarak değerlendirildi. Saldırıların artmasında ve çatışmaların şiddtlenmesinde genel anlamda iktidarın belirginleşen faşist karakterinin rolü çok dikkate alınmadı. Hala bugün bile, kendisini sosyalist olarak tanımlayan bazı kesimlerin, Kürt ulusal hareketine karşı geliştirilen ezme savaşının aynı zamanda Türkiye çapında bir mutlak iktidar savaşı olduğunu ve Kürdistan'daki muhalefetin yanında, Türkiye'deki muhalefetin de ezilmesini kapsadığını yeterince anlamamış olması, Hitler tarafından ezilen Alman sosyal demokratlarının yaşadığı gafleti hatırlatıyor.

 

Kuramsal arka planı sonra tartışılabilir, ancak iktidarın uyguladığı bu sistematik şiddet ve terör politikasını, faşist rejim çerçevesi dışında bir temele oturtmak mümkün değildir.

 

Erdoğan-AKP-Ergenekon darbesi hedefine ulaştı

 

15 Temmuz'da bir askeri darbe girişimi olduğu doğrudur. Ancak bir başka gerçeklik daha var, asıl darbe Erdoğan-AKP-Ergenekon ittifakı tarafından 7 Haziran 2015 sonrasında halka karşı yapıldı. Bu darbe koalisyonu, 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasıyla, karşı bir hamleyle oluşturduğu darbe rejimini pekiştirdi daha doğrusu darbeyi başarıyla sonuca ulaştırdı. 15 Temmuz darbe girişimini fırasta çeviren Erdoğan-AKP-Ergenekon iktidarı, açık faşizm uygulamasıyla fiilen saltanat rejimini kurmuş bulunuyor. Meclis, 7 Haziran 2015 tarihinden itibaren fiilen; 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ise resmen devre dışı bırakıldı. Ülke artık Erdoğan'ın KHK adı verilen fermanlarıyla yöntiliyor.

 

Uzun bir zamandır yargı iktidarın siyasal cezalandırma aygıtına dönüştürülmüştü. Ekonomi, başta saraya yakın rantçı kesim olmak üzere; yerel ve uluslar arası tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, hesap ve denetim korkusu olamdan yönetiliyor. Sadece bürokrasi istenildiği ölçüde karşıt iktidar kliklerinden arındırılmamış ve devlet istenilen ölçüde dizayn edilememişti. 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasıyla, hem fiili uygulamalar OHAL çerçevesinde yasal bir kılıfa büründürüldü ve atılacak adımların önündeki bürokratik engeller kaldırıldı, hem de devlet aygıtının aykırı unsurlardan arındırılıp yeniden organize edilmesi kolaylaştı.

 

Her faşist darbe döneminde tipik olarak görülen uygulamalar vardır. Başta aydınlar ve devrimciler olmak üzere kitlesel gözaltı ve tutuklamalar, gözaltında ve cezaevlerinde artan işkenceler bu uygulamaların başlıcalarıdırlar. Faşist darbelere özgü bu tipik uygulamaları bugün de görebiliyoruz. 15 Temmuz'dan bu yana gözaltına alınanların sayısı 50 bini geçti. Bu sayının darbe girişimine katılanlar nedeniyle yüksek olduğu söylenebilir, ancak 2015 yılının başından bu yana Kürt siyasetçilerine ve Türkiye'li sosyalistlere karşı da yoğun bir gözaltı ve tutuklama kampanyası yürütülüyordu. Üstelik darbe girişimi sonrasında başlatılan gözaltı ve tutuklama operasyonlarının ağırlık merkezi çoktandır yurtsever-sol-sosyalist çevrelere kaymış durumdadır. Başlangıçta darbecilere ve yeni darbe tehditlerine karşı bir önlem olarak lanse edilen OHAL'in esas hedefinin Kürt ulusal hareketi ve Türkiyeli ilerici-devrimci muhalefet güçleri olduğu kısa sürede anlaşılmıştır.

 

Bir zamanlar işkenceyi ortadan kaldırmakla övünen bu iktidar, artık işkenceyi açıktan savunur bir hale gelmiştir. Yetkililerin işkenceyi meşru gören açıklamalarınından öte, yüzü, vücudu işkenceyle parçalanmış sanıkların görüntüleri basında özellikle yayınlanıyor. Gazeticiler, aktivistler dövülerek, saçlarından çekilerek gözaltına alınıyorlar. Yani işkence artık gizli kapaklı da yapılmıyor, aksine alenileştiriliyor. Tanıklar ve insan hakları örgütleri, özellikle darbe girişimi sonrasında; tecavüz dahil, hertürlü işkence yönteminin uygulandığını kesin bir dille defalarca açıkladılar.

 

Kısaca, coğrafyamızda, Erdoğan-AKP-Ergenekon iktidarına muhalif olanların artık ne can, ne mal güvenliği ne de iş güvencesi kalmıştır.

