Abdullah Öcalan Kürt seçmene nasıl bir mesaj veriyor?
Kürt seçmen ve HDP, bu rejimin faşist karakterini pratik yaşamda deneyimleyerek görmüş ve bu rejimden demokrasi, özgürlük ve barış beklenmeyeceğini, aksine bu rejimin giderek bu değerlerden uzaklaştığını anlamıştır. Böylesi bir durumda; Öcalan açıkça çağrı yapsa bile, HDP ve Kürt seçmenin kararını değiştireceğini düşünmüyoruz. Görülen şu ki, HDP ve Kürt seçmen Kürdistan'da olduğu gibi; İstanbul'da da, AKP-MHP-Ergenekon faşizmini geriletmek için, Ekrem İmamoğlu'na oy verecektir. Bunu, başka bir gücü desteklemek için değil, kendisini ve demokrasiyi desteklemek için yapacaktır.
Ahmet Aydın
17 Haziran 2019
Abdullah Öcalan, görüş yasağının kaldırılmasından bu yana; avukatları ile düzenli olarak görüşüyor ve dışarıya mesajlar gönderiyor. Elbette bu yasal hakkıdır ve hakkını kullanmalıdır.
Öcalan'ın görüş yasağının kaldırılmasında açlık grevlerinin ve ölümlerin bir etkisi olabilir. Ancak bu eylemlerin söylendiği gibi; Öcalan'ın üzerindeki tecridin kaldırılmasından çok, Öcalan'ın sarsılan otoritesini restore etme ve tekrar bir muhatap yaratma çabası olarak görmek daha doğrudur. 2013 yılında başlatılan ''çözüm süreci''nde Öcalan büyük bir insiyatif ve sorumluluk almıştı. Keza Öcalan'ın açıklamaları ve yaklaşımı Kürt halkında ciddi bir umut yaratmıştı. Ancak, süreç başarısızlıkla sonuçlandı. Devletin karakterinin gerçek bir çözüme hiç de uygun olmadığı koşullarda, Öcalan ''devleti çözüme zorluyorum'' gerekçesiyle ama sanki gerçek çözüm süreci varmış gibi hareket etti. Devlet, bu atmosferden yararlanarak alttan alta Kürt halkını soykırıma uğratmanın hazırlıklarını yaptı. Şimdi başlatılan görüşmeler ve verilen mesajlar, öncelikle, geçmişte yaşanan bu kötü deniyimden ''yeni bir sürece'' yumuşak bir geçiş hazırlığı olarak görülebilir. Ancak bu gelişmelerin güncel durumla ilşkili bir yanı da vardır. Öcalan'ın artan mesaj trafiği ile İstanbul belediye başkanlığı ''seçimi'' arasında bir ilişki var mıdır? sorusunu sormak gerekiyor. Çünkü, Kürt seçmenlerin tavrı İstanbul belediye başkanlığı ''seçimi''nde belirleyici olacaktır. Kabul etmeliyiz ki; Öcalan'ın da, Kürt seçmen üzerinde belirleyici olmasa da, ciddi bir etkisi vardır. İktidar blokunun bu etkiyi görmediğini ve kendi lehine değerlendirmek noktasında gayret sarfetmediğini söylemek saflık olur.
Öcalan'ın verdiği pozitif mesajlara rağmen, faşizm şartlarında yeni ''çözüm süreci'' mümkün müdür? Ya da 2013'de başlatılan süreç benzeri bir süreç başlatılsa bile, bunun Kürt sorunun çözümü açısından bir işlevi var mıdır? Kapalı kapılar ardında ve üstelik tutsaklık koşullarında böylesi müzakerelerin yürütülmesi doğru mudur? 2013'te başlatılan sürecin neden başarısızlıkla sonuçlandığı konusunda özeleştirisel bir çaba var mıdır? Dahası, Öcalan Türkiye'de yaşanan rejim değişikliğinin farkında mıdır ve bu değişimin barış sorununa etkisini dikkate almakta mıdır? gibi soruların cevaplarına ilşkin bir tartışmaya bu yazıda girmeyeceğiz. Daha çok, Öcalan'ın açıklamalarının aktüel olan İstanbul ''seçimi'' ile olan ilşkisine ve bu açıklamaların Kürt seçmenler üzerindeki etkisine değineceğiz. Bununla birlikte, Öcalan'nın 12 Haziran tarhinde avukatlarıyla yaptığı görüşmede dile getirdiği bir görüşe değinmemek olmaz. Şöyle diyor Öcalan:
''Tarihsel bir gösterge olarak Türksüz Kürt, Kürtsüz Türk’ün var olamayacağını; Mezopotamya’da Kürtler bitirildiği vakit Anadolu’da Türklük adına da geriye bir şey kalmayacağını belirtmiştir.''
