Ahmed Arif'i de katarak yanımıza...
Osman OĞUZ / Özgür Politika / 17 Haziran 2015
Dört yıl önce, yine bir yaz günü... Diyarbekir'in insanı kendine dokunmaktan bile korkutan sıcağına eklenen seçim sıcağı altındayız. Zor ettiğimiz akşam üzeri, Ahmed Arif Kütüphanesi olarak kullanılan Ermeni konağının bahçesini sulamakla başlıyoruz işe. Kara taşla buluşan su, önce çabucak buhara dönüşüyor, yüzümüze bozkırın ortasında denizce bir meltem dokunuyor. Taşı soğutmak, ısrar istiyor.
Ahmed Arif Kütüphanesi, güzel bir bina. Hangi Ermeni konağı değil ki! Geniş avlusuna açılan birkaç giriş var. Bunlardan birinde, kütüphanenin kayıtları tutuluyor. Bir başka girişten zemin kata iniliyor ki, burası Diyarbakırlı yazarların kitaplarıyla dolu. Bir üst kata çıktığınızda gözünüzü, Ahmed Arif'in hatıraları dolduruyor. Eskimiş bir gözlük, dolmakalem; mürekkebi çoktan kupkuru kalmış bir kağıt parçası; çalışır vaziyette mi bilinmez bir daktilo... Duvarda Ahmed Arif'in sureti, şiirleriyle birlikte arz-ı endam ediyor. Kara taşların arasında tüm bunlar, şiirle dolduruyor insanın kafasını. Leyla düşüyor akla; sonra hapishaneler, yeşil soğan. Bir duman alıyor insan, dolu; bir duman, kendini öldüresiye. Hiçbir şey için olmasa, o çağa tarihen, zihnen, hissen uzaklıktan...
Sonra kafanın içi dopdolu, yan odaya da geçiyorsun illa ki, karşına geniş ekran bir televizyon çıkıveriyor. Çıkmaz mı! Sanki ustalıklı bir psikolojik deney tertiplenmiş, öyle bir çarpılma! "Kendine gel, sen o değilsin, olamazsın" diyor, mekanik bir dış ses.
***
Tamam, zaten Ahmed Arif'i anlatmak değildi derdim. O kütüphanede o gün, seçimleri izledik. Bugün nasıl heyecanlıysak, o gün de öyle. KCK operasyonları, Roboskî, bitmeyen saldırılar... 2006 Mart Serhildanı'nda yükselen dumanlar, bir türlü kalkıp gitmemişti kentin başından. Üstüne, pudralı televizyon analizcilerinin "en demokratik hak" deyip durduğu seçimler bile harp cephesine dönüşmüş; adaylık iptalleri, "sine-i millet" çağrıları, on binlerin çatıştığı sokak eylemleri gırla gidiyordu. Aslında ülke bildiğimiz gibiydi; yalnız biz daha iddialıydık. Hal böyle oluncaysa heyecan katlanıyordu. Seçime bağımsız adaylarla katılan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu'nun başarısı, "daha fazlası" için yeterli iradeye, cesarete -belki de olanağa- sahip olmayanlar için "intikamın" tek koşuluydu. Başka herhangi bir şeyin "yüreğimizi soğutma" şansı yoktu.
"O günler, bugünler gibi değildi" dedik; sadece saldırılar bağlamında değil. Kara taşını suladığımız Ahmed Arif Kütüphanesi, iktidar partisinin icraatı, şirinlik gösterisiydi. Sahada saldırganlaşan, halkın en ufak refleksine devasa bir zulümle mukavemet eden devlet, bir yandan da TRT Şeş gibi abuk gösterilere girişiyor; işin açığı, alıcı bulmakta da pek zorlanmıyordu.
Yılların egemen düsturu, işlemeyi sürdürüyordu; baş edemediklerini kapsamak için can atıyorlardı. Özgürlük talebiyle boşanmış bir Kürtlüğü kapsamak kolaydı; ama politik bilince, maharete sahip olan Kürtlüğü diskalifiye etmek bir türlü mümkün olamıyordu. Ahmed Arif Kütüphanesi, bu sürecin nüvelerinden biri olarak çıktı ortaya. Kültür Bakanlığı eliyle AKP, Ahmed Arif'i, o güzelim şairi elimizden almaya, sahte demokratikleşme sürecinin suretine dönüştürmeye çalıştı. Ama bir şeyi hesaba katmamışlardı: Duygunun, fikrin -dolayısıyla şiirin- ehlileştirilmesi, tarihin hiçbir döneminde mümkün olmamıştı.
***
İlk sonuçlar açıklandığında, zafer hissiyle dolmuştuk. Herkesin aklında aynı şey dönüp duruyor: O kadar saldırdınız; bunca gaz bombası, gözaltı, tutuklama, katliam; neye yaradı? Kendi silahlarımız yetmedi, sizin silahınızla da vurduk sizi!
