Karşıtına benzemek-1
Ahmet Aydın
29. 05. 2016
Özgür Gündem gazetesinin 9 Mayıs 2016 tarihli sayısında, Ahmet Pelda imzasıyla ‘Tuncelilik sendromu’[1] başlıklı bir yazı yayınlandı. Kürt basınında böylesi yazılarla ilk kez karşılaşmıyoruz. Ancak daha önce bu tür yazılarla karşılaşsak da, bugünkü koşullarda ve nefret suçları kapsamına girebilecek türden bir yazının Özgür Gündem gazetesinde yayınlanması; gerçekten tam anlamıyla bir talihsizliktir.
Söylemek zorundayız; ‘Kürt halkının çıkarlarını ve vatanın-milletin birliğini koruma’ gibi ulvi amaçlar uğruna yazıldığı iddia edilen bu tür yazılar, aslında Türk devletinin, farklı sesleri ve eğilimleri bastırmak için basın aracılığıyla yürüttüğü psikolojik savaşın aracı olan yazılara benziyorlar.
Benzerlik sadece yöntem ve araçlarla sınırlı değildir. Bu yazı çok bildik Kemalist ‘tekçi’ zihniyetin Kürt versiyonu olarak nitelendirilebilecek bir zihniyetin yansımasıdır. Bu zihniyetin etkisinden kurtulamamış bazı kesimler, daha önce de ‘Stockholm sendromu’ suçlamasıyla Dersim halkına karşı çok çirkin hakaret ve suçlamalarda bulunulmuşlardı. Anlaşılıyor ki, bu kara zihniyet son yıllarda edinilen bütün tecrübelere rağmen varlığını sürdürüyor.
Ahmet Pelda’nın yazısını okuyan her insan ‘Tuncelilerden’, ‘Zazacılardan’ oluşan, Kürt halkına düşman silahlı-siyasi bir organizasyonun var olduğunu ve hatta bu gücün Türk devletiyle birlikte Kürt halkına karşı ’’fiziki katliamlar’’ gerçekleştirdiğini düşünebilir. Bu yazıda yer alan ‘Tuncelililer katilin yerini tutmuş ve Dersimlinin fiziki katliamında yer alıyorlar’ ifadelerini okuyan insanların başka türlü düşünmeleri mümkün değildir.
Yazının içeriğinden ve bugünlerde geliştirilen propaganda dilinden anlıyoruz ki, Kemal Kılıçtaroğlu’nun milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması konusunda takındığı tutarsız ve anti-demokratik tavır, Dersimlilere saldırmak için fırsat kollayanlara iyi bir gerekçe oluşturmuş. Zihinlerindeki zehirden kutulamayanlar, Dersim kökenli olması dışında Dersim’le neredeyse hiçbir bağı kalmamış bir kişinin tavrından hareketle, Dersim’i karalamaya çalışıyorlar. Bırakalım Dersim halkını, CHP’li Dersim milletvekili bile Kılıçtaroğlu’nun bu tavrına karşı çıkmıştır. Dolayısıyla Kılıçtaroğlu’nun tavrından Dersim halkına ya da Dersim halkının bir bölümüne pay çıkartmak, gayri ahlaki bir tavırdır.
Söz konusu yazıyı reel durum ışığında okuduğumuzda şu sonuca varıyoruz: Ahmet Pelda ve bu yazıyı ona sipariş edenler, Kürtlerin var olan düşmanlarını yeterli görmüyorlar ve nasıl daha fazla ‘düşman’ üretebiliriz diye büyük bir gayretle çabalıyorlar. Ya da aslında farklı duran kesimleri bastırmak için, bir düşman algısı oluşturmaya çalışıyorlar.
Bizce ‘tekçi’ zihniyet şu iki eğilimi birden bünyesinde taşır: Öncelikle bu zihniyet, farklılıkları tehdit ve bu farklılıkların ifade edilmesini düşmanlık olarak görür. Dolayısıyla reel olarak karşıdakinin düşmanca bir faaliyet içinde bulunması gerekmez, diğerinin tehdit ve düşman kategorisine alınması için; sosyal farklılığa denk düşen bir duruş göstermesi bile yeterlidir. Kemalizmin tarihi, bu eğilimin pratikleşmiş halidir. Bilindiği gibi, Kemalizm'e göre, Türk milleti "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle" idi. Bu zihniyet karşısında bırakalım ayrı bir etnik kimlik beyanında bulunmayı, sadece ‘Türkiye işçi sınıfı’ demeniz bile, sizin ‘vatan millet düşmanı bir komünist’ olarak ilan edilmeniz için yeterliydi.
