Soykırım kurbanlarını doğru anmak
ALİ H. YERKAN /Yeni Özgür Politika
Alevi inancında Kerbela vakasının önemli bir yeri vardır. Aleviler her yıl Muharrem ayında Kerbela şehitleri için yas tutarlar. Katliamın üzerinden çok uzun yıllar geçse de, bu gelenek hala hükmünü icra etmeyi sürdürüyor. Kerbela şehitlerinin unutulmamasını sağlayan şey, haksızlığa başkaldıran bir avuç insanın zalimlere boyun eğmek yerine onurlarıyla direnerek ölmeyi tercih etmeleridir. İnsanlık varlığını sürdürmeyi özünde bu soy değerlerine borçludur. Soyluluk zulüm ve zorbalığa boyun eğmemede ve kendini insanlığın temel değerlerini yaşatmaya adamadadır. Zalim karşısında can telaşına düşüp canını kurtarmak için kutsallara sırt çeviren insan, soluk alıp vermeye devam etse de, gerçekte bir ölüden daha çok ölüdür.
Kerbela’da sadece şehitler yoktur, Muaviye ordusuna esir düşenler de var. Bunlardan biri de Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep’tir. Zeynep katliamın ardından Şam’a götürülür ve yaşamını burada noktalar. Türbesi aynı kenttedir. Ziyaretçilerinin hiç eksik olmadığını iyi biliyorum. Ben de birkaç kez bu soylu kadının türbesini ziyaret etmeye gittim. Her defasında müthiş bir acı içinde dövünüp ağlayan insanlara tanık oldum. Kadın erkek herkes sanki birkaç dakika önce en değerli varlıklarını yitirmiş gibiydi. Bu tablodan etkilenmemek imkansızdı. Matem ortamı beni de kendine çekmişti. Zeynep müthiş direnişçi bir kadın olmalıydı. Bunu anlayabiliyordum. Ancak bir yasın bu denli uzun sürmesi bana ilginç geliyordu. Nazım Hikmet, 20. asırda ölüm acısının en fazla bir yıl süreceğini söylüyordu. Oysa Zeynep’in ölümü üzerinden pek çok asır geçse de yası hala devam ediyordu.
Dêrsimliler geçtiğimiz 4 Mayıs’ta birçok yerde Dêrsim Soykırımının kurbanlarını andılar. Bu etkinlikler oldukça anlamlıydı. Kerbela vakasıyla yazıma giriş yaptım. Ama asıl amacım bu anma üzerinde durmaktı. Dêrsim insanı, en azından kırımdan arta kalmış Dêrsim’in yaşlıları Kerbela kıyımı ile bu soykırım arasında bağ kurarlardı. Onlara göre Dêrsim’deki ‘tertele’ Kerbela faciasının devamıydı. Muaviye geleneği sürüp gelmiş, Kerbela Dêrsim’de tekerrür etmişti. Nitekim Seyit Rıza da darağacına giderken aynı şeyi dillendirmiş, katillerin yüzüne ‘evladı Kerbela’ olduğunu ve onların yolunda yürüdüğünü haykırmıştı. Böyle bir bağlantı elbette yanlış değildir. Devletçi uygarlık sistemi ve sergilediği zulüm pratikleri bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Aynı bağlılık uygarlık karşıtı güçler ve direnişleri için de geçerlidir. Onlar da süreklilik ve bütünlük arz ederler.
Kurbanları anmanın bir yöntemi olarak yasın anlamını ve değerini biliyorum. Ama sadece bununla sınırlı bir anmanın eksik kalacağını da belirtmek isterim. Soykırım kurbanlarını anma yeni soykırımların önünü alma hedefine bağlanmışsa değerlidir. Dêrsim Soykırımının kurbanları Kerbela şehitlerinin sayısından katbekat fazladır. Dolayısıyla acısı da aynı ölçüde fazla olacaktır, olmak durumundadır. Anlamını bilenler için acılar büyük güç kaynağıdır. Bu yüzden acıların hafifletilmesinden söz etmiyorum. Tıpkı ölen genç oğullarının başında ağıt yakan annelere seslenen Bedevi kabile reisi gibi ben de “Ağlamayın, bağırıp çağırmayın ki acınız hafiflemesin” demek isterim. Onca kurbanın anısına yapılması gereken o kadar çok şey var ki, bunları yerine getirmeden acıları hafifletmekten söz etmek imkansızdır. Acılarımızı güçlenme kaynağımız kılmak durumundayız.
