Perşembe, Kasım 21, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Archiv

Mehmet Tunç ve yoldaşlarını neden kurtaramadık?

 

 

Mehmet Tunç ve yoldaşlarını neden kurtaramadık?

 

Tarihin tüm vahşet birikimi, kendini birçok kenti yerle bir edilen Kürdistan’da tekrar güncellemiş olsa da alçaklık tarihine yeni sayfalar eklense de faşist düzen, körpecik çocuklarımızın soylu ruhu karşısında çözülmüştür.

 

21 Ocak 2017 Cumartesi 09:59

ANF - FAYSAL SARIYILDIZ

 

Her şey barışa giden yolun bir manzumesi olan Dolmabahçe mutabakatının AKP-Saray tarafından bitirilmesi ile başladı. Girê Sipî’nin (Tel Abyad) IŞİD’in elinden alınması ile Cizîr ve Kobanê kantonlarının birleşmesi ve HDP projesinin giderek toplumsallaşması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin tarihsel Kürt fobisini yeniden depreştirdi. İktidarını yitiren AKP’nin  şahsında devletin içine girdiği panik ve korku halinin tezahürü katliamlar silsilesi oldu. 7 Haziran öncesi HDP il ve ilçe örgütlerine karşı yapılan saldırı ve linç harekâtı, seçim yenilgisinden sonra Kandil’in bombalanması, Suruç ve Ankara’da IŞİD eli ile yapılan toplu kıyımlar, devletin telaş ile içine girdiği felaketin başlangıcı oldu. 1 Kasım seçimi ile beraber artık daha görünür hale gelen AKP-Özel Harp Dairesi ittifakı çözüm sürecinde soğuyan namluların ucunu Kürdistan kentlerine çevirdi.

Geçen yıl bu vakitler, Cizre, Sur ve Silopi ilçeleri başta olmak üzere Kürdistan’ın birçok kenti, binlerce zırhlı araç tarafından kuşatılmış, Cumhuriyet tarihinde ilk kez şehir merkezleri  tank, top hatta bazen uçak ve helikopter gibi  savaş araçları da kullanılarak yerle bir edilmişti. Halk olarak maruz kaldığımız klasik bir savaş değildi; Cizre’de üç ayrı adreste toplanan 143 insan, canlı haldeyken üzerlerine benzin dökülerek yakıldı. Cizre’den televizyon üzerinden tüm dünyaya seslenen Derya Koç’un duyduğumuz son sözleri, “az önce bulunduğumuz binanın bodrumundaki 20 yaralının üzerine benzin dökerek yaktılar, hala yanıyorlar. Şimdide 1. ve 2. Katta olan biz 25’e yakın kişiyi yakacaklar” oldu. İnsanlık tarihinin ortaya çıkardığı tüm kötülük potansiyeli ile Cizre’de yakın tarihin en büyük insanlık suçu işlendi. Yakılan çocuklarımızın direniş kokan ruhu kanamaya devam ediyor. Halk olarak egemenlere karşı tarifsiz bir öfkeyle doluyuz. Aynı zamanda içimize kapanmış durumdayız. Olup bitenleri doğru anlayıp tanımladığımızdan emin değilim. Bunun ötesine geçmez, maruz kaldığımız tarifsiz vahşeti anlamlandırmaz ve ‘hesabını soracağız’ın siyasetini gerçek anlamda örmez isek halkımızın onlarca yıllık soylu mücadelesinin ortaya çıkardığı tarihsel kurtuluş imkanlarını kaçırmış, büyük bir kaos yaşayan zulüm sistemine yeni vahşetler imkanı ve nefes aldırmış oluruz.

