Bu eylemler kimin işine yaradı?
Ahmet Aydın
06. 04. 2015
7 Haziran‘da yapılacak olan Genel Seçim Türkiye’deki siyasal ve sosyal mücadele süreci açısından kritik öneme sahiptir. Aslında, AKP iktidarı altında geçen son on yılda gerçekleşen her seçim ve referandum hemen hemen aynı derecede kritik öneme sahipti. Bu özgün durumun nedenini AKP iktidarının niteliğinde ve stratejik hedefinde aramak gerekiyor.
Çok partili sisteme geçişinden bu yana; Genel Seçimler, Türkiye için her zaman önemli dönüşüm ve kırılma süreçleri olmuşlardır. Ancak, 7 Haziran‘da gerçekleştirilecek Genel Seçim, belki de TC tarihinin en önemeli seçimidir. Çünkü bu seçimde Türkiye, (demokratik bir tarzda gerçekleşip gerçekleşmeyeceği meselesi bir yana) bir rejim tercihi yapacaktır. Daha açık bir ifadeyle söylersek, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP önümüzdeki seçimde istediği çoğunluğu elde ederse, şimdiden fiilen uygulamaya koyduğu „saltanat ve hilafet“ rejimini; siyaseten ve hukuken meşrulaştırmış olacaktır.
Erdoğan’ın ifadesi ile „1946’dan başlattığı parlamenter sistem 10 Ağustosta bir daha geri dönüşüm olmamak üzere milletimiz tarafından bekleme odasına alındı.“ Bu sözlerin içeriğinden sadece bir yönetim sistemi değişikliği değil, aynı yamanda bir rejim değişikliği amacını okumak gerekir. Tekrar belirtelim, hali hazırda, resmen yürürlükte gözüken anayasa ve ona dayalı rejim askıya alınmış, yerine bir ara rejim, yani Recep Tayyip rejimi geçirilmiştir. Erdoğan ve ona bağlı iktidar kliğinin amacı bu ara rejimi kalıcılaştırmaktır.
Erdoğan’ın faşist bir diktatörlük kurmaktan başka çıkar yolu yoktur. Boğazına kadar yolsuzluk, hukuksuzluk ve suça bulaşmıştır. Muhalefete karşı derin devlet eli ile yürütülen örtülü operasyonlar, seçim hileleri, cinayetler, katliamlar ve ortalığa saçılan yolsuzluklar, bütün bunlar AKP ve Erdoğan’ı „dönüşü olmayan“ tek yönlü bir yola sokmuş durumdadır. Sadece Suriye’ye karşı yürütülen örtülü savaşta işlenen insanlık suçları bile, bu rejimin tüm sorumlularını ömür boyu mahkum ettirmeye yeter. Girdiği bu ‘‘dönüşü olmayan‘‘ yolda, tökezleyip düştüğü anda yok olacaktır.
Üstelik her geçen gün içerde ve dışarda yalnızlaşmakta ve düşman cephesini genişletmektedir. Bütün baskı ve şantaja rağmen Türkiye ve Kürdistan’daki muhalefet hareketini bastıramamış ve mutlak çoğunluğu sağlayamamıştır. Bu aşamadan sonra muhalefeti geriletmenin tek yolu; baskı ve şiddetin dozajını arttırmaktır. Ancak unutulan bir şey vardır: Toplumun işleyiş yasaları göstermiştir ki; uygulanan baskı ve şiddet, karşı baskı ve şiddet olarak geri döner.
Erdoğan’ın girdiği her seçimi, „varlık yokluk“ meselesi olarak görmesinin ve dolayısı ile son on yılda yaşanan seçimlerin kritik öneme sahip olmasının nedeni bu durumdur. Toplumsal ve siyasal kamplaşma ve gerilim öylesine bir duruma gelmiştir ki; her hangi bir seçimi kaybetmesi, Erdoğan ve AKP iktidarının çökmesine neden olacaktır. Erdoğan bu gerçekliğin farkındadır ve bu durumun yarattığı korku onu giderek daha saldırgan ve çılgın bir hale getirmektedir. Bu durumda onun kendisini kurtarmak için her türlü karanlık ve vahşi operasyonu gerçekleştirebileceğini öngörmek gerekir.
