Salı, Mart 19, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Faşizm ve ekonomik-sosyal kriz karşısında dayanışma ve mücadele

Faşizm ve ekonomik-sosyal kriz karşısında dayanışma ve mücadele

Ahmet Aydın

24. 02. 2020

 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da yaşanan ekonomik-sosyal kriz, halkın yaşamını derinden etkilemeye devam ediyor. Özellikle işsizler ve diğer yoksul halk kesimleri kriz koşullarında adeta hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Sadece bu kesimler değil, düşük ücretle çalışan işçiler ve diğer emekçiler de; zamlar ve artan vergiler nedeniyle büyük bir geçim sıkıntısı yaşıyorlar. Küçük esanaf ve üreticilerle birlikte, pek çok büyük işletme de iflas etiti ya da iflasın eşiğine gelmiş durumda.1

 

Krizin özellikle kış aylarında toplumu daha derinden etkilemesi bekleniyordu. Nitekim beklenen yaşanıyor. Geçen aylarda görülen ve ailelerin yok olmasına yol açan toplu ölümler benzeri olaylar yaşanmasa da, ekonomik-sosyal bunalımın tetiklediği intiharlar artarak devam ediyor. İnsanlar birbiri ardısıra yaşamlarına son veriyorlar. Kimsi kendisini yüksek binalardan aşağı bırakıyor, kimisi kendisini asıyor, kimisi kendisini trenin önüne atıyor. İnsanlığını yitirmiş utanmazlar da bu intiharlara kılıflar uydurup, artık bir sosyal felakete dönüşmüş olan gerçekliği gizlemeye çalışıyorlar. Bu intiharların nedenini; kendisini yakan bir babanın ağzından çıkan ''Çocuklarım aç'' çığlığından da açık ne anlatabilir ki?

 

İntiharların krizin ağırlığının ölçtü olarak kullanılması elbette acı vericidir. Ancak coğrafyamızın gerçekliği de budur: Kriz artık insanların canlarını alacak bir boyuta ulaşmıştır. Belki de, apaçık görülen ekonomik-sosyal bunalımı gizlemeye çalışan ve manipüle eden Türkiye'deki siyasal rejimin çabaları karşısında, gerçekliği anlatmanın daha etkili bir yolu olmadığı için, intihar olaylarını öne çıkarıyoruz. İktidarın ayarlanmış verilerine dayanarak krizin gerçek resminin çıkarılmayacağını da biliyoruz. Bu durumda halkın pratik yaşamında görülen kırılmalar, krizin boyutunu anlamak için en gerçekçi verileri sunmaktadırlar.2

 

Depremlerde kısa bir sürede bir çok insan ölür ve gözle görülür bir maddi yıkım yaşanır. Bu nedenle depremler doğal felaket olarak nitelenderilirler. Fakat ekonomik krizlerde insanlar aralıklarla ve çoğunlukla tek tek yaşamlarına son verdikleri için, ve de ortada gözle görülür bir maddi yıkım olmadığı için, felaket olarak nitelendirilmezler. Bu yaklaşım çok yanlıştır. Aksine, ekonomik krizler, doğal felaketlerden çok daha ağır ve boyutlu tahribatlara neden olabilirler. İntiharlar sadece sorunun geldiği boyutun en uç noktasını gösteren örneklerdir. Arka planda daha yaygın ve ağır bir sosyal tahribat vardır. Beslenme yetersizliği, sağlıksız barınma koşulları (özellikle kış aylarında), sağlık imkanlarından yararlanamama gibi yoksunluklar, aşırı stres ve çaresizliğin neden olduğu umutsuzluk; biyolojik ve psikolojik hastalıklara ve sonuçta kısa veya uzun vadede ölümlere yol açmaktadır. Dolayısıyla hastalıktan ölüm gibi gösterilen pek çok vakanın nedeni de aslında kriz olabilir. Bu sağlıksız koşulların özellikle çocukların bedensel ve zihinsel yapılarında kalıcı izler bırakma olasılığı yüksektir. Kriz aileler içinde ve kişiler arasında geçimsizliğe yol açarak, sosyal yapıda çözülmeye de neden olur. Anlaşılacağı üzere, kriz yoksul ve emekçi kesimlerin yaşamı üzerinde etkileri uzun vadeye yayılan derin bir tahribata yol açar.3

 

Kriz emekçi ve ve yoksul kesimler ile sermaye sınıflarını farklı düzeylerde etkiler. Özellikle büyük sermaye, siyasal iktidarın desteğiyle krizi ciddi bir yara almadan atlatır. Hatta büyük sermaye, iflas eden daha küçük sermaye gruplarını ucuza kapar ve krizden büyüyerek çıkar. Fakat, kriz sürecinde emekçilerin ve yoksul kesimlerin derdi, sermayelerini ve mallarını korumak değil, canlarını kurtarmaktır. Kriz sadece sınıfları değil, bölgeleri de farklı düzeylerde etkiler. Kürdistan, Türkiye metroplollerine göre ekonomik olarak daha geri bir konumdadır. Ve veriler gösteriyor ki, ekonomik kriz Kürdistan halkını çok daha ağır bir şekilde vurmaktadır.4

 

İktisatçılar Korkut Boratav ve Daron Acemoğlu, yaşanan krizin 1-2 yıl daha süreceğini belirtiyorlar. Bizce, Türkiye'deki faşist rejimin maceracı askeri ve siyasi pratiği dikkate alınırsa, krizin daha da uzun sürmesi ve ağırlaşması hiç de sürpriz olmayacaktır.