Bedirxanîlerden beri Kürdistan’da direnişin sembolü olan Cizre, tarihin hiçbir kesitinde dört parçada olup bitene karşı kayıtsız ve sessiz kalmamış, Kürtlerin hafızasında onurun ve direnişin sesine dönüşmüştür. Cizre’nin öfkesi ve direngenliğinin tarihsel arka planı bilinmeden Cizre’yi bilmek imkânsızdır. 1990’ların başında ‘Bajarê Serhildanê’ olarak adını tarihe kayıt düşüren Cizre’ye karşı devletin hıncı ve öfkesi yüzyıllara dayanmaktadır. Cizre’de inatla kentlerini koruyan ve vahşet bodrumlarında yakılan o gencecik çocukların birçoğunun 1990’larda ailelerinden biri ya vurulmuş ya kaybedilmiş ya da zindanlarda onlarca yıl yatmıştı. Son büyük barbarlığını da ‘Vahşet Bodrumlarında’ ortaya koyan Devlet Kürdün yüzlerce yıllık özgürlük mücadelesini daha da bilemiştir. Vahşet bodrumlarında katledilen Cizre Özyönetim Eş Başkanı Mehmet Tunç’un son sözlerinde ifade ettiği gibi “Bu büyük bir mücadeledir, Kürt Halkı’na sesleniyorum. Özgürlük mücadelesi uzun soluklu bir mücadeledir.”

1900’lerin başında Kürt isyanlarında idam edilen ya da sürgüne gönderilenlerin çocukları 1990’larda kenti bir direniş mevziisine dönüştürürken o insanların çocukları birçok insanın ürkerek sözünü ettiği barikatlarda ve mahsur kaldıkları bodrumlarda tarihselleşmiş zulme belleği ve benliğiyle direniyordu.  1992’de Newroz ateşini araba lastikleriyle alevlendiren o çocukların kardeşleri bu kez Cizre’de Newroz ateşini kendi bedenleriyle gürleştirdiler. Hendek ve barikatların arkasında yaşamını ortaya koyan o gençlerin hepsinin belleğinde acıya, öfkeye, direnişe ve özgür bir ülke düşüne dair sayısız hikâye ve yüzlerce anlatı vardı. Şimdide onlar, ardında bıraktıkları bizlerin belleğinde kahramanca direnişleriyle, hikâyeleriyle yer aldı;

Kekê Mahmut (Mahmut Duymak) 1990’larda köyü yakılır ve Tarsus’a göç eder; topraklarını özler ve Cudî Mahallesinde Mala Gel’in tam karşısında bir ev tutup tekrar Cizre’ye yerleşir. Yırtık ayakkabısıyla ve onurlu duruşuyla yıllarca mahallelerde örgütleme çalışmalarında yer alır ve genç yoldaşları ile dayanışmak için girdiği bodrumlarda şehit düşer ve bir poşet kemiği teslim edilir eşine. Kızı fırından her ekmek almaya gittiğinde babasının yakıldığı bodrumun önünde geçmektedir; babasının bizlere bıraktığı onurlu bir yaşamın gururuyla ve babası gibi dimdik!

Mehmet Tunç, köyleri 1990’larda yakılan yurtsever bir emekçidir; birçok ailenin Türkiye metropollerine savrulduğu bir dönemde gelip Cizre’nin orta yerine yerleşir. Kalabalıkların karşısında mikrofonsuz konuşabilecek kadar sesi gür olan Mehmet’in ‘Biz direndik ve halkımız bizimle gurur duysun’ diyen sesi hala Cizre sokaklarında dağılıp Cudî’nin derin vadilerinde yankılanmaktadır.

Asya, Berjîn, Eylem, Feride ve onların onlarca kadın yoldaşı sadece ceberut bir devlete karşı değil aynı zamanda devletin erkekliğine ve erkekleşmiş bütün iktidarlara karşı direniyorlardı. Kadınlar, gençler, çocuklar o vahşet günlerinde bodrumlara düşen ve kavrulan bedenlerinin ateşe ve küle dönüşerek yeniden yeşereceğini biliyorlardı. Berjin direniş günlerinde “Erdoğan’ın unuttuğu bir şey var bizler toprakta can bulur ve yeniden yeşeririz ama şunu iyi bilin ki biz sadece insanlığa güzellik katarız ve utandırırız sessiz kalanları…” demişti. Berjin sözünde durdu ve sessiz kalanlara ebedi bir utanç bıraktı.  

Cenazesi 3 ay sonra teşhis edildi Asya’nın. Kadınların omuzunda gül tohumları ile ekilen bedeni özgür kadınla yeniden dirilecek yeniden direnecek.