Bu sözlerin ne tarihsel ne de güncel gerçekliklle bir alakası vardır. Her iki ulus da, kendi tarihsel ve sosyo-kültürel dinamikleri üzerinden bugüne kadar var olmuşlardır. Birinin varlığı diğerinin varlığına ya da yokluğuna bağlı değildir. Kürtler olmasa da Türkler, Türkler var olmasa da Kürtler var olurdu. Bir ulusun eksikliği diğer ulusu elbette etkiler ancak, bu belirleyici bir etki olamaz. Türk-Kürt ilşkisinin bu derece fetişleştirilmesi sanıldığının aksine, her iki ulusa; faydadan çok zarar verir. Her ne kadar burada, iki ulusun birbirileri için taşıdıkları önem, pozitif bir anlamla belirtilmek istenmişse de, iki farklı ulus arasında böyle bir ''varoluş denklemi'' kurulması son derece tehlikelidir. Çünkü, farklılı olanların eşitliğini ve bir arada yaşamasını yadsıyan şoven cephede, bu denklem negatif bir anlam taşır. Bu tehlikenin pratikte ne anlama geldiğini, son bir yüz yıllık TC tarihinden biliyoruz. Bu durum tıpkı eşlerin evlenirken ''sen olmazsan ben yaşayamam'' söylemine ve nihayetinde bir ayrılık yaşandığında da cinayetle sonuçlanan, fetişleştirilmiş duygusal ilişkilerine benzer.
Uluslar birarada ya egemenlik ya da eşitlik ilişkileri içinde yaşarlar. Kürtlerle Türklerin ilşkisi en azından son bin yılda bir egemenlik ilişkisidir. Son bir yüz yıldır da, Türk devleti; Kürt ulusal varlığını kendi varlığı açısından yaşamsal bir tehdit olarak görmektedir. Bu nedenle resmi ideoloji, eğer Kürtler ayrılıp bağımsız bir devlet kurarlarsa; Türk devletinin ve hatta Türk ulusunun yok olacağı propagandasını yapa gelmiştir. Halbu ki, en uç ihtimalle bağımsız bir Kürdistan kurulsa bile; Türk devleti de Türk ulusu da yok olmazdı. Tam tersine; Kürtler ile yaşanan savaşlar ve çatışmalar yaşanmadığı için, Türk şovenizmi bu derece gelişmezdi, buna bağlı olark Türk toplumu daha demokratik bir kültüre sahip olurdu. Dahası, ekonomik ve sosyal kaynaklar savaş ve çatışmalarda harcanmadığı için, bölgemizde daha müreffeh bir toplumsal yapı oluşurdu. Ve yine, Kürtlerin ayırılması bir varlık yokluk sorununa dönüştürülmeseydi, aradaki güven ilşkisi daha güçlü olurdu ve her iki ulusun, federasyon ya da özerklik biçiminde bir arada yaşamaları çok daha olanaklı olurdu.
Öcalan'ın açıklamaları İstanbul ''seçimini'' etkiler mi?
Hem avukatları hem de ailesi, Öcalan'ın tekrarlanan İstanbul ''seçimi'' ile ilgili konuşmadığını belirtiyorlar. Öcalan konuyla ilgili direk olarak bir şey söylememiş olabilir, ancak aslında Öcalan ilk görüşmesinden bu yana İstanbul ''seçimi'' ile ilgili dolaylı da olsa konuşuyor.
Nasıl konuşuyor Öcalan?