 

Peki kriz sona erdiğinde coğrafyamızda işsizlik ve yoksulluk sorunu çözülecek midir? Hayır. Belki bugün yaşandığı gibi ağır bir düzeyde olmayacak; ancak işsizlik ve yoksulluk coğrafyamızın kronik sorunları olmaya devam edecekler. Coğrafyamızı bir yana bırakalım, işsizlik, yoksulluk kapitalizmin yapısal sorunları nedeniyle ve dahası 1970'li yıllardan bu yana uygulanan neoliberal politikalar sonucunda giderek dünyada kronik sorunlara dönüşmüşlerdir.5 Neoliberal kapitalist rejimler, sermayenin kârını yükseltmek hedefiyle, işçi sınıfının sosyal ve ekonomik kazanımlarını geriletimek ve örgütlülüğünü dağıtmak yönünde şiddeti de kapsayan saldırı politikaları yürütüyorlar. Bu saldırı süreci dünya çapında işçi sınıfının ekonomik-sosyal ve siyasal kazanımlarında ciddi bir gerilemeye, çalışma koşullarında ağırlaşmaya, işlerde niteliksizleşmeye ve yoksullaşmaya yol açmıştır.6

 

Özgün ve olağanüstü bir süreç yaşanıyor

 

Türkiye'de bugün yaşanan ekonomik-siyasal kriz, faşizmin krizidir. Çünkü, birincisi; kriz, faşist rejimin hükmettiği bir dönemde yaşanmaktadır. İkincisi; ululararsı piyasaların ekonomik krizin oluşumunda önemli etkisi olmakla birlikte, faşist rejimin oluşturmaya çalıştığı sermaye birikim modelinin ve siyasal uygulamaların, krizin oluşumunda özel ve daha ağırlıklı bir rolü vardır.7

 

Bugün, Türkiye ve Kuzey Kürdistan; olağanüstü koşullara sahip özgün bir dönemden geçmektedir. Nedir bu dönemin özgünlüğü? Bugün coğrafyamızda ekonomik kriz, dinci-faşist bir rejimin hüküm sürdüğü koşullarda yaşanmaktadır. Dönemin özgünlüğü budur. Bu şu anlama gelmektedir: Dinci-faşizmin ağır siyasal baskısı altında ezilen halk, aynı zamanda büyük ekonomik sorunlarla boğuşmak zorundadır. Bu durum bir yandan sosyalist/devrimci hareketin önündeki görevleri daha da ağırlaştırmaktadır, diğer yandan anti-faşist, anti-kapitalist cephenin potansiyel gücünü arttırmaktadır. Görevlerin ağırlaşmasından kastımız şudur: Sosyalist/devrimci hareket, krizin sarsıcı etkilerini bastırmak için savaş, terör ve baskı uygulamalarını yoğunlaştıran dinci-faşizme ve kapitalizme karşı; kitlelerin ekonomik-sosyal sorunlarına uzun vadeli ve köklü çözümler getiren alternatif bir program temelinde devrimci siyasal mücadeleyi yükseltmeye çalışırken, aynı zamanda; ağır düzeyde yoksullaşan kitlelerin, aciliyet taşıyan sorunlarına, güncel-pratik çözümler geliştirmek durumundadır.

 

Siyasal iktidarın polis-yargı eliyle estirdiği terör, sadaka ekonomisi yoluyla oluşturduğu ekonomik bağımlılık ve ekonomik zor, halkın önemli bir kesiminde ciddi bir geri çekilmeye neden olmuştur. Bu durum kuşkusuz sosyalist/devrimci hareketin kitlelerle bütünleşmesinin ve harekete geçirmesinin önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Öte yanadan kriz, egemen sermaye sınıfının kendi çıkarlarını tüm ulusun çıkarları ve devleti de; tüm ulusun ortak çıkarlarını temsil eden ve koruyan kurum olarak gösterme gücünü zayıflatmıştır. Çünkü, hemen hemen tüm burjuva partileri, daha mürefeh, güvenli ve özgür bir yaşam sağlama vaadiyle, geleceğe dair büyük umutlar yaratarak iş başına gelirler. Fakat kriz, bütün bu şatafatlı propagandanın cilasını büyük ölçüde döker ve perdelediği sömürü ve talan düzeninin çıplak bir şekilde ortaya çıkmasına neden olur. Siyasal iktidar kriz döneminde; özellikle iktidar blokunda yer alan büyük sermaye gruplarını ekonomik, siyasal ve hukuksal uygulamalarla açıkça kayırmak ve desteklemek zorunda kalır. Halk açlık sınırında yaşarken, iktidar, kamu kaynaklarını bu kesimlere aktarır. Bu durum siyasal iktidarın gerçekte kimlere hizmet ettiğini ve büyük sermayenin sömürcü karakterini önemli ölçüde deşifre eder. Buna parelel olarak ekonomik kriz, alım gücü düşen işçi sınıfı ve diğer emekçiler ve yoksullar ile egemen sermaye sınıfları arasındaki sınıf mücadelesini keskinleştirir. Ortaya çıkan bu reel durum, egemen sınıfların halk üzerindeki ideolojik-siyasi ve idari hegemonyasını zayıflatır ve genellikle sosyal-siyasal patlamalara ve giderek bir devrim durumunun oluşmasına yol açar. Açıktır ki, bu koşullar sosyalist/devrimci hareketin işçi sınıfı ile birlikte toplumun diğer ezilen kesimlerini etkileme ve örgütleme olanaklarını genişletir. Bu nedenle, geleneksel olarak olarak sosyalist hareket, ekonomik krizleri, burjuvazinin iktidarını sarsan ve devrimle yıkılmasını olanaklı hale getiren objektif süreçler olarak görmüştür. Fakat bu eğilim, otomatikmen bir devrime yol açmaz. Çünkü devrim aynı zamanda, karşıt sınıfların güç dengesine, devrimci güçlerin örgütlülüğüne ve uyanıklığına bağlıdır.