Erdoğan’ın seçimlerde kazanması için her alanda kazanması gerekiyor. Yani bu savaş Erdoğan ve AKP için topyekun bir savaştır. Erdoğan ve AKP iktidarı hayatın her alanını mutlak anlamda hakimiyeti altına almak, itiraz edecek tüm kesimleri de şiddet, tutuklama, şantaj, ekonomik çökertme ve itibarsızlaştırma yolu ile teslim almak zorundadır. Yani Erdoğan ve AKP’nin girdiği tek yönlü zorunlu istikametin sonu şu cümlede özetlenir: Ya faşizm ya ölüm.
Yeni çıkarılan güvenlik yasası, Erdoğan ve iktidarının bu kaybetme korkusunun ürünüdür. Bu yasayla; kitlesel muhalefetin şiddetle bastırılması ve toplumun susturulup teslim alınması hedefleniyor. Bu koşullarda seçim için istenen zemin hazırlanarak toplum şiddet, ekonomik-siyasal baskı ve kara propaganda etkisi altında bir tercihe zorlanacaktır. Kürt Ulusal Hareketi’ne ‘‘kamu düzeni’’ gerekçesi ile ısrarla dayatılan „mutlak eylemsizlik“ talebi de, bu seçim ortamının oluşturulmasına yöneliktir.
Toplumun üstüne bir karabasan gibi çökmüş olan AKP iktidarının izlediği bu strateji ve taktik çizgi göz önüne alındığında, son dönemde DHKP-C‘nin gerçekleştirdiği eylemlerin kimin işine yaradığı sorusuna daha doğru bir cevap bulabiliriz.
Haklı amaç yanlış yöntem
31 Mart 2015 tarihinde, DHKP-C’li Şafak Yayla ve Bahtiyar Doğruyol, İstanbul Adliyesi‘nde Berkin Elvan dosyasına bakan savcı Mehmet Selim Kiraz’ı rehin aldı. Eylemcilerin en önemli talepleri, Berkin Elvan’ı vuran polislerin kimliklerinin canlı yanında yine polis tarafından açıklanması ve bu polislerin yargılanmasıydı. Fakat yürütülen görüşmelerde bir çözüme ulaşılamadı ve polisin düzenlediği operasyon sonucu her iki eylemci ile birlikte rehin alınan savcı öldü. İşin en garip tarafı, üç kişinin ölümü ile sonuçlanan bu operasyon, devlet yetkilileri tarafından başarılı olarak görüldü ve operasyonu düzenleyen polisler kutlandı. Eylemin biçimi ne olursa olsun, öne sürülen talepler haklı ve karşılanabilir taleplerdir. Yani yanlış atılmış bir adıma rağmen, süreç kontrol altına alınıp insanların ölümü önlenebilirdi. Ancak yaşananlar göstermiştir ki, Türk Devleti hala böylesi bir demokratik olgunluktan uzaktır.
AKP iktidarının bu operasyon sonrası geliştirdiği saldırı dalgasına geçmeden önce bu eylemin biçimi ve içeriğine ilişkin bazı şeyler söylemek gerekiyor.
Eyleme katılan insanlar iyi niyetleri ile ve gerçekten adaleti sağlamak amacıyla bu eyleme katılmış olabilirler. Ancak yöntem, araç ve sonuçları itibari ile bu eylem iktidara değil, halk muhalefetine zarar vermiştir. Başka bir ifadeyle, bu eylemin talepleri haklı ancak taleplerin dile getiriliş yöntemi ve araçları yanlış seçilmiştir.
Öncelikle, bir insanın başına silah dayayıp resim çektirme, devrimci hareketin değerleri ile bağdaşmaz. Böylesi bir tavır, tutsaklara kötü muamele anlamına gelir. Türkiye’de polisin bu yöntemi sık sık kullandığını ve tutsakların başına silah dayayıp sorgulamaya çalıştığını biliyoruz. Üstelik bu görüntü, IŞİD’in kurbanlarının boğazına bıçak dayayıp resim çektirip yayınlandığı bir ortamda, devrimcilere yönelik oldukça kötü bir imaj yaratmıştır. Nitekim bu durum bazı basın mensuplarınca kullanılmıştır.
İkincisi, öldürülen bir insanın katillerinin açıklanması için silahlı eylem yapmak ve bu eylem sonucunda yine bir insanı öldürmek evrensel adalet değerleri ile ve devrimci siyasi mücadele anlayışı ile bağdaşmaz. Devletin idam uygulamasına karşı çıkıyorsak, devrimcilerin de benzer cezalandırmalar yapmasına karşı çıkmak durumundayız. Berkin Elvan’ın katillerinin bulunması siyasi ve hukuki bir mücadelenin alanına girer. Silahlı eylem ancak bir karşı askeri tehdidin bertaraf edilmesi ya da meşru savunma durumu söz konusu olduğu zaman gerekli ve meşru hale gelir.
