Recep Tayyip Erdoğan’ın suçunu küfür ve hakaretle örtme taktiği
Ahmet Aydın
09. 07. 2015
Recep Tayyip Erdoğan’ın sıkça kullandığı bir taktiği var. O, özellikle suçüstü yakalandığı durumlarda, yapılan veya yapılacak olan eleştiri ve tepkileri bastırmak için, bazen ibret olması amacıyla tek tek kişileri hedef haline getirerek; bazen de tüm muhalif kesimleri kapsayacak tarzda, bağırıp çağırarak ortaya küfür ve hakaretler savuruyor. Aslında bu taktik Anadolu insanının yabancı olduğu bir taktik değildir. Halk bu numarayı yapanları “yavuz hırsız” olarak nitelendirir.
Taktiğin gücünü keşfeden ve sistematik olarak kullanan Erdoğan, böylece iki hedefi birden vuruyor: Birincisi kamuoyu “bu kadar sert konuştuğuna göre demek ki haklıdır” algısına kapılıyor. Yandaş basının “haksızlığa dayanamıyor, canı yandığı için sert konuşuyor” propagandası da, bu algıyı güçlendireme yönünde harcanan bilinçli bir çabadır.
İşin doğrusu, pek çok kez, hem de milyonlarca insanın izlediği medya kanallarından ortaya dökülen bu hezeyanlar, haksızlığa isyan taşkınlığı değil, aksine isyanı bastırma pişkinliği ve arsızlığıdır. Bu yöntem aslında, Hitlerin Propaganda Bakanı Göbbels’in “Yalan ne kadar büyükse, İnananı o kadar çok olur” sözleri ile ifade ettiği cehalete ve bayağılığa seslenen propaganda yönteminin alaturka halidir. Fakat Erdoğan, Göbbels’in yöntemine katkıda bulunmuş; onu daha da geliştirmiştir. Erdoğan’ın propaganda düsturu şudur: “Büyük bir yalan, ne kadar ağır küfürlerle süslenerek ve bağırıp çağrılarak söylenirse, inandırıcılığı o kadar büyük olur.” Bu düsturu tersten okursanız Erdoğan’ı anlama kılavuzunun birinci maddesine ulaşırsınız. Erdoğan ne kadar ağır küfür ve hakaret ediyorsa, ne kadar çok bağırıp çağırıyorsa; biliniz ki, o büyük bir suçunu örtmek için; o kadar büyük bir yalan söylüyordur.
Erdoğan’ın ikinci hedefi; muhalif kesimler üzerinde manevi bir terör estirerek, onları korkutup sindirmektir. Küfür ve hakarete maruz kalan kesimler daha ağır saldırıları göze alabilirlerse eleştirilerini sürdürürler ve çıkıp bu kişiye gerekli cevabı veririler. Hiç kuşkusuz buna cesaret eden muhalif kesimler var ancak, iktidar gücünü elinde bulunduran bir kişiye karşı çıkmak Türkiye koşullarında herkes için kolay değildir.