 

Faşist partiler iktidara gelirken, kendilerini sadece devrimci/sosyalist harekete karşı değil, klasik burjuva partilerine karşı da bir alterternatif olarak sunarlar. Bu partilerin refah, güç, yayılmacı emeller ve askeri zaferler konusunda iddia ve vaatleri, klasik burjuva partilerinin sınırlarının çok ötesindedir. AKP'nin ''İslam dünyasının lideri, dünyada oyun kurucu büyük Türkiye'' vaadi ya da ''Yeni Osmanlıcılık'' iddiası, bu türden bir vaat ve iddiadır. Bu nedenle faşist partiler için sürekli bir ekonomik büyüme ve askeri zafer çizgisi ve retoriği zorunludur. Herhangi bir geri adım ya da yenilgi bu partilerin siyasal çizgisinin ve retoriğinin çöküşü demektir. Bir anlamıyla faşist partilerin ve rejimlerin, olağan burjuva rejimlerine ve partilerine göre, kırılma noktasına ulaşmaları daha zordur ancak, bir kez bu noktaya ulaştıklarında çöküşleri çok ani ve kesin olmaktadır.

 

Toplumun ihtiyaçları mücadelenin içeriğini, biçimini ve araçlarını belirler

 

Sosyal dayanışma konusuna ilişkin önceki yazımızda8, sosyalist hareketin ve öteki ilerici kesimlerin ekonomik-sosyal bunalımın yarattığı olağanüstü durum ve insani kriz karşısında gerekli duruşu göstermediklerini belirtmiştik. Bu tespit, sosyalist/devrimci hareketin kapitalizme ve faşizme karşı mücadele yürütmediği anlamına gelmiyor. Sosyalist/devrimci hareket, en başta işçi sınıfının aynı zamanda Kürt halkının, kadınların, öğrenci gençliğin, Alevilerin siyasal, ekonomik, kültürel haklar ve özgürlükler mücadelesinin aktif öznesidir. Fakat bu mücadelenin, olağanüstü durumun özgünlüğünü karşılayacak bir düzeye ulaştığını söylemek zordur. Bu durumun ortaya çıkışında; zorlu objektif koşulların yanısıra, sosyalist/devrimci hareketin ideolojik ve teorik kabullerinin de ciddi bir etkisi vardır.

 

Sosyalist/devrimci hareketin siyasal ve sosyal alanlardaki mücadelesi, şu temel tespitler üzerinden gelişiyor: Yaşanan ekonomik-sosyal krizin, yoksulluğun, işsizliğin ve toplumu teslim alamaya yönelik bütün bu baskı ve şiddet uygulamalarının, hukuksuzluğun kaynağı kapitalist sistem ve dinci-faşist rejimdir. İktisat bilimi ve tarih açık olarak ortaya koymuştur ki, kapitalizm var oldukça, toplum peryodik olarak böylesi ekonomik-sosyal yıkımları yaşayacaktır. Ve yine, I. Dünya Paylaşım Savaşı'ndan günümüze kadar yaşanan tarih kesiti göstermiştir ki, faşizm yıkılmadıkça demokratik ve özgürlükçü bir siyasal düzen kurulamaz. Mussolini ve Hiterlerin şeflik rejimleri türünden rejimlerin hüküm sürdüğü koşullarda, yani anayasanın ortadan kaldırıldığı, yasama, yürütme ve yargı gücünün tek bir elde toplandığı, seçme-seçilme hakkının, düşünce, örgütlenme özgürlüğünün büyük ölçüde yok edildiği; halkın hak arama ve protesto hakkkının polis ve yargı terörüyle bastırıldığı, ülkenin zenginlik kaynaklarının bir avuç tekelci sermayedara peşkeş çekildiği koşullarda; elbette özgür ve müreffeh bir yaşam oluşturulamaz. Türkiye ve Kuzey Kürdistan sosyalist/devrimci hareketi bu temel ve yaşamsal gerçekliğin bilincindedir ve konuda bir toplumsal farkındalık, örgütlülük ve eylemlilik oluşturmak için çok uzun bir zamandır büyük zorluklar içinde mücadele yürütmektedir. Bu mücadelenin ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışmanın konusudur, ancak mücadelenin doğru ve meşru bir zemine dayandığı çok açıktır. Faşizm ve kirz konjonktürü temelinde baktığımızda da, pratik olarak şu gerçekliği tespit edebiliyoruz: Sosyalist/devrimci hareket, bu genel mücadele hattını, içinde bulunulan özgün dönemin ihtiyaçlarını karşılayan yaratıcı mücadele biçimleri ve araçlarıyla birleştirmekte yetersiz kalmıştır.