6 Mayıs'ta yapılan ilk görüşmeden bu yana yapılan tüm açıklamalarda, Öcalan; 2103 yılında yürütülen ''çözüm süreci'' görüşmelerine ve bu konudaki mektubuna atıfta bulunarak, aynı noktada durduğunu belirtmektedir. Yine Öcalan, İmralı'da yeni başlayan ''Bu görüşmelerin yaptırılmasının bir müzakere sürecinin varlığı anlamına gelmediğini'' de söylemişti. Öcalan 22 Mayıs tarhinde yapılan görüşmede, yeni görüşmelerle ilgili ‘'tüm çevrelerden nasıl bir karşılık verileceğini 30-40 gün sonra anlarız’' demişti. Belli ki, Öcalan seçim sonrasında özellikle iktidar tarafından atılacak pratik adımlara bakarak, yeni bir ''çözüm süreci''nin başlayıp başlamayacağı konusunda bir yargıya ulaşabileceğini söylüyordu. Fakat, bütün ihtiyatlı söylemine rağmen, Öcalan yeni bir ''çözüm süreci'' beklentisi ve umudu içinde olduğunu belli ediyor. Öcalan, 12 Haziran 2019 tarhihli son açıklamasında bu yönlü beklentisini ve umudunu çok daha kuvvetli çekilde dile getiriyor. Şöyle diyor Öcalan:
''Şahsi inisiyatif doğrultusunda gelişen bu tavrın devlet odaklı tavır ve taviz olarak değerlendirilmemesini özenle belirtirim. Ama umudum ve sezgilerime dayanarak pozitif sonuç doğuracağına dair inancımı koruyorum.''
Bu iki cümlelik paragrafın, İstanbul ''seçimi''ne yönelik verilmiş ince ayarlı mesaj içerdiğini söyleyebilir miyiz? Öcalan, adeta ''iktidarın bu işte bir sorumluğu yok her şeyi ben yaptım'' dercesine görüşmelerin sorumluğunu üstleniyor. Son açıklamalarının tümünde bu yönlü bir çaba var, ancak; 12 Haziran'daki açıklamasında daha büyük bir ''özenle'' tekrar bu noktaya değinmiş. Kuşkusuz, gündemde olan İstanbul ''seçimi''nin, böylesine bir ısrarlı ve özenli çabanın gösterilmesinde büyük bir etkisi vardır. Anlaşıldığı kadarıyla Öcalan, yeni başlatılan görüşme sürecinin, hem iktidar blokunun milliyetçi-muhafazakar tabanınında bir reaksiyon oluşturmasını hem de, burjuva muhalefetinin, bu görüşmeleri iktidara karşı bir propaganda malzemesi olarak kullanmasını önlemeye çalışıyor.
Diğer yandan Öcalan, 22 Mayıs'ta sürecin gidişatının hangi yönde olacağı konusunda net konuşmak için 30-40 gün sonrasında verilecek karşılıklara bakmak gerektiğini söylerken, 12 Haziran'daki görüşmede ''sezgilerine'' dayanarak ''pozitif sonuç doğacağı'' konusunda umutlu olduğunu belirtiyor. Bu kuşkusuz ilk görüşmede, yeni bir ''çözüm süreci'' konusunda verilen belirsiz mesajın, ''sezgilere'' dayandırılsa da, daha da netleştirilmesini ve kuvetlendirmesi demektir. Açıktır ki, Öcalan Kürt seçmenlere yeni bir ''çözüm süreci'' konusunda umut vermeye çalışıyor. Öcalan'ın bu mesajının siyasi arenadaki karşılığı ve dolayısıyla Kürt seçmenlere verdiği mesaj şudur: AKP-MHP-Ergenekon rejimi ile yeni bir çözüm süreci başlatılması konusunda umudum yüksek. Barış istyorsanız bunu dikkate alın. Öcalan'ın verdiği mesajın objektif karşılığı budur. Kürt seçmenlerin verilen bu mesajı, Öcalan'ın istediği yönde algılayıp algılamayacağı ya da istenilen doğrultuda davranıp davranmayacağı ayrı bir meseledir.