Erdoğan’ın neredeyse her saat başı bir yerlerde konuşması ve neredeyse her gün aynı temaları işlemesi, sürekli birilerini düşman ilan edip hakaret ederken kendisini, “Büyük Türkiye’nin kurucusu, İslam dünyasının kurtarıcısı, dava adamı” olarak lanse etmesi de, hiçte hafife alınacak bir taktik değildir. Erdoğan’ın bu yöntemi siyasal İslamcı hareket içindeki uzun zamanlı kitle faaliyeti içinde geliştirdiğini söyleyebiliriz. Hakkını teslim edelim, Erdoğan Türkiye toplumunun dindar-muhafazakar kesimlerinin kültürel ve sosyo-psikolojik yapısını gayet iyi tanıyor ve buna bağlı olarak bu kesimleri nasıl yönlendireceğini iyi biliyor. O, 19 milyon gençten 6 milyonunun işsiz olduğu, kamyon kasasında işe giderken kaza sonucu ölen kadın işçilerin cesetlerinin yollara saçıldığı bir ülkeyi, ‘’büyük Türkiye’’ diye yutturabiliyor. Batılı ve bazı Arap ülkeleri ile birlikte teröristleri eğitip donatarak Irak ve Suriye saldırtarak yüz binlerce Müslümanın ölümüne, milyonlarcasının göç etmesine neden olduğu halde; hala kendisini İslam dünyasının liderliğine aday olarak sunabiliyor. O, oğluna telefonla ‘polis geliyor paraları sıfırla’’ dediği halde; hala kendisini ‘’kutsal davanın adamı’’ diye yutturabiliyor. Tamam, toplumun önemli bir kesimi bu propagandalara inanmaya dünden hazır, ancak buna rağmen reisin yeteneğini ve tekniğinin gücünü inkar etmek olmaz. Kara propaganda ustası Göbbels der ki; “İnsan bir yalanı yeterince sıklıkta tekrarlarsa, yalan gerçek olarak görülür.” Erdoğan Göbbels’in bu sözlerini okuyup ondan ilham mı aldı? yoksa kendisi mi bu yöntemi keşfetti onu kesin olarak bilemiyoruz. Ancak, benzerlikler öylesine büyük ki, arada kuşak farkı olmasa, Recep Tayyip Erdoğan’ın Göbbles’in çırağı olduğuna inanacağız.
Erdoğan’ın saat başı yaptığı konuşmalar sadece kitlenin şartlandırılmasına yönelik propaganda seansları değildirler. O aynı zamanda sürekli olarak taraftarlarını ve militanlarını motive etmekte ve onlara yeni hedefler gösterip mobilize etmektedir. Böylece Erdoğan ordusunu her zaman taarruz halinde tutmakta ve saflarını sıklaştırmaktadır. Medya yolu ile verdiği talimat ve ideolojik yönlendirmenin yeterli olmadığı durumlarda, bu kez telefon aracılığıyla ile birebir kontak kurarak militanlarını yönlendirmektedir. Telefonla yönlendirme yöntemini özellikle iktidar yandaşı medya ile ilişkilerinde çokça kullandığını, basına yansıyan ses kayıtlarından biliyoruz.
Bu uzun ön açıklama, Kobani’de yaşanan ve büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere yaklaşık 200 kişinin hunharca öldürüldüğü katliam sonrası, Türk Devleti ile IŞİD işbirliğine ilişkin yapılan yoğun eleştiriler karşısında, Erdoğan’ın söylediği sözlerin ve emrindeki basının yazdıklarının arka planının anlaşılması içindi.
Şöyle demişti Erdoğan: “Tüm dünyaya sesleniyorum: Suriye’nin kuzeyinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun bu konudaki mücadelemizi sürdüreceğiz…Utanmadan, sıkılmadan terörist Türkiye diye tweet atanlara sesleniyorum…Eğer sizlerde haysiyet, onur varsa, bu Kobani’den kaçıp gelenleri burada barındıran bir ülkeye terörist deme hakkını siz nereden elde ediyorsunuz? Türkiye Suriye’deki özgürlük mücadelesine elbette destek veriyor. Irak’takilere elbette iyi niyetle yaklaşıyor. Bunu yaparken asla terör örgütleri ile yan yana gelmiyor.”
Sonra ki bir konuşmasında ise şunları söylüyor: “DEAŞ terör örgütüyle Türkiye'yi aynı parantezin içine almak, açık söylüyorum namertliktir, alçaklıktır.”