 

Özgün ve olağanüstü bir dönemden bahsederken, elbette en başta faşizmden ancak aynı zamanda ekonomik krizeden bahsettiğimizi yukarıda belirtmiştik. Fakat bu yazıda esas olarak, ekonomik krizin halk üzerinde yarattığı yıkıcı etkilerden bahsediyoruz ve sosyalist/devrimci hareketin bu etkiler karşısındaki duruşunu, politikalarını irdelemeye çalışıyoruz. Dolayısıyla genel anlamda anti-faşist mücadelenin eksiklikleri yanlışları sorununa girmiyoruz. Yine de, bu konuda, sosyalalist/devrimci hareketin çok önemli bir eksikliğini belirtmek zorundayız: Sosyalsit/devrimci hareket, faşizmin baskılarının oldukça ağırlaştığı ve geniş halk kesimlerini etkilediği koşullarda bile, bırakalım demokrasiden yana tüm kesimleri kendi öncülüğünde bir demokratik cephede birleştirmeyi, kendi içinde bile güçlü bir devrimci-demokratik blok oluşturamamaştır. Doğrusu bu tespit, konuyla ilgili söylenebileceklerin bir özetidir.

 

Kriz konjoktüründe ekonomik-siyasal mücadelenin keskinleşmesi doğaldır. Bu koşullarda, sosyalist/devrimci hareketin önceliği, ekonomik krizin sorumluluğunu ve ağır maliyetini egemen sermaye sınıflarına ve siyasal iktidara yüklemektir. Ancak ekonomik krizin halkı ciddi yaşamsal sorunlarla karşı karşıya getirdiği de bir gerçektir. Sosyalist/devrimci hareket bu koşullarda, sadece devletin zorlanmasıyla elde edilecek ekonomik-siyasal kazanımlar yolu ile, halkın acil sorunlarına çözüm bulma yaklaşımıyla yetinebilir mi? Halkın kendi içinde, kendi sorunlarının en azından yıkıcı etkilerini giderme noktasında, üreteceği bir çözümü yok mudur? Sosyalistlerin bu çözümün/alternatifin üretilmesi konusunda üstleneceği bir rolü yok mudur? Bu temelde, sosyalistlerin kriz karşısında bir sosyal politikası, özel bir kitle çalışması olmalı mıdır? Bizim bütün bu sorulara cevabımız evettir. Peki sosyalist/devrimci hareket bugünkü kriz sürecinde koşullarında böylesi politkalar geliştirebimiş midir? Bu sorunun cevabı da hayırdır. Kuşkusuz sosyalist hareketin, özellikle 68 harektiyle birlikte yükselen, genel anlamda bir sosyal yardımlaşma-dayanışma ve kooperatifçilik birikimi vardır. Ancak bu birikimin düşünsel ve örgütsel bir sürekliliğe dönüşmediği görülüyor. Özellikle sosyal yardımlaşma alanının, sosyalistler açısından çekinceli bir alan olma özelliğini koruduğunu görüyoruz.

 

Sorunu daha çarpıcı bir şekilde ortaya koymak için, belki şöyle bir soru sormak gerekir: Sosyalist hareket sosyal dayanışma ve yardımlaşma faaliyetlerinden korkuyor mu? Bu soruya evet cevabını vermek zorundayız. Sosyalist hareket bu alanda reformist ve burjuva ''yardımseverlik, insanseverlik'' hareketlerine karşı yaptığı eleştirilerde ne kadar haklıysa, bu alanda alternatif ilişkiler geliştirme konsunda gösterdiği tutucu ve doğmatik yaklaşımında o kadar haksızdır. Sosyalistlerin sosyal yardımlaşma ve dayanışma konusundaki tutuculuğu ve kaygıcılığı aslında, doğuş sürecindeki marksizmin, küçük burjuva-burjuva sosyalizmi ya da ütopik sosyalizme karşı yürütüğü ideolojik-politik mücadelenin günümüzdeki doğmatik-tutucu yorumlamasına dayanır.

