AKP-MHP iktidarının, devletin günümüze kadar izlediği bu stratejiyi terk ettiğine ve yeni sürece; demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirme ve Kürt sorununa barışçıl-siyasal bir çözüm getirme perspektifiyle yaklaştığına dair, hiçbir ciddi işaret yoktur.
Ahmet Aydın
6 Mayıs 2025
Yeni sürece sağdan muhalefet
Zafer Partisi gibi bazı ırkçı-faşist kesimler, Kürtler için hiçbir ciddi kazanım içermemesine ve hatta bir gerileme anlamına gelmesine rağmen, başlatılan yeni sürece karşı sert bir muhalefet yürütüyorlar. Muhtemelen devlet içindeki bazı klikler de, bu kesimlerle aynı görüştedirler. Bu kesimler, süreci ‘’sabote edeceklerini’’ açıkça ifade ediyorlar. Önceki bölümde, Öcalan’ın yakalandığı dönemde devlete hakim olan geleneksel faşist Kemalist geleneğin azılı Kürt düşmanı imhacı-soykırımcı çizgisinden bahsetmiştik. Zafer Partisi ve benzer ırkçı-faşist kesimlerin bugünkü çizgisi; söz konusu o geleneksel çizginin günümüzde sürdürülmesine dayanıyor. Bu faşist kesimlerin söylem ve tutumlarından, devletin çekirdeğinin 1999 yılındaki tutumunu anlamak mümkündür. Aynı zamanda, cumhuriyetin kuruluş kodlarını anladığımızda, bugünkü ırkçı-faşist kesimlerin niteliğini de anlamış oluruz.
Zafer Partisi ‘’terörle müzakere olmaz, terörle mücadele edilir’’ diyerek, Öcalan’ın muhatap alınmasına ve onunla görüşülmesine karşı çıkıyor. Bu partiye göre ‘’…terörist elebaşına siyasi özgürlük gayesi ile başlayan bu sürece “terörsüz Türkiye” diyerek ikinci bir kamuflaj daha giydirilmiştir. Oysa, üstteki cila ve boya düşmeye başlayınca, “Kürtlere Anayasal eşitlik” söylemleri ile milli üniter devletin açıkça hedef alındığı ortaya çıkmıştır… ‘Terörsüz Türkiye’ diyerek “milli-üniter-laik yapımız” ve “ulus-devletimiz açıkça hedef alınıyor.’’[1] Yine Zafer Partisi’ne göre yeni süreç; ‘’Sevr’i hortlatmayı ve siyasal-Kürtçü, siyasal İslamcı yeni bir devlet kurmayı’’ amaçlamaktadır. ZP, Anayasa’nın 66. maddesindeki vatandaşlık tanımına ve milli kimlik tayinine atıfta bulunarak, Türk milli kimliği dışında bir milli-etnik kimliğin anılmasına, hele hele Kürtlere minimum düzeyde bile olsa, ulusal-demokratik hakların tanınmasına açık olarak karşı çıkıyor. Bu partinin savaşın sona erdirilmesi ilgili tavrı da geleneksel devlet tavrı ile aynıdır: ‘’Teröristler gelip cumhuriyet savcılarına silahları ile birlikte teslim olacaklar ve mahkemelerin vereceği cezaları çekeceklerdir.’’[2]
Yeni sürece sağdan muhalefet, iktidar açısından iki yönlü bir etki oluşturmaktadır. Doğal olarak bu muhalefet, bir yönüyle iktidarı zorlamaktadır. Çünkü, daha sağ ve keskin bir milliyetçi söylem ve propaganda, iktidarın kitle tabanının zayıflamasına neden olabilir. Milliyetçilik ve din, her zaman sağ partiler için, kitlelerin desteğini kazanma ve onları harekete geçirme noktasında kullanışlı bir sosyal sermaye sağlamıştır. Bu nedenle sağ partiler sadece solla mücadelelerinde değil, kendi aralarındaki rekabette de, en keskin milliyetçi söylem ve propagandayı geliştirmeyi siyasal mücadelelerinin temel yöntemi haline getirmişlerdir. Sağ partiler arasında, ‘’kim daha çok milliyetçi, kim daha çok vatanseverdir?’’ yarışı vardır. Bu rejim döneminde bütün bunlara bir de, ‘’kim daha iyi Müslüman?’’ yarışı eklenmiştir. Daha iyi milliyetçi, vatansever ve Müslüman olmanın temel koşulu da, yaratılan iç ve dış düşmanlar cephesine, en ırkçı, en şoven ve en gerici söylemle saldırmak, kitleleri bu düşmanlara karşı kışkırtmaktır. AKP-MHP’nin oluşturduğu bugünkü faşist rejim, bu cepheleştirme ve düşmanlaştırma siyaseti (özellikle Kürtlere karşı düşmanlık) üzerinden inşa edildi. Bu siyasetinin objektif bir gerçekliğe dayanması da zorunlu değildir. Milliyetçiliğin ve dinin kitlelerin duygularına direk etki eden yapısı ve bu etkiyi harekete geçirmekte uzmanlaşmış, devletin ve diğer güç odaklarının ideolojik mücadele aygıtları, ihtiyaç duyulan düşman algısını manipülasyonlarla da oluşturabilirler.