Diğer taraftan, ‘tekçi’ zihniyet, farklılığın tasfiyesi için yapılacak müdahalelerin meşrulaştırılması ya da farklı olanların izole edilip yalnızlaştırılması ve bu gruplar üzerinde toplumsal bir baskı oluşturulması için, toplum tarafından benimsenmiş reel ya da irreel bir düşman algısına ihtiyaç duyar.
Kemalizm ile Kürt resmi ideolojisi arasındaki benzerlik tespitine sadece Ahmet Pelda’nın yazısında Kürt halkına yeni bir düşman hedefi göstermiş olmasından ulaşmıyoruz. İşin doğrusu söz konusu bu yazıda, Türk devletinin ‘milli güvenlik kitapçığı’ içinde yer alan ‘iç ve dış tehditler'in güncelleştirmesine benzer şekilde, Kürt resmi ideolojisinin ‘iç tehdit’ tezleri güncellenerek sunulmuştur. Kürt resmi ideolojisi başından itibaren Dersim’i ‘bölgecilik, Kemalistlik ve bölücülük’ suçlarının kaynağı, dolayısıyla bir ‘iç tehdit’ olarak görmüştür. Bugün Ahmet Pelda’nın kötülüğün adı olarak andığı ‘Tunceli’ adının yerine, dün Dersim adı aynı anlamda kullanılıyordu. Dün Dersim ‘ihanetin merkezi’ydi bugün ‘Tunceli’. Tezlerde güncelleme yapılmış derken kast ettiğimiz nokta budur. Resmi tezlerin içeriğinde, suçlamalarda, sorunlara yaklaşımda niteliksel bir değişim yoktur. Engizisyonun kutsal metinleri gibi bu resmi ideoloji korunmuştur. Sadece Dersim adının yerini ‘Tunceli’ ve ‘Zazacılık’ adları almıştır.[2]
Neden böyle bir güncellemeye ihtiyaç duyulmuştur? Çünkü, iddia edilenin aksine, bugün Dersim halkı kimliğine ve değerlerine daha güçlü bir biçimde sahip çıkıyor. Dolayısıyla Dersim adının ve Dersimli kimliğinin eskisi gibi hedeflenmesi mümkün değildir. Bizce aslında dün ve bugün Dersimlilere böylesine saldırılmasının altında yatan korkunun kaynağı da budur. Yani Dersim’in kendi kimliğini sahiplenmesi ve iradesini özgürce ortaya koymasıdır.
Peki ama Dersim halkının ve Zazaca konuşan diğer kesimlerin kendi özgün kimliklerine ve değerlerine sahip çıkmaları, Kürt halkına yönelmiş düşmanca bir tehdit midir? Bu kesimler içinden çıkmış ve Kürt halkına karşı düşmanlık yapan Ahmet Pelda’nın iddia ettiği çerçevede bir güç var mıdır? Böyle bir güç ve tehdit yoksa, Ahmet Pelda ve dostlarını böylesine saldırgan kılan ve onları Erdoğan’ın ‘ya dostsun ya da düşman’ anlayışına yaklaştıran nedir? Dahası Ahmet Pelda ‘Tuncelili Alevileri ve Zazacıları’ ‘devletle uzlaşma, kabul görme arayışı’ içinde olmakla suçlarken, aslında kendisi ve dostları sakın Dersim’e ve sosyalistlere vurarak birileri ile tekrar ‘İslam bayrağı altında ittifak’ arayışında olmasın? Çünkü ilginçtir, devlet ve Ahmet Pelda’nın dostları ne zaman ortak bir şeyler yapmak isteseler, ilk önce Dersimlilere vuruyorlar.