 

Marx ve Engels, marksizmin doğuş evresinde, yoksulluğu, sefaleti genel olarak sosyal eşitsizliği eleştirip, bu sorunları insani yardımlarla ya da dayanışmayla hafiletmeye ve insanlara daha iyi bir yaşam sağlamaya çalışan, ancak yoksulluğun ve sosyal adalestsizliğin kaynağını görmeyen ya da görmemezlikten gelen çeşitli yardımsever ve ütopik sosyalist akımları haklı olarak şiddetle eleştirmişlerdir. Fakat bu eleştirleri değerlendirirken iki noktanın göz önünde tutulması gerekir: 1) Marx ve Engels'in eleştirilerinin esas hedefi yardımseverlik, insanseverlik ve sosyal dayanışma değil, bu alandaki faaliyetleri sosyal sorunların çözümü için yeterli gören ve dolayısıyla sorunların kaynağını ve köklü çözümünü gizleyen anlayıştır. 2) Bu tür reformist akımlar, dün olduğu gibi bugün de vardırlar. Bu anlamda Marx ve Engels'in eleştirileri ilkesel olarak geçerliğini korumaktadırlar. Ancak, Komünist Manifesto'da bu tür hareket ve akımlara yapılan sert eleştiriler dönemin koşullarının özgün etkisini taşır. Dahası, özellikle Komünist Manifesto'da yer alan eleştiriler; ''barışçıl'' dönemlerde sosyal yardımlaşma-dayanışma ve kooperatif faaliyetleri konusunda komünist hareketin görevleri ilgili görüşlerle tamamlanmamışlardır. Bu eleştirileri tamamlayan görüşleri, kısmen; Marx ve Engels'in 1850'li yıllar sonrasındaki yazı ve mektuplarında buluyoruz. Bu konuya başka bir yazıda geniş olarak değineceğiz. Fakat, geleneksel olarak sosyalist hareket (1960-80 dönemini kısmen dışında tutmalıyız) bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan sosyalist hareketinin yaptığı gibi, Komünist Manifesto'daki konuyla ilgili eleştirileri dikkate almış, ancak sonrasında yaşanan gelişmeleri görmemezlikten gelmiştir.

 

Sosyalist hareket, Marx ve Engels'in eleştirileri doğrultusunda, yoksulluğun ve sosyal adalestsizliğin kayanağının ve köklü çözümünün gizlenmemesi adına, sadece reformist hareketlerin sosyal yardım ve dayanışma faaliyetlerine karşı çıkmakla kalmamış, bu tür faaliyetlerden neredeyse tümden uzaklaşmıştır. Bir anlamda bu tür faaliyetleri yadsımıştır. Ancak bu geleneksel tutumdan ve Sovyetler Birliği'nin güdümündeki tutucu-bürokratik partilerden farklı olarak; sosyalsit/devrimci hareket, 1960-80 döneminde, işçi sınıfının yanısıra, kır ve şehir yoksullarının güncel ekonomik-sosyal sorunlarıyla doğrudan ilgilenmiş ve pratik çözümler üretmiştir. Şehirlere göç eden kır yoksullarının barınma sorunlarının ortaya çıkardığı gecekondu yerleşimleri alanında, sosyalist/devrimci hareketin ciddi düzenleyci katkıları olmuştur. Gecekondu mahallerinde halka öncülük yapılarak, halk arasında örgütlülük ve dayanışma ilşkileri geliştirilmiş, iç çatışmalara ve rant ilşkilerine izin verilmemiştir. Keza tekellerin gıda stoklarına el konularak, bu gıdalar halka dağıtılmıştır. Kırlarda halkla dayanışma amacıyla tarımsal üretime katılınılmış ve halk arasında dayanışma kültürünün geliştirlmesine katkıda bulunulmuştur. Bütün bu dayanışmacı pratik faaliyetler, halkın sosyalist/devrimci harekete olan güvenini arttırmış ve sosyalsit/devrimci hareketin örgütlülüğünün ve kitlesel tabanının genişlemesine büyük katkı sağlamıştır. Benzer durumu, özellikle Güney Amerika devrimci hareketinin deneyimlerinde de görüyoruz.

 