 

Medya organları ve yasal kurumlara karşı saldırılar ne anlama geliyor?

 

OHAL ilanı sonrasında toplam 12 televizyon ve 11 radyo kanalının yayın lisansı iptal edildi. Şimdi bu yayın organları polis zoruyla tek tek kapatılıyor. 4 Ekim günü polis kapıları kırarak Özgür Radyo bürosuna girdi ve yayını kesti, çalışanaları darp etti ve saçlarından sürükleyerek gözaltına aldı. İMC ve Hayatın Sesi televiziyonları polisler tarafından basılarak yayınları durduruldu. TV10 binası da polis tarafından basıldı ve bu kanalın da kapatılması bekleniyor. Bir gün önce de çocuklara yönelik Kürtçe yayın yapan Zarok TV ve Jiyan TV'nin de yayını durdurulmuştu.

 

Genel olarak Türkiye'de uzun bir zamandır iktidara muhalefet eden medya organları üzerinde yoğun bir ekonomik baskı uygulanıyor ve bir yargı terörü estiriliyor. Yandaş gazeticiler dışındaki tüm diğer gazeticiler içinde, hakkında bir dava açılmamış gazeteci neredeyse kalmadı. Türkiye'de namuslu gazetecilik yapmanın karşılığı işsiz kalmak, gözaltına alınmak, işkence görmek ve tutuklanmaktır. Erdoğan-AKP-Ergenekon iktidarının uyguladığı bu sindirme politikası sonucunda muhalif medaya organalarının sayısı bir elin parmaklarının sayısı düzeyine inmiştir. Türkiye'de tek tip medya yaratma politikasının başarıyla uygulandığını söylemek yanlış olmaz.

 

İktidarın basın yayın kuruluşlarını susturma ve gazeticileri-yazarları tutuklama operasyonlarının, başta Kürt halkı olmak üzere; tüm muhalif kesimlere karşı uygulanan belli bir mücadele stratejisi çerçevesinede ve sitematik olarak gerçekleştirldiğini anlamak zor değildir. Avrupa'dan yayın yapan Med Nuçe'nin yayın lisansının iptal edilmesi, bu meselenin Türk devleti açısından taşıdığı önemi göstermektedir. Anlaşılıyor ki, Türk devleti bu alanda uluslar arası güçleri de harekete geçirebilecek düzeyde büyük bir çaba göstermektedir.

 

Basın-yayın kurumlarını susturma sürecinin en önemli kilometre taşlarından birisi Özgür Gündem gazetesinin kapatılmasıdır. Özgür Gündem hem Kürdistan'da yaşananların direk olarak Türkiye ve Kürdistan kamuoyuna aktarılması gibi önemli bir görevi yerne getiriyordu, hem de on yıllardır bombalarla, cinayetlerle ve işkenceyle susuturulmaya çalışılan, ama hiç bir zaman boyun eğmeyen bir basın geleneğinin temsilcisidir. Bu nedenle Kürt halkına boyun eğdirmek ve diz çöktürmek isteyen Türk devletinin ilk hedeflerinden biri Özgür Gündem gazetesinin kapatılmasıdı.

 

Kürt halkına karşı yeni bir soykırım savaşı başlatmak amacı ile 2014 Sonbahar'ında hazırlanan 'Çöktürme' planında, bugünlerde kapatılan medya organlarının isimleri sıralanarak bu kurumların kapatılması gerektiği belirtilmişti. Gecikmeli olarak da olsa bu plan hedflerine ulaşılmış gibi gözüküyor.

 

Kuşkusuz ki, Kürt halkına karşı yürütülen soykırım savaşı ve Türkiye'deki muhalif güçlere karşı yürütülen ezme saldırısıyla, muhalif basının susturulması operasyonları arasında direk bir ilişki vardır. 'Çöktürme' planı, Kürt kentlerine karşı girişilecek saldırılar öncesinde, muhalif basının suturulmasını gerekli görüyordu. Böylece bir yandan iktidar basını yolu ile yürütülen psikolojik savaşın etkisi arttırılacak diğer yandan; bölgede yaşanan vahşet gizlenecek ve kamuoyunun bu konuda göstereceği duyarlılık ve tepki önlenecekti. Özyönetim direnişleri öncesinde basın suturulabilseydi, asker ve polisin sokaklarda sivil insanaları katlettiğini ve cenazelerinin alınmasına izin vermediğini, Cizre'de çoğu yaralı ve sivil olan 200'e yakın insanın bodrumlarda yakıldığını en azından zamanında ve gerekli ölçüde kamuoyu tarafından bilinmesi önlenecekti.

