Cuma, Mart 29, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Archiv

Fırın işçileri Orhan ile Emrah'ın öyküsü

Rıza Türmen
 
Rıza Türmen / t24.com.tr / 24 Ağustos 2015

Orhan Aslan ile Emrah Aydemir 16 ve 15 yaşlarında iki çocuk. Ağrı’nın Diyadin ilçesinde yaşıyorlardı. 13 Ağustos akşamına dek. İkisi de yoksul ailelerin çocukları. 10 TL yevmiye ile bir fırında çalışıyorlar. Orhan 7 ay, Emrah 10 gün olmuş çalışmaya başlayalı. Emrah aynı zamanda imam hatip lisesi 3. sınıf öğrencisi. Emrah ile Orhan’ın fırında çekilmiş fotoğrafları var. Fotoğraflarda una bulanmış kollarını, gözlerindeki ürkek, güvensiz bakışları görüyorsunuz. Geleceğe ilişkin umut taşımayan bakışlar bunlar. Küçük yaşta ekmek, yaşam kaygısını öğrenmişler ama gene de çocuk olmanın saflığını taşıyorlar.

Orhan ile Emrah 13 Ağustos’ta akşam vardiyası için fırına gidiyorlar. Fırının kapısının kapalı olduğunu görünce kapıda oturuyorlar. O sırada panzerlerin geçtiğini görünce korkuyorlar. Fırının karşısındaki odunluğa saklanıyorlar. Emrah, annesi ile odunluktan telefonla konuşuyor. Annesi “oğlum neredesin?” diye soruyor. Emrah “Odunluğa girdik. Burası güvenli” diyor.

Emrah ile Orhan, operasyon yapan güvenlik güçleri tarafından odunlukta öldürüldü.

Cenazeleri ailelerine bile haber vermeden Erzurum’a götürülüyor. Ne cenaze töreni, ne cenaze namazı. İnsanın aklına ister istemez Yunus’un dizeleri geliyor:

Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin

Ağrı Valiliği’nden yapılan yazılı açıklamada “(...) çıkan çatışmada 3 terörist silahlarıyla birlikte ölü ele geçirildi” deniyor.

Orhan ile Emrah’ın yaşamları kadar, ölümlerinin de anlamı bu iki satırlık valilik açıklamasında yatıyor.

Oysa olay yerinde yaşayanların söyledikleri valiliğin açıklamasını doğrulamıyor. Olay yerine gidenlerin gözlemlerine göre, hiçbir çatışma izi görülmüyor. Fırıncı, çocukların fırında çalıştıklarını söylüyor, mahalleli çocukları tanıyor ve seviyor. Bir mahalleli “o çocuklar sürekli olarak fırında çalışıyordu. Her ekmek aldığımda sohbet ediyorduk” diyor. Diyadin Belediye Başkanı da çocukları tanıyor. “Bu çocuklar HDP’nin basın açıklamasına bile gelmezdi (gelseler ne olurdu?)” diyor.

Bir de çocuklar öldürüldükten sonra meydana gelen olaylar var. Çocukların cesetlerine güvenlik güçlerince gerilla kıyafetleri giydirilmeye çalışılıyor. Buna tanık olan Fevzi Kahraman adlı bir kişi polislere “Bunlar çocuk. Fırında çalışıyorlardı” diye tepki gösteriyor. Sen misin tepki gösteren? Polisler Fevzi Kahraman’ı gözaltına alıyorlar. Buna engel olmak isteyen aynı aileden 4 kişi de darp edilerek gözaltına alınıyor.

Olayın üstünden bir haftadan fazla bir zaman geçti. Bir soruşturma başlatıldığına ilişkin hiçbir bilgi yok. Kendisiyle görüşülen savcının olay yerine bile gitmediği anlaşılıyor. Öyle gözüküyor ki, olaya çatışma süsü verilecek, deliller karartılacak ve olayın üstü kapatılacak. Başka birçok olayda olduğu gibi. Orhan ile Emrah da unutulup gidecekler.

İnsan yaşamının azıcık değer  taşıdığı bir toplumda yaşıyorsak Orhan ve Emrah’ın infazlarının üstünün örtülmesine izin vermemek gerek. Konuyu gündemde tutup devletten insan yaşamına ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmesini  istemeliyiz.

Devletin insan yaşamının korunmasına ilişkin yükümlülükleri çok açık. Bu yükümlülükleri AİHM’in Tükiye’nin mahkumiyetiyle sonuçlanan pek çok kararında bulabiliriz. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

  1. Yaşam hakkı en temel insan hakkı. Bütün diğer haklar buna bağlı.Devlet her şeyden önce bu hakkı ihlal etmeme, yani öldürmeme yükümlülüğü altında. Bu yükümlülük kasıtlı olmayan öldürmeleri de kapsar. Güvenlik güçlerinin can kaybına yol açan ya da böyle bir tehlike doğuran güç kullanmasının meşru sayılabilmesi için bunun mutlak bir zorunluluktan kaynaklanması ve orantılı olması gerekir. Silahsız iki çocuğa ateş edilerek öldürülmesinde bu koşulların gerçekleşmediği açık. “güvenlik güçleri onları terörist sanmıştı. Yanlışlık olmuş” gibi gerekçeler devleti sorumluluktan kurtarmaz. Bu gibi durumlarda AİHM olayın meydana geldiği koşullara bakıyor. Operasyonun planlanmasında gerekli dikkat ve özenin gösterilmemiş olması, ya da güvenlik güçlerinin eğitimlerinin yeterli olmaması yaşam hakkının ihlaline yol açıyor. Örneğin, Gül/Türkiye (2000) davasında, polisin kapalı kapı arkasından bilinmeyen bir kişiye ateş açarak öldürmesiyle ilgili olarak AİHM yaşam hakkının ihlal edildiği sonucuna vardı. Kararın gerekçesinde, polisin içeriden gelen ses nedeniyle yanılmış olabileceği, ancak tepkisinin orantısız olduğu belirtiliyor.
  2. Devletin ikinci yükümlülüğü ölüme yol açan görevlileri yargı önüne çıkarmak ve cezalandırmak amacına yönelik etkili bir soruşturma yürütmek. Bunun için savcının derhal, zaman geçirmeden olay yerine giderek olayla ilgili kroki çıkarması, görgü tanıklarının ifadelerini alması, delilleri toplaması, otopsi yapılması, cesetten çıkan kurşunları balistik incelemeye göndermesi, çatışma olmuşsa silahların üstündeki parmak izlerinin alınması, başka bir deyişle, suçluların ortaya çıkarılması için gereken her şeyin yapılması gerekir. Yaşam hakkıyla ilgili olarak Türkiye’ye karşı açılan pek çok dava etkili bir soruşturma yapılmaması nedeniyle ihlalle sonuçlandı. Ayrıca, idari soruşturmanın bağımsız bir organ tarafından değil de, ölüme yol açan görevlilerin amirleri tarafından yürütülmesi de soruşturmanın etkisiz  kalmasına neden oluyor.

Ne terörle mücadele, ne güvenlik güçlerinin yanılmış olabileceği, ekmek parası için fırında çalışan, yüzleri gözleri una bulanmış, ürkek bakışlı iki masum çocuğun öldürülmesini bağışlatmaz ya da devleti bu ölümlere yol açan görevlileri bulup yargı önüne çıkarma yükümlüğünden kurtarmaz.

Sorun devletin insan yaşamına değer veren ciddi, uygar bir devlet olup olmaması ile ilgili.