Erdoğan’ın bu açıklamaları aynı zamanda iktidar medyasına yeni saldırı hedeflerini gösteriyordu. Nitekim dolaylı ya da direk saldırı direktifini alan Erdoğan’ın aşığı Ethem Sancak’a ait Star gazetesi, Kobani sınırında, AKP iktidarının Rojava ve Suriye politikasını ve bu iktidarın IŞİD’e verdiği desteği eleştiren HDP Eş Genel Başkanı Figen Üstündağ’a faşistlere yakışan bir söylemle saldırdı. Star gazetesinin haberi “Kobani saldırganları Türkiye’den geldi’ yalanı görüntülerle çürütüldüğü halde ve YPG’nin de yalanlamasına rağmen” diye başlıyor. Bütün bu kudurmuşluk halinden, iktidar çevrelerinin korkusunu ve derdini anlamak mümkündür. Onlar IŞİD’le yaptıkları işbirliğinin ortaya çıkmasından korkuyorlar. Böylesi bir durumun, bu terör örgütünün işlediği insanlık suçlarına ortak olmak ve bunun da uluslararası mahkemelerde yargılanmak anlamına geldiğini çok iyi biliyorlar. İktidar çevreleri bu saldırılarla demek istiyorlar ki, ‘biz kendimizce olayı kılıfına uydurup, işlenen suçun üstünü kapattık, neden hala olayı kurcalıyorsun, neden hala kirli işlerimizi deşifre ediyorsun.’ İşte bu nedenle küfürler eşliğinde Figen Üstündağ’ı hedefleyerek “susturun” diyor yandaş gazete. Yeterli güçleri olsa bırakalım susturmayı IŞİD gibi yakıp yok edecekler.
Üstelik Star gazetesinin Figen Üstündağ’a ilişkin açıklaması tümden yalana dayalı oluşturulmuştur. YPG, saldırganların Türkiye’den geldiği görüşünü hiçbir zaman yalanlamadı. Aksine, ana saldırı kolunun Türkiye’den Kobani’ye girdiğini belge ve tanıklıklarla tespit ettiğini açıkladı. Urfa Valisi olayın hemen sonrasında ‘’…elimizdeki veriler örgüt üyelerinin Suriye’nin Cerablus kentinden Kobani’ye sızdığını ispatlamaktadır. Buna ilişkin görüntüler de en kısa sürede kamuoyuyla paylaşılacaktır’’ şeklinde bir açıklama yaptı. Ancak iddia edildiği gibi hiçbir görüntü ortaya çıkmadı. Yani yalan içinde yalan söyleniyor. Peki, bu çevreler durup dururken neden bu kadar yalan üretiyorlar? Açıktır ki, telaş içinde devletin Kobani katliamındaki rolünü gizlemeye çalışıyorlar. Bizce bu kadar yalan bu güçlerin suçlu olduklarını kanıtlamaya yeter de artar.
Bu sözler ne dil sürçmesidir ne kızgınlıkla yazılmıştır ne de tekil birer örnektir. Aksine Türkiye’deki siyasal İslamcıların IŞİD zihniyeti ile özdeş olan faşist zihniyetlerinin dışavurumudur. Bugün AKP iktidarı eğer eleştirilere ve farklılıklara bir ölçüde müsamaha gösteriyorsa, biliniz ki bu; AKP parti ve Erdoğan’ın demokrasi ve özgürlük anlayışına sahip olmasından kaynaklanmıyor. Tersine, çok istedikleri halde, henüz farklılıkları tümden ve şiddetle ezme gücüne sahip olmadıkları için farklılıklara karşı ’ya sabır’ diyorlar.
Küfür ve hakaret suçu örter mi?
Doğrusunu söylemek lazım, burjuva politikasının hele hele siyasal İslamcı burjuva politikasının arka yüzünü iyi bilmiyorsanız, bu açıklamaları okuduğunuzda “baksanıza adamlar IŞİD’le işbirliğini kesin ve sert bir dille (hem de küfür ederek) ret ediyorlar” dersiniz. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kurgu içinde tutarlı bir görüntü oluşturulmuş gibi gözüküyor. Ancak sahada ortaya çıkan ve Rojava Kürt yönetimi yetkililerince açıklanan somut delilleri, Suriye’ye silah taşıyan MİT tırlarını ve ABD Başkanı Barack Obama geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, "IŞİD, Türkiye'den Suriye'ye geçen binlerce savaşçıyla güç sağlıyor. Geçişleri engellemek için Türk otoriteler ihtiyaçları olan kapasiteyi tam olarak artırmış değiller" şeklindeki ifadelerini bir yana bırakalım; Erdoğan’ın konuşmasını dikkatlice incelendiğinizde Kürt halkına karşı, Türkiye-IŞİD işbirliğinin en azından prensip yönüyle kabul edildiğini tespit edebilirsiniz.
