Çıplak ayaklı kız ve ölüm
Ahmet Altan / Haberdar / 09. 02. 2106
Geçenlerde güneşli bir Şubat gününde sahile indim.
Marmara ışıklar içindeydi, ağırbaşlı gençliklerini binlerce yıldan beri koruyan adalar sıra sıra uzanıyorlardı, bir iki küçük ağaç çiçek açmıştı, kış günü beyaz çiçekler endişeli bir masumiyetle baharın geleceğini haber veriyorlardı, söğüt ağaçlarının yaprakları belirmeye başlamıştı, çimenler yemyeşildi.
Gökyüzü berraktı.
Tatil olduğu için sahil kahveleri dolmuştu, her yaştan insan kahvelerini içerek erken bir baharın tadını çıkarıyorlardı, çimenlerin üstünde küçük çocuklar koşuşuyordu, genç çiftler ağaç altlarında piknik yapıyorlar, yaşlıca karı kocalar kolkola ağır adımlarla yürüyorlardı.
Başörtülü genç kızlar ağırbaşlılıklarının ani kıkırdamalarla bozulmasına aldırmadan kolkola geziyorlar, sahildeki kayalardan yansıyan güneş ışıklarının tadını çıkarıyorlardı.
Kayalıkların arasındaki minicik bir kumsala iki genç kızla bir delikanlı küçük masalarını koymuşlar, seyyar iskemlelerine oturmuşlardı, genç kızlardan biri ayakkabılarını çıkarmış, koyu kırmızı ojeli beyaz ayaklarını kumlara uzatmıştı.
Sahil boyunca neşeli bir mırıltı duyuluyordu.
Ilık bir rüzgar esiyordu.
Bir iki saat sonra güneşin batmasıyla birlikte evlerine dağılıp, korkunç haberleri duyarak üzülecek bu insanların o kısacık mutluluğunun bu ülke için bitmeyen bir hayat tarzı olabileceğini düşündüm.
O mutluluğun kenarına kadar da gelmiştik aslında.
Güneşin keyfini, bütün fikir ayrılıklarına, inanç farklılıklarına rağmen birlikte çıkartabilecek bir toplum olmaya çok yaklaşmıştık.
İstanbul sahillerinden Marmara’ya, Mardin sokaklarından Mezopotamya ovasına, Diyarbakır surlarından Hevsel Bahçeleri’ne, Trabzon kıyılarından Karadeniz’e, Edirne kahvelerinden Meriç’e bakarak milyonlarca insan mutluluğun ve refahın tadını çıkarabilirdi.
Bunu hak etmiştik aslında.
Uzun ve zor maceralardan geçmiştik.
Yenilgiyi tatmayan hiç kimse, hiçbir kesim kalmamıştı.
Çeşitli ölçülerde de olsa herkesin payına düşen bu yenilgi tufanından ortak bir zafer yaratacak bir olgunluğa yaklaştığımızı düşünüyorduk, barışın, adaletin, özgürlüğün ortaklaşa yaşanacağı bir menzile erişmiştik.
Gelişmiş dünyanın saygıdeğer bir üyesi olmak gibi ortak bir davamız olmuştu.
O yolda güvenle ilerliyorduk.
Yeryüzü saygı ve hayranlıkla selamlıyordu bizi.
Bu efsunlu toprak parçası üstünde bütün insanlığa örnek olacak bir cennet yaratmak üzereydik ki…
Bir cehenneme düştük.
Öyle nefret volkanları patladı ki ümitle baktığımız denizler kıpkızıl magma yığınlarına döndü, ayağımızın altındaki bereketli toprak öfke depremleriyle kuruyup parçalandı, her yanımız uçurumlarla çevrelendi, insanlık tarihinde az rastlanır bir ahlaksızlık batağına battık, hırsızlık övünülen bir erdem haline geldi, ruhumuz şahrem şahrem yaralarla çatladı, kan ve zorbalık gündelik hayatımız oldu, adalet kayboldu, güvenilir hiçbir değer kalmadı elimizde…
Zift kokulu çorak bir karanlık kapladı ülkeyi.
Ölüm karanlığı bütün hayatın üstüne çöktü.
Şimdi her gün kendi çocuklarımızı öldürüyoruz.
Evlerin bodrumlarını toplu mezarlara çeviriyoruz.
Bütün gücümüzü öldürmeye harcadığımızdan yaşatacak gücümüz kalmadı.
“Bin kişiyi öldürdük, inşallah daha da fazla öldüreceğiz” diyen nutuklar dinliyoruz.
Bu nutuklar alkışlarla karşılanıyor.
“Daha öldür, daha öldür” naraları yankılanıyor.
Vampirlerle dolu bir tımarhanede gibiyiz.
Öldürüyorlar…
Daha da öldürmek istiyorlar…
Tek görmek istedikleri kan…
Kana doymuyorlar.