Ahmet Pelda elbette başkalarının ‘devletle uzlaşma, kabul görme’ arayışını sorgulama hakkına sahiptir. Ancak onun bu çabasının ciddiye alınması ve dahası inandırıcı olması için; onun öncelikle ‘Türkiye cumhuriyetinin bayrağıyla ve sınırlarıyla bir sorunumuz yoktur’ diyenlerin, ‘İslam bayrağı altında Türk-Kürt ittifakı’nı savunanların ve ‘Çanakkale ruhu’, ‘Eşme ruhu’ hatırlatması yapanların niyetlerini ve yönelimlerini sorgulaması gerekir.
Ötekileştirme ve cepheleştirme taktiği
Yazının içerdiği mesaj basit bir kurgu üzerinden ortaya konulmuş olsa da, bu mesajın arka planında halklara zarar veren tehlikeli bir zihniyetin olduğunu yukarıda belirttik. Bu anlamda esas olan bu zihniyetin ortaya konularak teşhir edilmesidir.
Nedir bu yazının içerdiği mesajın tehlikeli tarafı?
Yazar öncelikle Dersim toplumunun bünyesinde bulunan bazı sosyal problemleri dayanak olarak kullanarak, kendi zihniyetine göre Dersimlileri ‘Tunceliler ve Dersimliler’ ya da ‘sağlıklı olanlar ve hasta olanlar’ şeklinde iki düşman kategoriye ayırıyor. Düşman cepheler ya da toplumda bir düşman algısı oluşturma çabası daha da ileri taşınarak, ‘Tunceliler’ diye nitelendirilen kesimin, Kürtlere ve Şafilere karşı düşmanlık yaptıkları imajı oluşturulmuş. Bu çabayı, farklı etnik-sosyal grupları birbirine karşı kışkırtma ve hedef gösterme faaliyeti olarak nitelendiriyoruz. Bu yargının gerekçelerini sanırız okuyucu bu yazının ilerleyen bölümlerinde bulacaktır.
Yazar, ‘düşmana hizmet eden, düşmana yaranmaya çalışan; Kürt-Şafi karşıtı hatta düşmanı, hasta Tunceliler’ kategorisini oluşturduktan sonra; kendi kabullerine uymayan hemen hemen tüm farklı kesimleri bu grubun içine dahil ediyor. Dolayısıyla, ilk bakışta yazı sanki devletle işbirliği içindeki bir avuç ‘Tuncelili’yi hedefliyormuş gibi görünse de, aslında yazarın zihniyetine uymayan hemen hemen herkes düşman kategorisinin içine dahil edilmiştir.[3] Ki yazarın yapmak istediği de tam da budur.
Yazar kurnazca bir oyunla kendi ideolojik-politik çizgisine yakın duran kesimleri ‘hakiki-soylu Kürt Dersim’in temsilcileri olarak ilan ediyor. Geriye kalanlar ise, bu grubun taşıdığı niteliklere tam karşıt değerlere sahip olan bir cephede toplanmış. Yazarın mantığı ’’bizim tarafımızdaysan dostsun yoksa düşmansın’’ düsturuna göre işliyor. Bu nedenle yazar ‘Tuncelili’ nitelemesini bir suçlama ve düşmanlaştırma kavramına dönüştürerek, ‘Tuncelili Alevi’, ‘Tuncelili sosyalist’ ‘Tuncelili Zazacı’ olarak tanımladığı kesimleri, bir anlamda Dersim halkının büyük bir kesimini, ağır hakaretler ve suçlamalar eşliğinde ‘lanetliler’ kategorisine dahil ediyor.
İşin doğrusu yazar ve onun gibi düşünenlerin asıl derdi ‘Kemalist Tunceliler’ değildir. Çünkü ‘Kemalist Tunceliler’ saflarını belirlemiştir. Onlar bir avuçtur ve ‘biz Türküz’ diyorlar. Bu anlamda Dersim kökenli olmaları dışında Dersim kimliğiyle bir ilişkileri yoktur. Yazarın ve dostlarının ne bu Kemalist kesimleri kazanma derdi ne de kazanma şansı vardır. Peki o zaman bu saldırıların esas hedefi kimlerdir?