Aslında, Gezi Direnişleri sonrasında polis tarafından işlenen cinayetlerin faillerinin bulunması noktasında kamuoyunda giderek artan bir duyarlılık oluşmaktadır. Son olarak, bünyesinde pek çok ünlü sanatçıyı barındıran Sanat Meclisi, Berkin Elvan’ın katillerinin bulunması amacıyla „11 Mart’ta Hayatı Durdur“ sloganı ile bir eylemlilik süreci organize etmişti. Kitle eylemlerinden oldukça korkan iktidarın bu eylemi baltalamak için yoğun bir çaba sarf ettiğini ve eylem çağrısı yapan bazı sanatçıları hedef haline getirdiğini görüyoruz. Gerçekleştirilen bu silahlı eylem, 11 Mart’ta düzenlenmesi düşünülen bu kitlesel eylemi sekteye uğratmıştır. Bu durumda söz konusu eylemin gerçekleştirilme koşulları zayıflamıştır. Bir anlamda da Sanat Meclisi üyesi sanatçılar bu silahlı eylemi düzenleyenlerle aynı safta gibi gösterilmişlerdir. Berkin Elvan’ın ailesi de aynı pozisyona düşürüldü. Nitekim düşürüldükleri zor durumun farkına varan aile ve sanatçılar, kendileri ile bu tür anlayışlar arasına bir çizgi çekmek için açıklama yapmak zorunda kaldılar.
İktidar Adliye eylemini muhalefete karşı saldırının zeminine dönüştürdü
İstanbul Adliyesi‘nde düzenlenen operasyon sonrasında, başta Erdoğan ve Davutoğlu olmak üzere hükümet yetkilileri ve yandaş basın tüm muhalefet güçlerine; özellikle yeni güvenlik yasasının çıkarılmasına gerekçe yapılan, gösterilerde kullanılan maske ve Molotof Kokteyli üzerinden saldırmaları, iktidar güçlerinin bu alandaki hedeflerini ve saldırı taktiklerini ortaya koymaktadır. Eylemin başlamasından kısa bir süre sonra, sanki önceden hazırlık yapılmışçasına bütün iktidar çevrelerinin aynı argümanlarla ve azgınca saldırmaları gerçekten düşündürücüdür.
İktidar bu eylemleri, çıkardığı faşist güvenlik yasalarını meşrulaştırmak, muhalefeti „terörle işbirliği“ suçlamasıyla psikolojik baskı altına alıp geriye çekilmeye zorlamak ve Gezi Direnişleri sürecinde işlediği suçları örtmek için kullanmıştır. DHKP-C’li eylemcilerin basına yansıyan fotoğraflarında maske takmaları, iktidar kesimleri tarafından, “işte bakınız teröristler maske takıyor“ demagojisi ile kamuoyuna yansıtılmıştır. Böylece kitle gösterilerinde maske takan her kes bu eylemcilerle özdeşleştirilmiş ve bu insanların katledilmesi meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Halbuki dünyanın her yerinde yapılan kitle gösterilerinde göstericiler maske takmaktadır. Bu tür protesto gösterilerine katılan her kes çok iyi bilir ki, maske bir saldırı düzenleme amacıyla alınan bir tedbir değil, çoğunlukla iktidarın keyfi uygulamaları ile yasaklanmış gösteriler nedeniyle kovuşturmaya uğramayı önlemeye yöneliktir. Yani savunma amaçlıdır. Molotof Kokteyli de bazı ekstrem gruplar dışında genellikle, polisin zırhlı araçlarla gerçekleştirdiği saldırılara karşı kullanılmaktadır. Direk insana karşı kullanılmadığı zaman ölümcül etkisi hemen hemen yoktur. Nitekim bugüne kadar Türkiye’de düzenlenen yüzlerce gösteriye rağmen göstericilerin saldırısı sonucu ölen tek bir polis bile yoktur. Hal böyleyken, maske takan ve Molotof Kokteyli kullanan göstericilere karşı silah kullanmak cinayet işlemekle eşdeğerdir.