Eskiden büyüklerimiz kötülükle iştigal edenlere “Hanende pepug ötsün” diye beddua ederlerdi. Bu bedduayla öngörülen ceza çok ağırdı. Bu yüzden etrafta birileri varsa kendilerini beddua etmemeleri için uyarırdı. Çünkü dilenen şey, kötülük yapanın soyunun kuruması ve hanesinin kalıntılarında baykuşların öttüğü bir viraneye dönüşmesiydi. Ne kadar acı değil mi? Dêrsim’de yüzlerce yerleşim yeri ‘pepug’ yatağı haline gelmiş durumdadır. Mecburi iskana tabi tutulmuş kılıç artığı bir ailenin çocuğu olduğum için biliyorum. Sekiz yılı aşkın bir süre devam eden bu mecburi iskan uygulaması son bulduğunda, sürgünlerin ezici kesimi ana topraklara geri dönmüşlerdi. Ancak bu dönüşün üzerinden fazla zaman geçmeden yeni bir sürgün harekatı başladı ve insanlarımız dört bir yana savruldu. Cennetten farksız yerler cehennemmiş gibi kaçılan alanlar halini aldı.
Kendisi olarak kalmak isteyenler elin toprağının kendilerine yurt olmayacağını iyi bilirler. Yaban ellerde yaşamanın sorun yapılmaması elbette kabul edilemez. Dêrsim’in en temel sorunlarından biri budur. Eskiden insanlar geçici olan gurbet acısına bile zor katlanırlardı. Hal böyleyken yurtsuzluğa mahkûm edilmeyi nasıl sineye çekebiliriz? Soykırımcı sömürgecilik hemen her şeyimizi yıktı, yaşamla ilgili her alana katliam dayattı. On binlerce insanımızı bunun için kurşunladı. O zaman soykırım kurbanlarına doğru sahip çıkmamız için sömürgecilerin yaptıklarının tersine hareket etmemiz gerekir. Bu anlamda ister kendi toprakları üzerinde ister yaban ellerde yaşasın, Dêrsim insanını muhteşem bir inşa seferberliği bekliyor. Yüzümüzü ana topraklara dönmeli, köylerimize yeniden kavuşmalı ve eskisinden çok daha görkemli hale getirmeli, Dêrsim’i mutlaka şenlendirmeliyiz.
Ana topraklara dönüş bireysel değil, devasa boyutlarda bir toplumsal eylemdir. Bu türden büyük eylemler aynı şekilde muazzam bir örgütlülüğü gerektirir. Bu dönüş seferberliği bazı yönleriyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yahudilerin İsrail’e yürüyüşüne benzetilebilir. Almanya’dan Rusya’ya, Polonya’dan ABD’ye kadar çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudiler ‘vaat edilmiş topraklar’a dönüş yaptılar ve çölün ortasında bir cennet yarattılar. Dêrsim İsrail ile kıyaslanamaz güzellikte bir yer olup zengin kaynaklara sahiptir. Ona gerçekten bağlı kadirşinas evlatlarının eliyle sevinçli ve şiirsel bir yaşam zemini haline getirilebilir. Bunun için yapılacak ilk iş ‘ana topraklara dönüş’ seferberliğine kilitlenmek ve kendini bunun başarılabileceğine inandırmaktır.
Bir şeyi bütün benliğinizle isterseniz, bu isteminizi gerçekleştirmeniz için bütün evren hizmetinize girer. Toplumsal insanın üstesinden gelemeyeceği bir zorluk ve aşamayacağı bir engel yoktur. Engel hemen her zaman kişinin kendisinden kaynaklanır. Hepimiz iyi biliriz: Sistem dışında bir dünyanın mümkün olmadığına inananlar karşılaştıkları her engele uçurum adını takarlar. Oysa amaçlarına bağlı kişiler uçurumların üzerine köprü kurup yollarına devam ederler. Tamam, uçurum denilecek zorluklarımız olduğunu kabul edelim. Yine de bu durumda karşımıza iki seçenek çıkar: Bu uçurumları aşmak için ya kendimiz köprü olacağız ya da köprüler kuracağız. Bu kadar hayırlı bir iş için bu kararlılıkla harekete geçmekten daha soylu eylem ne olabilir? O zaman soykırım harekatının her yıldönümünde şehitlerimizi yas içinde değil gururla yad edebiliriz.
Kaynak: http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=30489