Yazar uzun peşrevden sonra esas hedefini şu cümlelerle ortaya koyar: ’’Tuncelilerin devrimci gelenekten olanları Aleviliğe dönüş, Kürt hareketlerinden gelenleri Zazacılığa ve ayrı bir etnik gurup siyasetine yönelmektedir.’’ Demek ki, yazarın ve dostlarının asıl asıl derdi özgün Dersim kimliğine yönelmiş kesimlerdir. Yazının o peşrev bölümünün uzun tutulmasındaki amaç da, finalde zurnanın çıkardığı bu tiz zırıltıyı gizlemektir.
Bilindiği gibi bu yöntem, dünyadaki diğer egemen güçler gibi, Türk devleti tarafından da geleneksel olarak kullanılan bir yöntemdir. Özellikle günümüzde Recep Tayyip Erdoğan iktidarı bu yöntemi ‘başarıyla’ kullanmaktadır. Türk devleti bugüne kadar, başta devrimci-sosyalist muhalefet hareketleri olmak üzere; nerdeyse tüm muhalefet hareketlerini ’’eşkıya, anarşist, bölücü, terörist’’ nitelendirmelerinden biri ya da bir kaçıyla tanımladığı düşmanlar kategorisi içinde görmüştür. En önemlisi de, devletin bu düşman ve tehdit belirlemeleri, genelde toplumda rahatlıkla kabul ve destek bulmuştur. Bu zemin, Türk devletinin muhalefet hareketlerini ezmesinde çok büyük bir kolaylık sağlamıştır. Devlet ihtiyaç duyduğunda bu düşman kategorisinin sınırlarını genişleterek; tasfiye etmek ya da susturmak istediği muhalefet güçlerini bu düşman kategorisine dahil etmiştir. Bu yöntemle devlet hem saldırılarını meşrulaştırmış hem de muhalefet üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan bir ‘hain, düşman’ yaftası oluşturmuştur. Günümüzde devletin bu saldırı yöntemine dayanan uygulamalarını pratik örnekleriyle görüyoruz. Türk devleti günümüzde de Kürt ulusal hareketini ‘terörist ve bölücü’ olarak nitelendiriyor. Ancak burada durmuyor, savaşa hayır diyen ve barış isteyen tüm kesimleri de ‘terörist’ ilan ediyor. ’’Terörist gazeteciler, terörist Akademisyenler, terörist Avukatlar…’’ ifadeleri bu politikanın bir sonucu olarak bizatihi bugün Erdoğan tarafından kullanılmaktadır.
Denilebilir ki, bütün toplumlar farklı sınıf, etnik ve dinsel gruplardan oluşurlar. Dolayısıyla Dersim toplumu içinde de farklı gruplar ve buna bağlı olarak farklı siyasal-ideolojik eğilimler vardır. Bu grupların diğer kesimlere karşı yaklaşımları farklı olabilir hatta kesimler arasında düşmanlıklar görülebilir. Sosyoloji bilimin temel doğruları sayılabilecek bu belirlemelere bir itirazımız yoktur. Sorun burada değil, sorun bu toplumsal farklılıkların ve grupların hangi kriterlere göre ve hangi anlayışa göre belirlendiği ve bu farklılıklara nasıl yaklaşıldığı sorunudur.
Biliyoruz ki, nereye bakıldığından çok nerden bakıldığı önemlidir. Bir Türk şovenistinin durduğu yerden Kürt halkına ve ulusal kurtuluş hareketine bakarsanız, elbette düşmandan başka bir şey göremezsiniz. Ancak Türkiyeli bir sosyalistin durduğu yerden bakarsanız, ezilen bir ulusun haklı mücadelesini ve dost bir gücü görürsünüz. Keza bir İŞİD’liye göre bir Şii bir Alevi ya da bir Ateist ortadan kaldırılması gereken bir ‘mikrop’tan başka bir şey değildir.
İnsanlık tarihi; farklı halkları ve sosyal grupları sübjektif kriterlere ya da grup çıkarlarına dayanarak kategorilere ayıran, ötekileştiren, düşmanlaştıran ve nihayetinde kıran anlayış ve pratiğin kanlı tarihidir desek yanlış olmaz. Bu gerçeklik, neredeyse birbirini boğazlayanlar coğrafyasına dönen Ortadoğu bölgesinin bugünkü durumu ile birlikte ele alınırsa, soruna neden büyük bir ciddiyetle yaklaşılması gerektiği daha iyi anlaşılacaktır.