Ahmet Davutoğlu olay sonrası yaptığı açıklamada bu eylemi fırsata dönüştürerek yeni güvenlik yasasını meşrulaştırma gayreti ile gösteri yapacaklara şu tehditleri savurmuştur:
„Geçen hafta çıkan iç güvenlik yasası dolayısıyla yasal zemin de kazanmış şekilde bir kişi dahi yüzünü örterek şiddete Molotof kokteyline yönelir ve bu toplumun bu ülkenin geleceğini tehdit eden tavır sergilerse çok açık söylüyorum, şimdiden uyarıyorum, hiçbir şekilde müsamaha gösterilmeyecektir. Kim olursa olsun ve ne niyetle çıkarsa çıksın sokağa izinsiz şekilde çıkarak ülke güvenliğini tehdit edene karşı müsamaha gösterilmeyecektir. 1 dakika dahi müsamaha gösterilmeyecektir.”
Bu açıklamanın, hemen İstanbul Adliyesi’nde üç insanın ölümüyle sonuçlanan operasyon sonrası yapılması, maske takan ve Molotof Kokteyli atan göstericilerin aynı şekilde öldürüleceğini ilan etmek anlamına gelir. Davutoğlu’nun bu eylemle kitle gösterilerini ilişkilendirmesi onun art niyetini ve gerçek amacını yeterince ortaya koymaktadır. Bu politika, tarih boyunca egemen güçlerin halka karşı uyguladığı korku siyasetinin yani “birkaç kişiyi asın bakın bir daha yaparlar mı” anlayışıyla ile sürekli topluma empoze edilen despotik zihniyetinin ürünüdür. Ve yine politika özellikle 90’li yılların ilk yarısında Kürdistan’da gelişen serhildanların bastırılması için uygulanan kitle katliamı siyasetine dönüşün ifadesidir.
Erdoğan ise eylemcilerin Avukat cübbesi ile Adliye’ye girdiklerini ileri sürerek Avukatları hedeflemiştir. Bu açıklama ile birlikte Avukatlara yönelik çok yönlü bir baskı uygulanmaya başlanmıştır.
Adliye operasyonu sonrasında açıklamalarda bulunan sözde Adalet Bakanı Kenan İpek ise, Türk Devleti’nin geleneksel zihniyetini apaçık ortaya sermiştir. Konuşmasında sarf ettiği “Hepsinin defteri dürüldü” cümlesinden anlaşılacağı üzere, baştan sona kadar hayvani bir öldürme isteğini dışa vuran ve görevi “Adalet Bakanı” olduğu iddia edilen bu kişi, yine de başkalarını ’’sapkınlık’’la suçlayabilmektedir. Bu ibretlik açıklamanın bir bölümü şöyle:
"Psikolojik sorunlar içerisinde yaşadıkları toplumla bir bağı olmayan bu marjinal sapkınlar, toplumun tedaviye muhtaç kesimleridir. Bu sapkın alçaklar, aziz milletimizle bağ kurmayı beceremedikleri için şiddet ve terör yolunu seçmektedirler. Gençlerimizi boş hayaller, olmayacak ve gelmeyecek devrim masalları ile uyuttukları, ailelerinden kopardıkları, beyinleri yıkadıklarını biliyoruz. Bütün bu hesaplar üzerine bir de farklı hesaplar yapan hainler var. İşte bu küresel maşalar, küresel hainler bu terör örgütlerini besliyor ve sahaya sunuyorlar. …Tarih boyunca bu millete musallat olan ne kadar hain, ne kadar alçak, ne kadar sahtekar varsa, hepsinin defteri dürülmüş, hadleri bildirilmiş, cezaları verilmiştir.”