Bu deneyimler bize şunu gösteriyor: Sosyal yadımlaşma ve dayanışma faaliyetleri, sosyal sorunların kaynağının kapitalist üretim ilişkilerinde olduğunu ve çözümün üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin kaldırılması ve iktidarın işçi sınıfının, halkın eline geçmesi ile köklü olarak çözüleceğini savunan sosyalist/devrimci hareketler eliyle yürütüldüğünde, sorunların kaynağının gizlenmesine değil, aksine kaynağın daha iyi görülmesine, kitlelerin siyasal bilincinin gelişmesine ve sosyalist/devrimci hareketin etkinliğinin artmasına yol açıyor. Bunu doğal ve mantiki bir sonuş olarak görmeliyiz. Çünkü; kapitalist sistem ve burjuva siyasal iktidarları, başta işçiler olmak üzere; kitlelerin kendi sorunlarının çözümü konusunda birleşmelerini, örgütlenmelerini ve ortak davranmalarını istemez. Mümkünse her bireyin kendi sorunlarıyla tek başına uğraşmasını sağlamaya çalışır. Çünkü iktidarın tek tek bireylerle başa çıkması çok daha kolaydır. Bu nedenle, kapitalist sistem ve düzen ''Her koyun kendi bacağından asılır'' ve ''Gemisini kurtaran kaptandır'' özdeyişlerinde açık ifadesini bulan bir yaşam felsefesini egemen kılmak için uğraşır. Yine burjuvazi ve siyasal iktidarı, bireylerin egemen güçlere karşı çıkmayacak düzeyde acz içinde, kendine ve topluma güvenmeyecek halde tutmaya çalışır. İşe, ekmeğe muhtaç, kendi kendisini yönetemeyen, büyük ve güçlü adamların ve onların devletinin yönetimine, lütuflarına mahkum bir insan tipidir egemenlerin ihtiyaç duyduğu. Sosyalist/devrimci hareket bu bağımlılık ve egemenlik kültürü ve siyasetini kırmak için mücadele eder. Yabancılaşmaya, yalnızlaşmaya, bencilleşmeye, örgütsüzleştirmeye ve iradesizleştirmeye karşı; sosyal dayanışmayı, örgütlülüğü, sosyal sorumluluğu, kitlelerin dönüştürücü birleşik devrimci iradesini geliştirir. İnsanlara yalnız ve çaresiz olmadıklarını, sorunlarını dayanışarak, yardımlaşarak ve birleşerek çözebileceklerini öğretir. Ancak bunu sadece söylemle değil; bizzat yaşamın içinde pratik öncülükle gerçekleştirir. Sosyalist/devrimci hareketi, burjuva siyasal iktidarı karşısında alternatif haline getiren ve halkla birleştiren de bu duruşudur.

 

Bugün ne yapılıyor?

 

Bugün coğrafyamızda, ekonomik krizle birlikte işçi eylemliklerinde bir artış yaşandığı görülüyor. Keza özellikle büyük şehir belediyelerinin muhalefetin eline geçmesiyle, devlet destekçisi sendikalardan ilerici sendikalara doğru bir üyelik geçişi yaşanıyor. Bu durum ilerici sendikaların örgütlülüğnü güçlendiriyor. Hem sınıf içi dayanışma ve hem de sosyalist hareketin mücadele ortaklığı, işçi sınıfının kazanımlarının bir ölçüde korunmasını sağlayabiliyor. Öğrenci gençlik de, daha örgütlü bir duruş ve dayanışma geliştirdiği için, kısmen de olsa iktidara geri adımlar attırarak, en azından bazı kazanınlarını koruyabiliyor. Ancak öğrenci gençlik ekonomik olarak daha çok aileye bağımlı olduğu için; yoksul ailelerin gençliği de aynı derece de krizden etkileniyor. Sendikalarda, demokratik kitle örgütlerinde örgütlenmiş ve bir ölçüde politik muhalefetle birleşmiş olan halk kesimlerinin kazanımlarını korumada ve dayanışma ilişkileri geliştirmede daha başarılı oldukları açıktır. Egemen sınıflara ve iktidara karşı gelişen bu ekonomik-siyasal mücadele toplumun tüm kesimlerine umut ve direnme ruhu vermektedir elbette. Ancak; işsiz, yoksul ve örgütsüz halk kesimleri tek başlarına ya da en fazla akraba dayanışmasıyla krizle baş etmeye çalışıyorlar. Bu çabalar başarısız olduğunda, çaresizlik ve umutsuzluğa kapılan insanlar intihara yöneliyor. Son ortaya çıkan intihar olaylarında görülüyor ki, bu insanlar son çare olarak devlete ve sosyal yardım kuruluşlarına başvuruyorlar ancak olumsuz yanıt alıyorlar. Anlaşıldığı kadarıyla bu son yanıt insanlarda bardağı taşıran son damla etkisi yaratıyor. Sosyal yardım ve dayanışma konusunda dikat çekmek istediğimiz kesim özellikle bu kesimdir. Sosyalist/devrimci hareketin bu kesimlere yönelik propaganda ve ajitasyon dışında somut bir politikası yoktur. Ekonomik krizin derinleşmesi ve intiharların artmasına karşılık, sosyalistlerin attığı en önemli adım; kapitalizmin ve düzenin teşhiri faaliyetlerinin ve sosyalizm propagandasının yoğulaştırılması olmuştur. Bugünlerde ''Krizin, yoksulluğun kaynağı kapitalizm ve siyasal iktidardır, kurtuluş sosyalizmdedir'' sloganını sık sık duyuyoruz. Haklarını yemiyelim bazı sendikalar ve demokratik kitle örgütleri az çok ''pratik'' sayılabilecek bir çağrı yaptılar, kriz karşısında ''sosyal devlet'' için mücadelenenin yükseltilmesi gerektiğini açıkladılar. Elbette, sosyalistlerin bu sloganları, çağrıları ve kitlelere gerçekleri anlatarak bilinç taşıma ve farkındalık yaratma çabası doğrudur. Bu temel görev her zaman yerine getirilmelidir. Ancak, propaganda sloganı ile eylem sloganını da birbirinden ayrıt etmeliyiz ve propaganda sloganlarını her zaman günün koşullarına denk düşen eylem sloganlarıyla birleştirebilmeliyiz.