Öcalan tarzı siyaset
Öcalan'ın faşist rejimle aynı ideolojik-siyasi hattı paylaştığını ve bu nedenle kendiliğinden faşist rejime oy verilmesini isteyeceğini söyleyemeyiz. Diğer yandan Öcalan'ın, bu rejimin faşist karakterini dikkate alarak, bu rejimle stratejik ve taktik düzeyde uzlaşmalara ilkesel bir duruşla karşı çıkacağını ve böylesi bir yönelime girmeyeceğini söylemek de mümkün değildir. Öcalan'ın siyasal yaşamı, böylesi bir tespite ulşmamız için bize yeterli veri sunuyor. Öcalan'ın önünde böylesi bir siyaset tarzını yürütme noktasında, son dönemlerde bir ölçüde daralsa da; hala geniş bir manevra alanı vardır. Çünkü; Öcalan ve büyük ölçüde PKK için, siyasal mücadelenin odağında Öcalan bulunmaktadır. Bu siyasal gelenekte; ''Öcalan eşittir PKK eşittir Kürt halkı'' denklemi kurulmuştur. Açıktır ki, bu denklem objektif gerçekliğe değil, subjektif kabullere dayanmaktadır. Bu anlayışta, Öcalan'ın eylemleri ve düşünceleri Kürtler ve PKK için nerdeyse mutlak anlamda doğru ve iyi kabul edildikleri için, büyük ölçüde olumlanarak benimsenir. Dahası, Öcalan'a karşı tavır, bir hareketin ya da eylemin doğru mu yanlış mı, ilerici mi gerici mi, dost mu düşman mı olduğun tespitinde belirleyici kriterdir. Bu tarz siyaset, doğal olarak, sık sık sosyal-siyasal gerçeklikle subjektif duruş arasında çelişkilere ve kırılmalara yol açmaktadır.
Halbuki, her birey için geçerli olduğu gibi, Öcalan'ın bireysel duruşunun ve siyasal çıkarlarının her zaman toplumsal ve ulusal çıkarlarla örtüşmesi teorik ve pratik olarak mümkün değildir. Kürt siyasal hareketinin ve HDP'nin siyasal tavırlarının sürekli olarak sorgulanmasının ve kuşkuyla karşılamasının nedeni tam da burada yatmaktadır. Ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğu ayrı bir konu, ama sonuçta kamuoyu, Kürt siyasal hareketinin ve HDP'nin duruşunu Öcalan'a ayarlı olarak belirlediğine inanmaktadır. Öcalan'ın ani olarak tavır değiştirmesiyle, Kürt siyasal hareketinin ve HDP'nin de, o güne kadar söyelediklerini ve izledikleri çizgiyi bir kenara bırakıp; Öcalan'a uyacakları yönünde bir kanı kamuoyunda hakimdir. Bu kanının tümden yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Ancak eskisi gibi Öcalan'ın mutlak bir hakimiyetinden de bahsedilemez.
Öcalan'ın bugün için en önemli hedefi, kapsamlı bir ''çözüm'' çerçevesinde olmasa da, konjonktürel bir ittifak bağlamında cezaevinden çıkmaktır. Öcalan'ın siyasi tavrınının şekillenmesinde bu hedef birincil öneme sahiptir. O, faşist rejimin ''seçim'' ve Suriye alanlarında sıkıştığını; Kürt seçmenin ve SDG'nin bu sıkışıklığın aşılması noktasında; krtik bir değer kazandığını görüyor ve bu durumdan yararlanmak istiyor. Bazı HDP milletvekillerinin ''HDP seçmeni çantada keklik değil'' diyerek ''kim çok verirse'' tazında bir pazarlık arayışına girmesinin; Öcalan'ın bu tavrından bağımsız olduğunu düşünmüyoruz.
