Ankara katliamının failleri AKP iktidarı ve devletin karanlık güçleridirler
Ahmet Aydın
11. 10. 2015
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin 10 Ekim’de Ankara‘da „Savaşa inat barış hemen şimdi!“ sloganıyla düzenlemek istediği „Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi“ kitlenin alana akmaya başladığı sırada, barbarca bir saldırıyla kana bulandı. Şu an itibari ile ölü sayısının 128, yaralı sayısının da 400’e yakın olduğu belirtilmektedir.
Ankara’da düzenlenen bu katliam, 7 Haziran öncesinde Diyarbakır HDP mitinginde ve 20 Temmuz‘da Suruç’ta düzenlenen katliamların oluşturduğu zincirin son halkasıdır. Failler, onların amaçları, yöntemler ve araçlar aynıdır.
Türk Polisi’nin katliamdan önceden haberdar olduğu ve bizatihi katliamda rol aldığı gerçeği, Diyarbakır ve Suruç katliamlarında görüldüğü gibi; bir kez daha somut olarak ortaya çıkmıştır. Gösteri öncesinde arama yapmayan, patlama esnasında saklanan ve patlama sonrasında alçakça yaralılara ve onları kurtarmaya çalışan insanlara gaz bombaları ve copla saldıran Türk Polisi, hiç gizlemeden katliamlara ortak olduğunu göstermiştir. Bombayı yerleştirenler bombaların öldürme etkisini arttırmak için içlerine demir bilye koyuyorlar, Türk Polisi de, tıbbi müdahaleyi engelleyerek ve panik çıkartarak ölü sayısını arttırma görevini üstlenmiştir. Bu görev bölüşümü ta 1 Mayıs 1977 katliamından beri işlemektedir.
Birazcık muhakeme gücü ve vicdana sahibi olan herkes failleri rahatlıkla teşhis edebilir. Bu saldırının failleri, AKP iktidarı ve derin devletin karanlık güçleridir. Bakmayın siz Obama ve Putin’in diplomasi maskaralığıyla Erdoğan’ı yani katillerin başını arayıp taziye dileklerini sunmalarına, aslında onlar saldırının nedenlerini ve katilleri hepimizden daha iyi biliyorlar. Fakat, onlar için katillerin kim olduğu çok önemli değildir, onlar için önemli olan bu olayın kendi çıkarlarına zarar verip vermediği meselesidir.
Olay sonrasında AKP ve hükümet yetkililerinin takındığı tavırlar, yüz ifadeleri ve söylemleri kelimenin tam anlamıyla mide bulandırıcıdır. Yarım ağızla, adet yerini bulusun diye yapılan „kınıyoruz, lanetliyoruz“ açıklamaları, zoraki bürünüldüğü aşikar olan üzüntülü haller ve bu hallerin arkasında gizlenmeye çalışılan sevinci açığa vurun vahşi çakal sırıtması. İyi bakın bu manzarayı hemen hemen hepsinin suratlarında, tavırlarında görebilirsiniz.
İçişleri bakanı olduğu söylenen zat, devletinin başkentinde böylesine korkunç bir katliam gerçekleştiği halde „Hiç bir güvenlik zafiyeti yoktur“ diyebilmektedir. Aslında bir anlamda kendi açısından haklıdır. Çünkü onun için güvenlik gücü demek, Kürd’ü, Alevi’yi, solcuyu koruyan değil, öldüren bir güçtür. Bu anlamda güvenlik güçlerinin görevlerini layıkıyla yaptıkları doğrudur. Adalet bakanı olduğu söylenen zat ise, „istifa edecek misiniz?“ sorusuna gülerek karşılık vermektedir. Yine aynı kapıya çıkıyoruz, adam görevini yapmanın mutluluğunu yaşarken, istifa sorusu ile karşılaşmak elbette garibine gidecektir.
Kişiliği her gün reisi tarafından kamuoyunun gözü önünde ayaklar altına alınan başbakan müsveddesi de, katliamın faili olarak AKP iktidarını işaret eden Selahattin Demirtaş’ı yargılanmakla tehdit ediyor. Başbakan müsveddesi barışçıl ve yasal bir gösteriye katılan insanların güvenliğinden en azından formel olarak kendisinin sorumlu olduğunu hatırlayıp hesap vereceğine, hem sorumluluğunu gizlemek hem de, her halde fırsat bu fırsat diyerek, Kürtlere vurarak kendi ezik kişiliğine itibar kazandırmak için Demirtaş’a saldırıyor. Be ahmak, hiç düşünmüyor musun ki, bu insanlar her gün ölümle burun buruna yaşıyor, senin yargılanma tehditlerini kim takar.