 

Bir örnek verelim:

 

Yakın zamanda Elağzığ merkezli bir deprem yaşandı. Bu depremde ölümlerin esas nedeninin ranta dayalı çarpık ve kalitesiz yapılaşma olduğu açıktır. Teknik olarak depreme dayanıklı binalar yapılabilir ve bu yolla ölümler oldukça minimal bir düzeye çekilebilir. Sosyalistler, diğer muhalif çevreler ve bilim adamları bu gerçekliği depremle birlikte çok daha yoğun bir şekilde dile getirdiler. Bu çaba doğrudur ve gereklidir. Ancak bu depremin yarattığı kayıplar, tahribatlar ve sosyal yıkım karşısında, çabamızı sadece eksiklikleri, yanlışları ve iktidarın polittikalarını teşhir etmekle sınırlayabilir miyiz? Elbette hayır. Deprem bölgesinde tüm kesimlerin ilk yaptığı şey; enkaz altından yaralıların kurtrılması ve hastaneye uluşatırılmasıydı. İkincici olarak, felaketten etkilenen insanların barınma, beslenme ve sağlık sorunlarının çözümü için maddi yardımlaşma ve dayanışma geliştirildi. Ki sosyalistlerin de bu maddi yardımlaşma ve dayanışma faaliyetine etkin aktif olarak katıldıklarını biliyoruz. Demek ki, deprem karşısında, depremin yarattığı tahribatın nedenini teşhir eden propaganda sloganının yanında, kendiliğinden oluşan bir eylem sloganı vardı. O slogan ''yaşamı koruyalım'' sloganıydı. Bu slogan deprem felaketi karşısındaki pratik faaliyetin yol göstericisiydi.

 

Sonuç olarak: İster sosyal felaket isterse ekonomik kriz olarak nitelendirilsin, bugün coğrafyamızda yaşanan sorun, toplumun geniş bir kesiminin varlığı ve sağlığı için çok ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Ki her gün insanlar yaşamlarına son vermektedir ve bu dalganın nerede ve nasıl biteceği belli değildir. Bu haliyle var olan sosyal sorun, tam da deprem durumuna benzemektedir. Topluma yönelik böylesi bir tehdit karşısında, sosyalistlerin esas olarak propaganda ile yetinmesi, pratik bir adım atmadan seyirci pozisyonunda kalması, tam bir paradokstur. Özellikle, kriz koşullarında çaresizliğe ve umutsuzluğa düşen, bunun sonucunda intiharlara yönelen kitlelerin durumu karşısında, 68-78 kuşağının devrimci ruhunu canlandırmanın tam zamanıdır.

 

Dipnotlar

-----------------------

1 Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) verilerine göre, Türkiye’de sadece 2019’da 114 bin 977 esnaf iflas bayrağını çekerken bu son 9 yılın en yüksek rakamı oldu. Türkiye’deki toplam esnaf sayısı ise yaklaşık 1 milyon 791 bin 201’e geriledi...Batık KOBİ kredisi miktarı son bir yılda yüzde 50’lik artışla Kasım 2019 itibarıyla 60 milyar 382 milyon TL’ye çıktı. Takipteki KOBİ sayısı ise bir yılda 337 bin 210’a fırladı.“

Cumhuriyet, 7 Ocak 2020, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1712892/1.8-milyon-esnaf-kepenk-indirdi.html

2 Bütün ayarlamalara rağmen, resmi verilere göre de işçilerin yoksullaşmasının açık bir işereti olan işsizlik artmaya devam ediyor: ''Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2019 yılı Kasım döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 327 bin kişi artarak 4 milyon 308 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 1 puanlık artış ile %13,3 seviyesinde gerçekleşti. Tarım dışı işsizlik oranı 1,1 puanlık artış ile %15,4 oldu.
İstihdam edilenlerin sayısı 2019 yılı Kasım döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 145 bin kişi azalarak 28 milyon 169 bin kişi, istihdam oranı ise 0,9 puanlık azalış ile %45,6 oldu. ''
TUİK, 10 Şubat 2020, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33778

 

TUİK işsiszlik verilerini nasıl düşük gösteriyor? CHP Genel Başkan Koordinatör Başdanışmanı Erdoğan Toprak bu ayarlama yöntemini verilerle teşhir etti. Toprak'ın yaptığı hesaplamaya göre: "Gizlenen gerçek işsiz sayısı 6 milyon 571, gerçek işsizlik oranı ise yüzde 20.9" TUİK, işsiz kalan 145 bin kaddını ''işsisz kalıp iş aramayan ev hanımı'' statüsünde, ayrıca, 833 bin kişiyi de ''son bir yıl içerisinde çalışma çağına girmesine karşın iş aramayan'' kişi statüsüne sokuyor. Böylece işsiz kalıp iş arayanların yani işsizlerin sayısı düşürülmüş oluyor.