Ankara'dan iki arkadaş da vardı o gün. Onları da yanımıza katıp, sesi takip ettik. Ulu Camii önünden geçip Balıkçılarbaşı'na ulaştık, orada el verdik ilk halaya. Saatler boyunca yürüyüp durduk sokaklarda; en fazla elli adımda, yeni bir halay. Birbirine mutlulukla bakan, zafer işaretleriyle selamlaşan binlerce insan... Mutluyduk. Çok. Kazanmıştık. Sonra iptaller, sonra gaz bombaları, sonra bir acayip hissiyat... Ama kazanmıştık. İçimizde, bir halkın kaybedecek yaşı geçtiğine dair o gün meşum olan bir his büyüyordu. Büyüyorduk.
***
O gün tahmin etmezdim hiç, bir sonraki seçimi Avrupa'dan izleyeceğimi. ("İzlemek", sözcüğün gerçek anlamıyla.) Gerçi öyle ya, bir yanıyla "diaspora Kürdistanı"na dönüşmüş durumda, buradaki Kürt toplumsallığı. Eksik elbet; hatta her şeyden daha çok var olan, yokluk. Yokluğun varlıktan daha hissedilir olduğu yerde, her şey eksik yaşanıyor.
Seçim zaferi, bu hissin belki de en aza indiği an oldu. Daha o akşam, Frankfurt'un en işlek meydanını dolduran yüzlerce Kürt arasında coşkuyla gezinen Emin Hoca'nın, keyifle gülüp yumruklarını sıkarak söyledikleri, halet-i ruhiyemizi özetliyordu aslında: "Cumhuriyetin temellerine dinamiti koyduk yoldaş! Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!"
Olmayacaktı; bir kere biz, eskisi gibi olmayacaktık. Sadece kazanmamış, bizim olanı ellerinden almaya gerçekten başlamıştık. Artık kimse, Kürdistan üzerine ahkam kesemezdi mesela. Değerlerimizi kimse, hiçbir düzlemde bizden daha güçlü savunamazdı. Kimliklerin birbirinden öyle ya da böyle uzaklaşmasıyla ortaya çıkan boşlukta ele geçirdiklerini de alabilirdik geriye. Kimbilir, mesela belki de Antep'in Kürt Karayılan'ı ve Türk Şahin'i, Sarımsak Tepe'de birlikte dövüşecekti bugün. Mesela, Aydın'ın tepeciğinin iki yamacına düşmüş köyler, imeceyi düşünecekti. Yoğurtçu Parkı'nda birleşen eller giderek çoğalacak; memlekette sevgi kadar öfkenin, mücadele azmi kadar birlik heyecanının hayaleti gezinecekti belki. Soykırım taşından örülü kütüphaneden tamamen çıkacaktı Ahmed Arif; ehil sandıkları şiirlerini ve "zinhar dokunmadıklarını" birlikte, halkıyla söyleyecekti.
***
Ahmed Arif Kütüphanesi'nde seçimleri izlediğimiz o günler, "munis ve sokulgan" bir gülümsemenin memleketi zehirlediği günlerdi. Zehrin tam idrakı henüz tamamlanmıştı; bünyeden atımınaysa vardı daha. İnananlar çoktu. Diyarbekir'de herkesin elinde uzun süre, bugünün en pespaye yandaşlarını handiyse fabrikasyon bir düzende üreten yeşil logolu gazete vardı. Zorda kalmışmış da üç-beş almak gerekiyormuş filan.
Tüccar gülüşlü dönemin Kültür Bakanı bir "resepsiyonda" Nazım Hikmet şiiri okuduğunda da, o kütüphanenin şairlerimizin suretleri ve "ehil" zannedilen şiirleriyle bezeli kara taşları arasında da, yeşile boyalı gazetelerin "demokratik siyaset" analizleriyle dolu çay sohbetlerinde de aklıma, aynı yüz yıllık paragraf düşüp durdu aylar boyunca: "Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıkla ödüllendirir; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçalma kampanyalarıyla karşılar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları 'teselli etmek' ve onları aldatmak için adlarını bir ayla ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle devrimci öğretiler içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir." (Lenin; Devlet ve Devrim'in hemen başında)
Hemen ardından, Kütüphane'nin duvarlarında rastlayamayacağınız o şiir: "Yürü üstüne üstüne/Tükür yüzüne celladın."
Artık hiçbir şeyimizi vermeyeceğiz onlara. İnanmayacağız, teslim olmayacağız, teslim etmeyeceğiz. Değerlerimizi bize karşı kullanmalarına izin vermeyeceğiz. "Onların olayı başka, bizimki başka!" Onlar, bizi meclisten ibaret, kendi siyaset çemberlerinden ibaret sandıkça, "dışarda" kurmaya, "inşa etmeye" devam edeceğiz. Yeni bir toplumu, yeni bir siyaseti, yeni bir ekonomiyi, yeni bir yaşamı... Kendi değerlerimiz, kendi gözlerimizle. -Elimizden çaldıkları, çalmaya yeltendikleri de dahil- Kendi kahramanlarımızla. Ve her şeyden önce, kendi meclislerimizle...
'Bizi hiçe sayanlar bilsin', şimdi sıra bizde...