Bugün, Zafer Partisi ve diğer ırkçı-faşist kesimler, AKP-MHP faşist rejiminin kısmen zorunluluktan; kısmen de, Öcalan’ın sağladığı fırsattan yararlanmak amacıyla geliştirdiği taktiksel manevraları ve bu süreçte oluşan göreceli esnekliği, iktidara karşı sağdan geliştirilen muhalefetin dayanağına dönüştürüyorlar. İktidarın geliştirdiği düşmanlaştırma siyaseti, kendisinin manevra alanını öylesine daraltmıştır ki, sadece DEM Parti ile görüşmesi bile, diğer faşist kesimlerin sağdan muhalefeti için gerekli gerekçeyi üretmesine yetmektedir. Hatırlayalım, bu iktidar, HDP ve DEM Parti ile görüşen ve bırakalım seçim ittifakı yapmayı, bu partilerin yetkilileriyle resim çektiren yasal partileri bile ‘’terörist’’ ilan eden bir noktadaydı. Düşmanlaştırma sürecini bu derce tırmandıran iktidar, şimdi kendisi Öcalan ve DEM Parti ile görüştüğünde, diğer faşist kesimler tarafından ‘’vatana ihanetle’’ suçlanmaktadır.
Öte yandan sürece sağdan muhalefet, iktidarın özünde diğer faşist kesimlerden farklı olmayan karakterinin gizlenmesine ve onun özellikle Kürt halkı tarafından ‘’barışsever ve demokrat’’ olarak görülmesine yol açabilir. İktidar, yakın zamana kadar Kürt yasal partilerini düşmanlaştırıp saldırmışsa da, bugün geliştirilen yeni süreçle birlikte DEM Parti ile görüşüyor. Öcalan’la görüşme ve DEM heyetini Öcalan’la görüştürme dışında ciddi bir adım atılmasa da ve sadece Kürt tarafının söylemlerine dayansa da, ortada bir ‘’barış ve demokrasi’’ söylentisi dolaşıyor. Diğer tarafta ise, Kürt siyasal hareketi ile her türlü görüşmeyi ret eden ve klasik imha-soykırım çizgisini sürdürmekten yana olan bir çizgi var. Bu kesimler, Öcalan’la görüşülmesini bile ‘’Kürtlere verilmiş bir taviz’’ olarak değerlendiriyorlar ve rejimin Kürt düşmanlığını ve şovenizmi körükleyen siyasetinin verdiği cesaretle, medyada Kürtlere karşı açıkça ırkçı saldırılarda bulunuyorlar ve soykırım yapılması yönünde propaganda yapıyorlar. İşte bu çizginin muhalefeti karşısında, bugünkü iktidar göreceli olarak Kürt halkı nezdinde yanıltıcı bir ‘’ılımlı’’ imajı kazanabilir.
Sağdan iktidara muhalefet edilmesi, iktidarın Kürt sorununa yaklaşımının, bu ırkçı-faşist kliğin yaklaşımından stratejik anlamda farklı olduğunu, imha ve soykırımdan yana olmadığını, demokrasinin ve barışın gelişmesinden yana olduğunu göstermez. İşin aslı şudur: İktidar, ısrarla denemesine ve bütün gücünü kullanmasına rağmen, savaş yoluyla gerillayı ve PKK’yı tasfiye edemeyeceğini, en azından bunun uzun yıllar alacağını ve kendisine ağır bir maliyet çıkaracağını anladı. Dahası, yeni şekillenen Ortadoğu bölgesinde önemli bir silahlı güce sahip olan PKK, Türk devleti için, zaman geçtikçe daha büyük bir riske de dönüşebilir. Bu noktada, Öcalan’ın sorunu silahsız olarak çözebileceğine dair yıllardır iktidara yaptığı teklif, bir seçenek olarak öne çıkıyor. İktidarın yapmak istediği, bu imkandan yararlanmak ve Öcalan’ın etkisini kullanarak, en az maliyetle silahlı mücadeleyi ve PKK’yı tasfiye etmektir. Bu hedefine ulaşmak için de, en azından taktiksel ve kısmi bir yumuşama manevrası yapıyor. Belki iktidar, daha önce ulaşmak istediği gibi, ‘’toptan imha ve kesin zafer’’ gibi bir sonuca şimdilik ulaşmıyor, ama sonuçta silahlı mücadeleyi ve PKK’yi tasfiye etmeyi ve daha büyük bir moral üstünlük kazanmayı başarabilir. Dahası; PKK’yı kendi ittifak gücüne katarak, otoritesini pekiştirebilir.