İşin özeti, Selahattin Demirtaş’ın katliam sonrasında söylediği gibi, karşımızda iktidarı ve çıkarı uğruna insanlığından vazgeçmiş, her türlü yalanı söyleyebilecek, her türlü kötülüğü yapabilecek düzeyde iğrençleşmiş, iktidar sahibi bir güruhla karşı karşıyayız.
İktidar güçlerinin barışçıl bir mitinge bu denli barbarca saldırmasının nedeni nedir?
Yeni bazı etkenler oluşmuş olmasına karşın, iktidarın Diyarbakır ve Suruç katliamlarını düzenlemesine; HDP etkinliklerine ve binalarına saldırmasına yol açan etkenler bugün için de geçerlidir.
Erdoğan ve AKP’nin 7 Haziran seçimlerindeki hedefi, HDP’yi baraj altında bırakarak, tek başına iktidar olmak ve başkanlık sistemine geçmekti. Bu amaca ulaşmak için, HDP kitlesine saldırıp, bu gücü sindirmek ve dağıtmak istiyorlardı. Fakat bunu başaramadılar. HDP barajı aşıp 80 milletvekili ile meclise girdi. Bu başarısızlık üzerine tekrar seçimi gündemlerine alan Erdoğan ve AKP, aslında 7 Haziran’dan bu yana bir bütün olarak Kürt ulusal hareketine, ancak baraj altında bırakmak hedefiyle özel olarak HDP’ye karşı savaş ilan etmişlerdir. Seçim sonrasında, 20 Temmuz’da Suruç’ta düzenlenen katliam, bu anlamda Diyarbakır katliamının bir devamıdır. Suruç katliamının amacı, HDP içindeki sosyalist bileşenlere vurup onları etkisizleştirmek ve başarabilirlerse „Kürtlerle ittifak ölüm getirir“ mesajıyla onları HDP’den ve Rojava devriminden koparmaktı.
10 Ekim’de Ankara’da düzenlenen katliam da, Kürt ulusal hareketi ile Türkiye emekçi hareketinin ve sol güçlerinin ittifakından dolayısıyla şovenist zihniyetin kırılmasından duyulan korkunun bir ürünüdür. Türk halkının giderek Kürdistan‘da yürütülen savaşın egemen güçlerin çıkarına hizmet eden sömürgeci bir savaş olduğu gerçeğini kavraması ve Kürt halkıyla eşitlik ve özgürlük zemininde bir arada yaşamayı benimseyen bir çizgiye gelmesi, sömürgeci iktidarın varlığı için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu açmazla karşı karşıya gelen AKP iktidarı ve devletin karanlık güçleri, HDP ve Kürt ulusal hareketini ittifak güçlerinden kopararak yalnızlaştırmaya çalışırlarken; kendi politikalarının gerçek yüzü teşhir olmakta ve kendileri yalnızlaşmaktadırlar. Onlar bu durumu tersine çevirmek için, Türk devletinin geleneği haline gelmiş olan katliam yöntemine başvurmaktadırlar. Sanıyorlar ki, öldürürsek halk can korkusu ile sinecek, örgütlü mücadeleden ve dayanışmadan vazgeçip bu barbarların buyruklarına boyun eğecek.
Saldırının en dikkat çekici yanı da, KCK’nın ilan edeceğini duyurduğu eylemsizlik kararını açıklamasının bir gün öncesine denk gelmesidir. Erdoğan-AKP iktidarı ve devletin karanlık güçlerinin, KCK’nın tek yanlı ateşkes ilan etmesinden memnun olmadıklarını tahmin etmek zor değildir. Onlar bu katliamlarla ve sık sık savurdukları meydan okumalarla, KCK’yi savaşmaya mecbur bırakmak istiyorlar. Açıktır ki, onların istemi seçimlere savaş koşullarında gitmektir.
Kamuoyu bu savaşın geçerli bir nedene dayanmadığı konusunda yaygın bir kanıya sahiptir. İktidar ise, bu savaşa gerekçe olarak gerilla saldırılarını göstermektedir. Doğal olarak gerillanın eylemsizlik kararını ilan etmesi ile, iktidar güçlerinin bu gerekçesi de elinden alınmış olacak ve saltanat uğruna sürdürülen savaş tümden boşa çıkacaktır. Diğer yandan „savaş, terör“ bahanesi ile HDP’ye saldırma ve oy potansiyelini geriletme olanağından önemli ölçüde yoksun kalacaklardır.
Bu anlamıyla KCK’nin seçimlerin sonuna kadar „çatışmasızlık“ kararı alması, akılcı ve cesur bir karardır. Akılcıdır çünkü, AKP iktidarının yürüttüğü savaşın gerçek yüzünü teşhir etmektedir. Cesurcadır çünkü, bu karar ağır saldırılara karşısında savunma pozisyonunda kalmayı göze alarak verilmiştir.