Dipnotlar
----------------------------
[1] Tuncelilik sendromu, Ahmet Pelda, Özgür Gündem, 09. 05. 2016, http://ozgurgundem.biz/yazi/135510/tuncelilik-sendromu
[2] Genel olarak Kürt siyasi çevrelerin bilgi ve zihin dünyasındaki tutuculuk ve sığlık dikkat çekicidir. Adeta Kürdistan toplumunun ve insanlığın canlı birikimine kulak tıkama durumu yaşanıyor. Kuşkusuz pratik bir gelişme var, ancak bu daha çok kendiliğindenci bir tarzda olmaktadır. Ki bu tarz Kürdistan toplumunun enerjisinin verimli kullanılmaması ve hatta tüketilmesi sonuçlarına yol açıyor. Sanırız karşıtına benzemenin en önemli kaynaklarından birisi zihin dünyasındaki bu tutuculuk ve sığlıktır. Çünkü sürekli gelişen ve yenilenen bilgi birikimine ve niteliksel bir alternatif duruşa dayanmayan refleksel karşıtlık, her zaman karşıtına dönüşme riski taşır.
Lenin der ki; ‘’İnsan bilgisi doğru bir çizgi değildir (ya da izlemez), sonsuzcasına bir dizi çembere, bir sarmala yaklaşan bir eğridir. Bu eğrinin herhangi bir parçası, bölüntüsü, kesimi, bağımsız, tam bir doğru çizgiye dönüştürülebilir, (tek yanlı olarak dönüştürülür), ki bu durumda (eğer bir kimse ağaç yüzünden ormanı görmüyorsa) bataklığa, (egemen sınıfların sınıf çıkarları tarafından bağlanıp kaldığı) papazca bilmesinlerciliğe varır. Tek-yönlülük ve tekyanlılık, cansızlık ve donukluk, öznelcilik ve öznelci körlük — işte idealizmin bilgibilimsel kökleri. Ve kuşkusuz, papazca bilmesinlerciliğin (=felsefi idealizmin) bilgibilimsel kökleri vardır, temelsiz değildir; kısır bir çiçektir kuşkusuz, ama canlı, verimli, gerçek, güçlü, kudretli, nesnel, mutlak insan bilgisinin yaşayan ağacında büyüyen kısır bir çiçek.’’ (Lenin: Materyalizm ve Ampiryokiritisizm, s: 412-418, Sol Yayınları)
Kuşkusuz ki, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi çok yönlüdür; bünyesinde ilerici ve gerici yanlar taşır. Tüm geri yanlarına rağmen ilerleyen ve ciddi bir pratik birikime de sahip olan bu mücadele, tek bir yana ve pratiğe indirgenemez. Ne var ki, her ileri adım gelip hareketi kuşatan subjektivizm ve idealizm çemberine çarpıp enerjisinin büyük kısmını yitirmektedir.
[3] Bilinen bir gerçekliği burada hatırlatmamız gerekiyor: her hangi bir sosyal grubu ‘hasta’ (ya da Nazilerin Yahudileri ‘mikrop’ olarak tanımladığı gibi) biyolojik ve fiziksel kavramlarla nitelendirme ve düşmanlaştırma yaklaşımı faşist hareketin geleneğine aittir. Bu anlamda diyebiliriz ki, Ahmet Pelda kendisi kendi adını tarihin kara listesine yazma girişiminde bulunmuştur.
Türkiye’deki siyasal İslamcıların farklı düşünen ve inanlara bakışı faşist hareketin bu geleneksel yaklaşımından farklı değildir. İşte küçük bir örnek: ‘‘Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Ankara İl Yönetim Kurulu Üyesi ve Tanıtım, Medya Başkan Yardımcısı Mahmut Macit, twitter hesabından yazdığı mesajlarda ateistlerin yok edilmesi gerektiğini savundu.’’ Mahmut Macit 15 Mayıs’ta attığı tweet’te şunları yazmış: “Kişiliği bozuk ateist geçinen ruh hastası tiplerin ülkemde halen dinime küfretmesi kanıma dokunuyor.’’ ( http://bianet.org/bianet/insan-haklari/146833-akp-yoneticisinden-ateistler-yok-edilmeli-cagrisi )