Normalde bir devrimci-demokrat hareket ya da kişi, faşizmin sıkışıklığını bu rejimin yıklması yönünde bir fırsat olarak değrlendirir ve nihayetinde diğer demokrasi güçleriyle birlikte faşizmin yıkılması ve demokratik bir düzenin kurulması yönünde stratejik bir mücadele yürütür. Çünkü, faşizm yıkılmadan hiç bir şekilde demokrasi ve özgürlük kazanılmaz, elde edilen geçici kazanımlar da korunmaz. Fakat Öcalan pragmatik bir siyasal kişiliktir, pratik ve anlık kazanımları esas alır. Bu pragmatik tarz siyasal mücadelenin belli aşamalarında bir kazanım sağlayabilir, ancak devrimci-demokrat bir hareket stratejik davranma kabiliyetine ulaşamazsa, bütün bu kazanımlar büyük bir hezimetle yok olur gider. Örneğin diyelim ki, Kürt siyasal hareketi Öcalan'ın serbest bırakılması veya SDG'nin tanınması karşılığında İstanbul ''seçimi''nde faşist bloku deskledi ve faşist blok seçimi kazanadı. Bu paratik olarak neye yol açar? Öncelikle, halk yoksullaşmaya devam ederken, İstanbul rantından beslenen iktidadaki sermaye kliği plazlanmaya, bu ranttan beslenen lümpen-asalak milis çeteleri büyümeye devam eder. Kısacası yolsuzluk, yalan, çürüme, hukuksuzluk, polis terörü, gerici-şoven kültür üzerinden gelişen bu faşist rejim varlığının güçlendirerek sürdürür. Nihayetinde güçlenen faşist rejim fırastını bulduğunda da, Kürt halkına sadırıp onun kazanımlarını yok etmek isteyecektir. Yaşadığımız son on yıl, bu rejimin böylesi bir yönelime sahip olduğunu fazlasıyla göstermedi mi? Kuşkusuz İstanbul rantını büyük ölçüde kaybetmesi, bu rejimi tek başına çökertmez, ama en azından gelişmesini ve kurumlaşmasını sınırlar hatta zayıflatır. İşte bu durumda karşımıza şu soru çıkıyor: Kürt halkı geçici bazı ''kazanımlar'' karşılığında, faşist rejimin güçlenmesi yönünde bir duruş mu göstermelidir yoksa faşizmin geriletilmesi ve nihayetinde yenilmesi mücadelesine katkı mı sunmalıdır?
Kürt seçmen mesajları mı yoksa yaşama mı dikkate alacak?
Öcalan'ın önümüzdeki ''seçim''le ilgili Kürt seçmene açık bir dile mesaj vermesinin önünde önemli zorluklar bulunuyor: Birincisi, Öcalan'ın Kürt seçmene ''bu iktidar blokuna oy verin'' demesi için, en azından kendisi için pratik bir kazanımının olması gerekir. Görüşme yasağının kalkması pratik bir kazanımdır, ancak fazla da bir önemi yoktur. Diğer yandan, bugünkü konjonktürde iktidarın kısa vadede Öcalan'ın talebini karşlaması mümkün değildir. Fakat, iktidarın Öcalan'a ve Öcalan'ın da iktidara bazı ''çözüm'' projeleri sunmuş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu sıkışık durumda, İmralı'da süren görüşmelerde; her iki tarafın da süreci idare ettikleri ve Öcalan'ın bu çerçevede Kürt seçmene dolaylı olarak umutlu mesajlar ilettiğini söyleyebiliriz. Kürt seçmen üzerinde etkili olduğu anlaşılırsa ''seçim''e kadar bu mesajların daha da artması ve güçlenmesi mümkündür.