Cumhuriyet, 24 Ocak 2020, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1716004/1-ayda-145-bin-kadin-ev-kadini-oldu.html

 

3 Yapılan araştırmalar Kürdistan'da yoksulluk ve açlık sorunun sadece kriz dönemlerine özgü olmadığını gösteriyor: ''Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılan araştırmalar sonucunda hazırlanan Türkiye’de Okul Çağı Çocuklarında Büyümenin İzlenmesi (TOÇBİ) Araştırma Raporu, Doğu ve Güneydoğu’da çocukların kronik açlık sonucu gelişme geriliği yaşadığını ortaya koydu...

TOÇBİ Araştırma Raporu’na göre, kronik açlık nedeniyle Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki çocukların yüzde 3,5’i, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki çocukların ise yüzde 5,4’ü bodur kaldı. Batı bölgelerinde bu oran yüzde birlere kadar düşerken Türkiye ortalaması ise yüzde 2 olarak tespit edildi. Cinsiyetlere göre yapılan araştırmaya göre bölgede yaşayan erkek çocukların açlığa bağlı bodurluk oranı yüzde 6, kız çocuklarında ise yüzde 5,5 olarak belirlendi...

Düşük kiloluluk yüzdesine göre yapılan araştırmada da Güneydoğu Anadolu bölgesi ilk sırada yer aldı.''

Birgün, 18 Ocak 2020, https://www.birgun.net/haber/buyumez-ac-cocuklar-284506

4 ''Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2018 yılı İl Bazında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla verilerine göre,..Türkiye’de işsiz sayısı 4 milyon 396 bin iken, Van ve Hakkari gibi Kürdistan kentleri işsizliğin en yoğun olduğu yerlerin başında geliyor.

İl düzeyinde GSYH hesaplamalarında son üç sırada ise 3 milyar 289 milyon lira ile Dersim, 613 milyon lira ile Ardahan ve 2 milyar 250 milyon lira ile Bayburt yer aldı. İl düzeyinde kişi başına GSYH hesaplamalarında 16 bin 194 lira ile Urfa, 16 bin 68 lira ile Van ve 15 bin 121 lira ile Ağrı son üç sırada yer aldı.'' ANF, 15 Ocak 2020, https://anfturkce.com/kurdIstan/kuerdistan-kentlerinde-yoksulluk-ve-issizlik-ilk-sirada-135841

5 İLO'nun ''Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm – Eğilimler 2020'' raporuna göre 2019 yılında dünya çapında işsizlik oranı %5.4, işsizlerin sayısı 188 milyon olu. 2018 yılında işsizlik oranı %5, işsizlerin sayısı 172 milyondu. 2018 yılı işsizlik oranı küresel mali krizin başladığı 2008 yılındaki işsizlik oranıyla (% 5) aynıdır. 2009 yılında bu oran %5.6'ydı. İLO verilerine göre 2008-2018 arasındaki 10 yıllık süreçte hafif de olsa işsizlik düşme eğilimindeydi. 2019'da tekrar bir artış eğilimi var . İLO sonraki yıllarda işszizlik oranının 2018 düzeyinde sabitleneceğini öngörmüştü. Sözkonusu rapora göre, 2020 yılında işsiz sayısı; 2.5 milyon artışla 190 milyonun üstüne çıkacak. İlginç olan şudur ki, 2008-2009 küresel kriz döneminde görülen istihdam sonuçları, bugün kriz koşulları içinde olmadığı söylenen dünyada, 'normal' istihdam sonuçlarına dönüşüyor.

6 ''Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm: Eğilimler 2019 (WESO) için toplanan veriler(şu sonuçları gösteriyor), 2018 yılında dünya genelinde istihdam edilen 3,3 milyar kişinin çoğunluğu yeterli düzeyde ekonomik güvence, maddi refah ve fırsat eşitliğine sahip değil. Dahası, küresel işsizliğin azaltılmasında kaydedilen ilerlemeler ise işin kalitesindeki iyileşmelere yansımıyor...“İşe sahip olmak her zaman insana yakışır yaşam sürmeyi garanti etmiyor” diyor ILO Araştırma Direktörü Damian Grimshaw. “Örneğin, 700 milyon kişi, işe sahip oldukları halde aşırı veya orta yoksulluk içinde yaşıyor.” İLO, ''Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm: Eğilimler 2019'' raporu,

https://www.ilo.org/ankara/news/WCMS_679784/lang--tr/index.htm

7 Bugünkü ekonomik krizin oluşumunda, AKP iktidarının, dışborca dayalı hızlı büyüme ve bu büyüme ile oluşturulacak rant üzerinden, yeni iktidar blokunun egemen sınıfı olan İslamcı tekelci sermaye sınıfını plazlandırma politikası büyük rol oynadı. Konuya ilişkin iktisatçı Mustafa Sönmez'in ''Al-Monitor'' sitesinde 21 Şubat 2020 tarhinde yayınlanan ''Mega projelerde büyük döviz hatası'' başlıklı yazısına bakılabilir.

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2020/02/turkey-debt-ordeal-hovers-over-mega-project-builders.html

 

8 Sosyal felaket ve önlerindeki görevi göremeyen ilericiler-devrimciler, 17 Kasım2019,

http://dersimzaza.com/index.php/8-news/1901-sosyal-felaket-ve-onlerindeki-gorevi-goremeyen-ilericiler-devrimciler#topofcontent