Erdoğan bir yandan Kobani’de yaşananlarla ilgili olarak, Türkiye ve IŞİD’in aynı parantezin içine alınmasına şiddetle karşı çıkıyor, öte yandan “Suriye’nin kuzeyinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun bu konudaki mücadelemizi sürdüreceğiz” diyor. Böylece aslında farkına varmadan Türkiye ile IŞİD’i aynı paranteze almış oluyor. Nedir bu parantez? Türkiye ve IŞİD “Suriye’nin kuzeyinde” ve hatta Ortadoğu bölgesinde ortak çıkar ve amaçlara sahiptirler. Her iki güç de özellikle Kürt düşmanlığı ve Rojava’daki Kürt özyönetimlerini boğmak noktasında tam bir kader birliği içindedir. İşte Türkiye ile IŞİD’in içinde olduğu kapalı parantez budur. Bu objektif durum, bölgede Kürt özyönetimlerine karşı “bedeli ne olursa olsun” her şeyi yapabilecek olan Türk devletinin IŞİD’le de işbirliği yapmasının objektif zeminini oluşturuyor. Kürde karşı her şeyi yapacağını ilan eden bir devlet, Kürde karşı IŞİD’le işbirliği yapmaz mı? Üstelik IŞİD ile AKP iktidarı arasında dünya görüşü ve ideoloji açısında ilkesel bir ortaklık vardır. Bu gerçeklikle birlikte, Türk devletinin bugüne kadar Kürt halkına karşı yürüttüğü özel savaş uygulamaları ve Erdoğan’ın itirafları üzerinden tümden gelim prensibini kullanarak IŞİD-Türkiye işbirliği sonucuna; ulaşmak mümkündür.
Sonuç olarak: İktidarı ellerinde tutan egemen sınıflar her zaman, farklı gerekçelerle başka ülkeleri işgal etme ve diğer halkları sömürgeleştirmeye istekli olmuşlardır. Bir yanı ile insanlık tarihi, bu egemenlerin yayılmacı amaçlarla yol açtıkları tahrip edici savaşların tarihidir. Bu tarih içinde hiç kuşkusuz egemen sınıflar adına devleti yöneten kişilerin de önemli bir etkisi vardır. Bazı özel dönemlerde, gücünün sınırlarını bilmeyen ve söylediklerinin, yaptıklarının sonuçlarının nereye varacağını kestiremeyen devlet yöneticileri; çok tehlikeli durumların oluşmasına neden olabilirler ve toplumlarını büyük felaketlere sürükleyebilirler. Rasyonel ve realist düşünemeyen, dolayısıyla birer şarlatandan farkları olmayan bu kişiler ve onların yönetimindeki devletler, güçlerini ve ideolojilerini dinsel ya da ırkçı-şoven mistik bir toz bulutu içinde değerlendirip şekillendirirler ve kitleleri bu toz bulutu içine çekip körleştirirler. Bu toz bulutunun sınırlarını akıl gözüyle görmek zordur. Bu nedenle, irrasyonel düşünen yöneticiler kitleleri, güçlerinin son sınırına kadar, gerçek yaşamın duvarına kafalarını vuruncaya dek peşlerinden sürükleyebilirler. Maalesef böylesi koşullarda, kitlelerin duvara toslamadan toz bulutunun etkisinden kurtulmaları çok zordur. Bu tespite verebilecek en iyi örnek Hitler döneminin Almanya’sıdır. Hitlerin “üstün ırk ve dünyaya hükmetme” safsatalarının peşinden giden Alman halkı, bu cinnet halinden ancak Berlin Kızıl Ordu tarafından işgal edildiğinde ve neredeyse tüm Almanya tahrip edildikten sonra kurtulabildi.
Umarız ki, Türk halkı, iktidardaki şarlatanlar Türkiye’yi Suriyeleştirmeden onların etkisinden kurtulup, onlara dur der.