Öcalan'ın önündeki ikinci zorluk şudur: Faşist rejim 2014 yılından bu yana, kelimenin tam anlamıyla Kürt halkına karşı bir soykırım savaşı yürütüyor. Her alanda (askeri, kültürel, ideolojik-siyasi ve ekonomik) ve Kürdistan'ın tüm bölgelerinde sürdürülüyor bu savaş. Bu savaşın anlamını fark etmek için aslında Kürtlerin mezarlıklarına yapılan barbarca saldırıların anlamını kavramak yeterlidir. Üstelik, faşist rejimin yöneticileri; bir bütün olarak Kürt halkına ve siyasi hareketine karşı öylesine ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı bir dil kullanıyorlar ki, bu nefret dili artık Kürt kamuoynun hafızasına yerleşti. Doğal olarak, bütün bu şiddet ve şoven-faşist salırılar Kürt halkının düzenden ciddi bir düzeyde kopuşmasına neden oldu. Ayrıca, Öcalan'ın yeni ''çözüm süreci'' eskisi gibi Kürt halkını etkilemiyor. Nihayetinde bu konuda yaşanmış önemli bir deneyim var. 2013 yılında çok parlak sözlerle başlayıp ağır bir savaşla biten bir süreç yaşandı. Bu süreç hem Kürt halkına hem de Kürt siyasal hareketine çok önemli tecrübeler kazandırdı. Bizim gördüğümüz şudur: Bütün bu yaşananlarla birlikte, Kürt halkının bu rejimden barış ve demokrasi yönünden bir beklentisi kalmamıştır. Böylesi bir kopuş durumu karşısında Öcalan'ın çıkıp açıkça, AKP-MHP-Ergenekon rejimine oy verin demesi zordur. Söylese bile, Kürt halkı ve siyasal hareketi bu çağrıya uymaz.Öcalan bu durumda halkla karşı karşıya geleceğini bilir. Faşist rejim de bu zorluğun farkındadır ve geçici yumuşatma çözümleri üretmeye çalışmaktadır. Son günlerde, Binali Yıldırım Kürdistan'ın varlığından ve Dersim'deki zulümden söz etmeye başlamıştır. Hatta anlaşılmasa da, Kürtçe konuşmaya çalışmıştır. Devlet Bahçeli ise, Öcalan'ın avukatları ile görüşebileceğini söyledi. Hatta son yaptığı açıklamada Kürtlere çok duygusal bir mesaj verdi. Şunları söyledi Bahçeli: "Türk-Kürt arasına nifak sokmaya çalışanlar bozguna uğratılacaktır. Kürt kökenli kardeşlerimiz bizim canımızdır, ciğer parelerimizdir." Bu fırıldak şarlatanları böylesine kıvrandıran, kuşkusuz İstanbul ''seçimi''nde Kürt seçmenin sahip olduğu belirleyici konumudur. Kürt seçmenin bu iki yüzlü soytarıların numaralarına kanacağını düşünmüyoruz. Çünkü bu ekip daha yakın zamana kadar Kürt halkını tehdit edip, aşağılıyordu. Yarın yine aynı tavrı gösterecekleri de açıktır. Çünkü zihniyetlerini değil sadece geçici olarak söylemlerini değiştiriyorlar. Hatta söylemlerini bile sahte de olsa değiştirmekte zorlanıyorlar. Dün Kürdistan'dan bahseden ve Kürtçe konuşmaya çalışan Binali Yıldırım, 16 Haziran akşamı Ekrem İmamaoğlu ile yaptığı canlı programda, Afrin işgalini ve orada Kürtlere karşı uygulanan entik temizliği savundu, üstelik aynı etnik temizliğin Fırat'ın doğusunda da yapılacağını ve buralara Suriyeli mültecilerin yerleştirileceğini söyledi. Binali Yıldırım AKP-MHP-Ergenekon rejiminin Kürt karşıtı soykırımcı politikasını deşifre etmiştir. Söylenenleri dinleyen hiç bir aklı başında, onurlu Kürt, bu faşist bloka oy vermez.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz, Kürt seçmen ve HDP, bu rejimin faşist karakterini pratik yaşamda deneyimleyerek görmüş ve bu rejimden demokrasi, özgürlük ve barış beklenmeyeceğini, aksine bu rejimin giderek bu değerlerden uzaklaştığını anlamıştır. Böylesi bir durumda; Öcalan açıkça çağrı yapsa bile, HDP ve Kürt seçmenin kararını değiştireceğini düşünmüyoruz. Görülen şu ki, HDP ve Kürt seçmen Kürdistan'da olduğu gibi; İstanbul'da da, AKP-MHP-Ergenekon faşizmini geriletmek için, Ekrem İmamoğlu'na oy verecektir. Bunu, başka bir gücü desteklemek için değil, kendisini ve demokrasiyi desteklemek için yapacaktır.