 

Soykırım saldırıları öncesinde muhalif basının susturulamamasının en önemli nedeninin özyönetim alanlarında gelişen şiddetli direniş olduğunu söyleyebiliriz. Devletin böylesi bir şiddetli bir direniş beklemediği anlaşılıyor. Diğer yandan ilk kez böylesi bir direnişle karşılaşmış olması ve Suriye savaşının da etkisiyle bölgeye yayılam olasılığı nedeniyle, devletin paniklediğini ve bu panikle planı öngörüldüğü gibi uygulama yerine, kısa sürede direnişi askeri yöntemlerle ezmeye odaklandığını söyleyebiliriz.

 

Kış yaklaşırken, devletin 'çöktürme' planında öngörülenlere benzer şekilde daha sistemli ve kapsamlı bir hazırlık içinde olduğu anlaşılıyor. Anlaşılan, özyönetim direnişleriyle hedefine ulaşılması engellenen plan bu kez sonuca götürlmeye çalışılıyor.

 

HDP milletvekillerini tutuklama hazırlıklarını da bu çerçeve içinde görmek gerekiyor. İktidar, halkın yaşananlar hakkında bilgi edinmesini ve bu yaşananlara örgütlü ve kitlesel bir tepki geliştirmesini önlemeye çalışıyor. Kısaca halkı, duymayan, görmeyen, bilmeyen ve dolayısıyla tepki göstermeyen bir köleler topluluğuna çevirmek istiyorlar. Bu yönde ilk adım şiddet ve terörle halkı korkutup sidirmek ve boyun eğdirmekti. İkinci adım halkın örgütlendiği kurumları dağıtmak ve öncülerini tasfiye ederek, organize ve kitlesel davranma kabiliyetini ortadan kaldırmaktır.

 

Bu iki cephenin savaşıdır

 

Türkiye ve Kürdistan halkları artık açık faşizm koşulları altında yaşıyorlar. İki yıl öncesine kadar çeşitli maskelemelerle örtülmeye çalışılan faşist uygulamalar, bugün artık gizleme ihtiyacı duyulmadan gerçekleştiriliyor. Öyle ki, 12 Eylül faşizmini yaşamış olanlar, bugünkü uygulamaları o dönemle kıyaslayarak bu uygulamaların faşist karakterini rahatlıkla tespit edebiliyorlar.

 

Faşizmin esas hedefi bugüne kadar boyun eğmeyen ve aktif bir direniş gösteren Kürt halkı ve ulusal hareketi olmakla birlikte, Türkiye'deki tüm diğer ilerici-demokrat-sol muhalefet güçleri faşizmin direk hedefidirler. Çünkü tekelci sermayenin en gerici ve en şoven kesimlerine dayanan faşist iktidar, ekonomi, siyaset, ideoloji ve hatta kültür alanlarında gücü ve yönetimi dar bir azınlığın elinde merkezileştirmek istiyor. Bu eğlimi besleyen en önemli dinamiklerden birisi de dış dünyada izlenen yayılmcı-militarist politikadır. Bütün bu koşullar bize Türk tipi faşizmin sosyal zeminde yayılma emelleri taşıyan yeni bir tekelci sermaye bileşimine dayandığını, saltanat ve hilafet stratejisi etrafında şekillendiğini, ideolojik alanda dinciliği önceleyen bir Türk şovenizmine dayandığını ve toplumu kültürel alanda zorunlu bir homojenleşitirme sürecine soktuğunu gösteriyor.

 

Bu faşist rejim, dönemsel krizlerin aşılmasına yönelik dönemsel bir uygulama olarak gözükmüyor. Tersine yeni bir paylaşım savaşları sürecine girmiş olan dünyadaki durum ve Türk devletinin kronik sorunları nedeniyle kalıcı gözüküyor.

 

Diğer yandan, faşizm sadece ekonomik krizin değil; aynı zamanda tekelci sermayenin yönetememe krizinin, yani siyasal krizin bir sonucudur. Tekelci sermaye halk muhalefetini dahası tüm toplumu, burjuva demokrasisinin sınırları içinde kalarak kontrol altına alıp bastırmadığı koşullarda, şiddete ve teröre dayanan faşizm uygulamasına başvurur. Başka bir ifadeyle, faşizm aynı zamanda egemen sınıflarının güçsüzlüğünün bir ifadesidir. Egemen güçler iktidarlarını güvencede görmedikleri için, iktidarı tehdit eden muhalif güçlere karşı bir savaş başlatırlar. Burada amaç karşıt güçlerin iradesini kırmak ve onlara boyun eğdirerek kendi iktidarlarını güvence altına almaktır. Yani saldırı halindeki faşizm çok güçlü gibi görünse de, aslında saldırganlık ve şiddet onun zayılığının da bir göstergesidir.

 

Bu savaş gerçekte halk ile bir avuç sermaye sahibinin, ya da demokrasi ile faşizmin savaşıdır. Faşizm halkın iardesini kırmak isterken, örgütlü ve devrimci bir program etrafında birleşen halk güçleri de faşizmi yenebilir. Ki dünya tarhi faşizmle halk arasındaki savaşta faşizmin eninde sonunda yenildiğini göstermektedir.