Devletin ceberut yüzüyle tarihleri boyunca karşılaşan ve direnen bu insanlar, Kuzey Kürdistan’da Özyönetimin ilk uygulayıcısı ve öncüsü olmuşlardır. Bugün sınırsız OHAL ve sonsuz KHK ile yaşam hakları elinden alınmak istenen Kürdistan ve Türkiye halklarının umudu olacak özgür yaşam uğruna yaşamlarını feda ettiler. Vahşet bodrumları büyük bir fedailiğin, adanmışlığın ve onurlu direnişin imgesine dönüşürken aynı zamanda genel bir duygusal kırılmanın en önemli fay hatlarından biri olmuştur. Cizreliler tanıklıklarını anlatırken, devletin vahşet bodrumlarında büyük çoğunluğu yaralılardan oluşan insanlara yönelik uyguladığı katliama karşı toplumsal sessizliğin kendilerini asıl yaraladığını belirtmişlerdir. İşte bu toplumsal sessizliğin açtığı yaradan, vahşetin tam orta yerine çığlıklar içinde Bêkes (Orhan Tunç’un oğlu) doğdu.

Bu gün yaşadığımız ve insanı kahreden bu sessizliğin başladığı günün o bodrumlara karşı sessiz kaldığımız gün olduğunu hepimiz biliyoruz… Sessizliğin azabını yaşıyoruz.

Devletin demirden imal edilmiş ölüm makinaları ile kentlerimizi vurduğu günlerde barikatlarda direnen gençlerin tarihsel ve politik itirazlarını “hendek siyaseti” olarak adlandıran iktidar, yaşananları salt bir asayiş olayına indirgedi. Maalesef o süreçte aynı siyasal çatı altında siyaset yaptığımız bazı arkadaşlar da “hendek siyaseti” lafını kullanarak iktidarın diskur ve grameri ile öz yönetim direnişlerine yaklaştı. Tabi ki her büyük toplumsal kalkış, kendi içinde hataları ve eksiklikleri barındırır. Yöntem ve zamanlamaya dair sarf edilecek çok söz, yapılacak çok eleştiri vardır. Ancak iktidarın anlam dünyası ile direnişi tefsir etmeye kalkışma garabeti ve yaşanan vahşet karşısındaki sükûn ve kayıtsızlık, bugün OHAL adı altında yaşadığımız koyu faşizme kapı araladı. Cizre’de ilk kez Kobanê’nin AKP’nin açıkça destek sunduğu IŞİD tarafından kuşatılarak yerle bir edildiği günlerde hendekler açılmış ancak Kobanê’nin soluklanması ve kimi girişimlerin akabinde tekrar kapatılmıştı. Kürdistan’ın hiç bir kentinde henüz tek bir hendek kazılmamış iken, Ortadoğu’da Kürt Siyasal Hareketinin öncülüğünde gelişen devrimsel gelişmelere cevap niteliğindeki 14 Eylül 2014 tarihli çöktürme imha planının içeriğine bakılmadan Kürdistan’daki tarihsel yıkım ve vahşeti bir kaç hendeğe bağlamak, büyük bir siyasal körlük değil ise art niyetli bir yaklaşımdır.

Tarihin tüm vahşet birikimi kendini birçok kenti yerle bir edilen Kürdistan’da tekrar güncellemiş olsa da, alçaklık tarihine yeni sayfalar eklense de, analarımızın yüreğine tarifsiz acılar salınmış olsa da, faşist düzen, körpecik çocuklarımızın soylu ruhu karşısında çözülmüştür. O ruh, Amed zindanı karanlığını, ateşe verdikleri bedenleriyle aydınlatan Ferhatlardan devr alınarak bugünlere taşındı. Yenilmez olan o ruh,  Kobanê’de de görünmüştü bize. Egemenlik sistemi kokuşmuş ve tarihinin en büyük krizini yaşıyorsa nedeni o ruhtur.

O büyük direniş günlerinde onların o büyük yüreklerinin sesine yüreklerimiz sessiz kalmışsa bugün de tıpkı Sayın Öcalan’ın da sorduğu gibi şu suali mahşere kadar sormalıyız: Mehmet Tunç ve yoldaşlarını neden kurtaramadık?