Hırsızlıklarını, cinayetlerini, yolsuzluklarını kanla yıkamak istiyorlar, bebeklerin, çocukların, kadınların, yaşlıların kanlarıyla, alınlarına kazınmış “sen bir hırsızsın” yazısının üstünü kapamaya uğraşıyorlar.
Dini, çaldıkları paraları içine doldurdukları bir çuval gibi kullanıyorlar.
Hırsızlıkla dindarlığı eşanlamlı gösterecek yeni bir lügat yazmaya çabalıyorlar.
Din alimleri, yolsuzluğun, hırsızlığın, cinayetin fetvacıbaşısı oluyor.
Günahları büyüdükçe hapishaneleriyle camileri büyüyor.
“Allahın evini” günahkarca, günahları aklamak için kullanıyorlar.
Kendi ahlaksızlıklarından, zorbalıklarından öylesine gözleri dönmüş ki hiç haya etmeden küçük çocuklara şehvet duymanın dindeki yerini tartışıyorlar.
Hukuk tanımıyorlar, yasa tanımıyorlar, kural tanımıyorlar.
Fikirden nefret ediyorlar.
Fikirsizliklerini ellerinde bir hüviyet gibi taşıyorlar.
Bir fikri olanı, fikrini söyleyeni hemen cezalandırmak istiyorlar, aç bırakmak, işsiz bırakmak, hapishanelere doldurmak istiyorlar.
Kendi suçları büyüdükçe, kendilerini eleştirenleri suçluyorlar.
Tek bir adama tapınıyor ve hepimize de aynı adama tapınmamızı söylüyorlar.
Bir kimliğimiz, kişiliğimiz, fikrimiz, inancımız, ırkımız, dinimiz, mezhebimiz olmayacak, tek bir putun önünde secdeye geleceğiz, o put ne derse biz “o” olacağız.
Başka biri olmamız yasak olacak.
Ve hep öldüreceğiz.
Bize benzemeyen herkesi öldüreceğiz.
Bizim putumuza tapınmayanları yok edeceğiz.
Bizden bunu istiyorlar.
Bir cenneti bunun için bir cehenneme çevirdiler.
Bunun için soğuk bodrumlardan ölüler fışkırıyor.
Bunun için evler topa tutuluyor.
Bunun için ülke kana batıyor.
Bunun için insanlar hapishanelere tıkıyorlar.
Bunun için sabaha karşı evler basılıyor.
Bunun için bilim adamları işlerinden atılıyor.
Bunun için her eleştiri “ihanetle” damgalanıyor.
Bunun için “vampirleşmeyen”, “öldürün” diye bağırmayan, hırsızlığı kutsamayan, cinayetleri alkışlamayan, putlara tapınmayan herkesi “düşman” yaftasıyla yaftalayıp zindanlara, mezarlara dolduruyorlar.
Vampirlerle dolu bir tımarhaneye çevirdiler bu ülkeyi.
Yeryüzündeki cehennem yaptılar.
Bir cennet olabilirdik.
Her fikirden, her inançtan insanın birlikte hayatın tadını çıkarabildiği, birbiriyle şakalaşabildiği, güvenli, zengin, mutlu bir ülke olabilirdik.
Marmara sahillerinde söğütlerin altında dolaşabilir, Mezopotamya ovasına karşı gülebilir, Meriç kıyılarında yürüyüş yapabilir, Karadeniz’in tepelerinde türküler söyleyebilir, Orta Anadolu’nun buğday tarlalarının arasında koşabilir, Ege’de rüzgarlarla dalgalanabilir, Akdeniz’de geçmişin ve geleceğin sularında yıkanabilirdik.
Dünya bizi saygıyla ve hayranlıkla selamlayabilirdi.
Yenilgilerimizden zaferler yaratabilirdik.
Yenilgilerimizden şiirler, şarkılar yapabilirdik.
Çıplak ayaklı kızlar gezebilirdi sahillerimizde.
Başörtlü kızlarımız gülmenin tadını çıkarabilirdi.
Müminler bir şadırvan şıkırtısıyla dolaşabilirdi sokaklarımızda, hakemliklerine herkes güvenebilirdi.
Kadınlarımız, erkeklerimiz, çocuklarımız güneşli bir gün gibi gülümseyebilirdi.
Yargıçlarımızı hürmetle selamlayabilirdik.
Polisler “abilerimiz”, jandarmalar “kardeşlerimiz,” subaylar “dostlarımız” olabilirdi.
Kollarımıza istersek “azadi”, istersek “hürriyet” dövmeleri kazıyabilirdik.
Sırtımızı sıcak bir duvara dayayıp içine bir dal taze soğan sokuşturduğumuz ekmekle peynirin tadını çıkarabilirdik.
Mutlu olabilirdik.
Olabilirdik gerçekten.
Bir cennet olabilirdi bu memleket…
Gönderine hırsızlık bayrağı çektikleri kanlı bir cehennem direğine çevirdiler ülkeyi.
Bir putla birkaç kuruş uğursuz para için…