Öte yandan KCK toplumdan yükselen yoğun ateşkes taleplerine kulak vermiştir. Bu durum, KCK’nin toplumdan etkilendiğini ve onun istemlerine değer verdiğini göstermektedir. Halk kuyrukçuluğu anlamında değil, ama toplumsal gerçeklikten beslenme ve ondan öğrenme açısından, bu durum ilerici bir muhalefet hareketinin gelişme diyalektiği açısından, yaşamsal bir öneme sahiptir. Daha da önemlisi, barış ve ateşkes konusunda neredeyse tüm toplum kesimleri yüzlerini padişah bozuntusu ve AKP iktidarına değil, „ancak siz bizim derdimizden anlarsınız ve derdimize derman olursunuz“ anlamında KCK’ya dönmüştür. Demek ki, toplum gerçek barış güçlerini de savaş kışkırtıcılarını da artık iyi tanıyor. Bunun diğer bir önemli işareti de, ölen askerlerin büyük bir kesiminin ailelerinin cenaze törenlerinde Erdoğan ve AKP iktidarını suçlamalarıdır.
AKP iktidarı ve devletin karanlık güçleri Türkiye’de iç savaşın kapısını aralamıştır
Savaşla siyasetin iç içe geçtiği ve zaman zaman birinin öne çıktığı süreçler yaşıyoruz. Bu değişken koşullar içinde zamanında, cesur ve uygun adımlar atmak önemlidir.
Erdoğan ve iktidar güçleri, 7 Haziran sonrası Kürdistan’da başlattıkları savaş sonucunda, hem gerillayı hem de Kürt halkını rahatlıkla ezebileceklerini düşünüyorlardı. Bu başarılabilirse, HDP’yi kolaylıkla etkisizleştirmek ve baraj altında bırakarak seçimleri kazanmak mümkün olacaktı. Fakat, Kürt halkı bu saldırıya özsavunma ve özyönetim hamlesi ile karşı koydu. Gerilla da, geliştirdiği caydırıcı savunma duruşuyla, bu saldırıyı ciddi kayıplar vermeden; gücünü koruyarak ve iktidar güçlerine ciddi darbeler vurarak karşıladı. Dolayısı ile, iktidarın ezme ve tasfiye saldırısı şu an için büyük oranda boşa çıkartılmıştır. KCK’nin, bu durumun verdiği güvenle demokratik siyaset için uygun koşulları sağlamak için risk alarak „çatışmasızlık“ kararı aldığı anlaşılıyor.
KCK bu kararla bir anlamda savaşı durdurma ve barışı kurma sorumluğunu önemli ölçüde Türkiye toplumunun omuzuna yüklemiştir. KCK bu kararıyla „Madem ki, Türkiye ve Kürdistan toplumu bu diktatörü savaşla değil, seçimle düşürme yolunu daha doğru görüyor, o halde biz bu görevi esas yanı ile Türkiye ve Kürdistan toplumuna devrediyoruz“ diyor. Gerçek şu ki, bütün hilelere, usulsüzlüklere ve katliamlara rağmen toplum seçim yolu ile bu diktatörlüğe son verme umudunu kaybetmemiştir. Hile var diye seçimden daha doğrusu seçme ve seçilme hakkından vazgeçmemiştir. Aksine oylarına ve sandıklara sahip çıkarak hileleri büyük oranda önlemiştir. Bu ciddi bir demokrasi kültürünün varlığının göstergesidir. Bu anlamıyla diktatörün aksi yönde zorlamalarına rağmen, seçme ve seçilme hakkını savunmak demokrasi mücadelesinin önemli parçasıdır. Bununla birlikte, karanlık güçlerin Ankara katliamında görüldüğü gibi, saldırılarından vazgeçmeyeceklerini görmek gerekiyor. AKP iktidarı ve devletin karanlık güçleri, bu saldırıyla Türkiye’de bir iç savaşın kapısını aralamışlardır ve gerekirse bu savaşı boyutlandırabileceklerini göstermişlerdir. Bu durumun hem seçim güvenliği hem de insanların can güvenliği açısından ciddi bir tehdit oluşturduğu açıktır. Bu koşullar Türkiye’de de halkın özsavunma güçlerini oluşturmayı zorunlu hale getiriyor.
Her halükarda, silahsız halka alçakça saldıran bu korkaklara karşı, her alanda daha kararlı, daha örgütlü ve daha büyük bir cesaretle mücadele etmekten asla vazgeçmemeliyiz. Çünkü bu alçaklara boyun eğerek yasamak, onursuzca bir yasam olacaktır.
Ankara’daki alçakça saldırıda ölenlerin ailelerine başsağlığı diliyoruz. Saldırıyı düzenleyen alçakları da lanetliyoruz.