Kenan İpek bu görüşleriyle, 12 Eylül döneminden kalma bir işkenceciyi andırıyor. Bu kişinin AKP ideolojisi ile harmanlayıp ortaya koyduğu görüşler, 12 Eylül rejimin işkence hanelerinde ve zindanlarında devrimcilere karşı bolca kullanılmıştı. Kurulu düzeni savunan burjuva ideologlarınca ileri sürülüp, iktidarların güvenlik güçlerince ideolojik ve psikolojik savaşın malzemesi olarak kullanılan bu görüşler, devrimcilerin fikirlerinin ve eylemlerinin sosyal çelişki ve gerçekliğe değil, kişisel ve “psikolojik rahatsızlıklara” dayandığını ileri sürer. Çünkü onlara göre; zaten toplum “doğal” işleyişi içinde bulunmaktadır ve kurulu düzen çok güçlüdür. Bu durumda toplumu “doğal” yapısından saptırmaya çalışmak ve böylesine güçlü siyasal-ekonomik-askeri bir güce, elleri ve o ütopik fikirlerinden başka bir şeyleri olmayan gençlerin kafa tutması, hele hele sadece kendi bireysel kurtuluşlarını gerçekleştirmeye çalışmak yerine toplumun kurtuluşu ile de uğraşmaları, bu burjuva kafalılar için “sapkınlık”tan başka bir şey değildir. Onlar kendi konumlarından meseleye baktıklarında elbette haklıdırlar. Bir devlet kurumunda ya da bir özel şirkette dolgun maaşlı bir mevki kapmak, rüşvet ve mevki nüfuzu ile zengin olup hayatin sefasını sürmek varken, işçinin, yoksulun, Kürdün, Alevinin, kadının hakları için mücadele etmek, işkencelere uğrayıp hapislere düşmek ve hatta ölmek (hem de para almadan) akıl kârı bir iş değildir. Bu faşist kafalıların anlamadığı şey, toplumda her kesin onların durduğu yerde durmadığı ve her kesin onlar gibi düşünmek zorunda olmadığı gerçeğidir.
Devrimcilik halkın çıkarlarını esas alan akıl, bilinç ve vicdan işidir
Daha önce belirtiğimiz gibi, yapılan yanlış eylemler de iktidar güçlerinin kullanması için oldukça uygun bir ortam sunmuştur. Bu eylemlerde ortaya konulan eylemci profili adeta ölüme ve öldürmeye meraklı bir profildir. Halbuki devrimcilik yaşamı esas alan, onu özgürleştirerek daha da anlamlı kılmaya çalışan bir eylemdir. Bu nedenledir ki, devrimciler şiddete bir zorunluluk durumunda ve yaşamı savunmak için başvurular.
Adliye eylemi adeta bir intihar eylemidir. Bu eylem sonrası İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne karşı saldırı girişiminde bulunan Elif Sultan Kalsen’in adı da uzun zamandır “intihar eylemcisi” olarak basında yer almaktaydı. Yayınlanan görüntülerden anlaşıldığı kadarı ile Emniyet Müdürlüğü’ne yaklaşırken daha ateş etmeden kendisi vuruluyor. Bu durum eylem girişiminden sanki polisin önceden bilgisi olduğunu gösteriyor. Elif Sultan Kalsen daha önce de Sultan Ahmet Meydanı’nda bulunan Karakola düzenlenen intihar saldırısının sorumlusu olarak gösterilmiş, DHKP-C’de bu eylemi üstlenmişti. Bu üstlenmenin iletişimsizlikten kaynaklandığı belirtilmiş, diğer taraftan Elif Sulatan Kalsen’in benzer bir eylem planladığı kabul edilmişti. Bu işin arka planı ne olursa olsun yapılan üstlenme açıklamasının AKP iktidarına adeta bir can simidi gibi geldiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü eylemin radikal dinci örgütler tarafından yapıldığı baştan kamuoyuna açıklansaydı, bu örgütlerle içli dişli olan iktidar kamuoyu karşısında zor duruma düşebilirdi. Kamuoyu neden iktidarın bu örgütlerin üstüne gitmediğini sorgulayabilirdi. DHKP-C’nin üstlenmesi iktidarı bu zorluktan kurtarmıştır. Sonradan gerçek ortaya çıkmışsa da olay gündemden düştüğü için fazla bir etkisi olmamıştır.
Açıktır ki, son düzenlenen bu eylemler kamuoyunun zihninde ciddi soru işaretleri oluşturmuştur. Böylesine deşifre olmuş kişilerin izlenmediğini söylemek ve böylesi koşullarda neden eyleme sürüklendiklerini açıklamak oldukça zordur. Bu eylemlerden sorumlu olan grup, iktidarın işine yarayan böylesi eylemleri durdurmak ve gerçekleştirilen eylemler konusunda kamuoyuna ciddi ve ikna edici bir açıklama yapmakla yükümlüdür.
Son olarak, devrimcilik halkın çıkarlarını esas alan akıl, bilinç ve vicdan işidir. Devrimciler sahiplerine kayıtsız şartsız biat eden kullar değildirler. Her devrimci, örgüt adına bile yapılsa, yapacağı eylemi sahip olduğu değerler süzgecinden geçirip karar vermek ve gerektiğinde örgütünü eleştirip doğru çizgiye çekmekle yükümlüdür. Devrimcilerin bu konudaki ilkesi “parti ile halkın çıkarı çeliştiğinde halkın çıkarını esas almak”tır.