Kürt sorunu karşısında devletin yüz yıldır izlediği siyasetin, Kürt sorununu çözmediği, aksine sorunu daha da ağırlaştırdığı ve bu siyasetin savaş, zulüm ve katliamdan başka bir şey üretmediği açıktır. Açık olan diğer bir nokta da şudur: AKP-MHP iktidarının, devletin günümüze kadar izlediği bu stratejiyi terk ettiğine ve yeni sürece; demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirme ve Kürt sorununa barışçıl-siyasal bir çözüm getirme perspektifiyle yaklaştığına dair, hiçbir ciddi işaret yoktur. Öcalan’a ‘’silah bırakma ve fesih’’ çağrısı yaptırılması ve PKK’nin bu çağrının gereğini yerine getireceğini açıklaması, devletin geleneksel stratejisinin terk edildiğine dair bir işaret olarak değil, aksine bir veri olarak kabul edilebilir. Öcalan ve PKK’nin attığı adımlar, iktidar açısından bir başarı olarak görülmelidir. Herhangi bir sorununun çıkması ve sürecin kesintiye uğraması halinde, iktidar, klasik soykırım siyasetini devreye sokacaktır. Ancak bu kez, ideolojik ve siyasal alanda bir yenilgi almış ve moral kaybı yaşamış bir örgütle savaşma imkanına kavuşacaktır. Sanırım iktidar, en baştan bu seçeneği hesaba katarak yeni süreci başlatmıştır.
Erdoğan Tweeter’da paylaştığı bir mesajında bu seçeneğe değiniyor:
‘’Son adım, Kürt kardeşlerimizle birlikte vatandaşlarımızın tamamının canına, huzuruna, refahına ket vuran bölücü örgütün feshi ve silahlarının teslimidir.
Şayet bu gerçekleşirse Türkiye 40 yıllık bir musibetten suhuletle kurtulma imkânına kavuşacaktır.
Aksi olursa biz zaten önemli mesafe katettiğimiz terörü kaynağında yok etme stratejimizi kısa sürede nihayete erdirmeye bakarız.’’[3]
İktidarın ‘’terör’’ vurgusunun tarihsel arka planı
İktidarın yeni süreci ‘’Terörsüz Türkiye’’ başlığıyla lanse etmesi, Türk devletinin tarihsel olarak Kürt sorununa yaklaşımıyla bağlantılıdır. İktidar çevreleri uzun bir süredir, Kürt sorunun çözüldüğünü, devlet ile Kürt vatandaşları arasında bir sorun olmadığını, Kürtlerin eşit haklara sahip vatandaşlar olarak, tüm diğer Türk vatandaşları gibi haklardan yararlandığını dile getiriyorlar. Öcalan’ın çağrısında yer alan ‘’ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler’’ şeklindeki ifadeler de, iktidarın bu tezini destekler niteliktedir.
İktidara göre esas sorun ‘’terör’’dür. Ve bu ‘’terörün’ de, Kürt ulusal sorunu ve Kürt ulusuyla bir ilişkisi yoktur. İktidar çevrelerinin sık sık dile getirdiği ‘’biz Kürtlere değil, teröre karşıyız’’ söylemi, bu kabule dayanıyor. İktidara göre, ‘’terör’’ ortadan kalktığında, ülkeye barış ve huzur gelecek, kriz bitecek, ekonomi şahlanacak ve Türkiye bölgenin en güçlü devleti konumuna gelecektir. Kısacası devlet, kendisinden kaynaklı bir sorun olmadığını, Kürt halkına bir baskı ve şiddet uygulamadığını iddia ediyor. Bu nedenle PKK‘dan koşulsuz bir biçimde ve tek yanlı olarak silah bırakmasını ve kendisini feshetmesini istiyor. Çünkü devlete göre, sorunun kaynağı PKK’dir ve dolayısıyla adım atması gereken de odur. İlginç bir şekilde, PKK çevrelerinden ve Öcalan’dan bu başlığa ve iktidar çevrelerinin bu yönlü açıklamalarına ciddi bir itiraz gelmedi. Bu durum, bir anlamda, Öcalan ve PKK’nin; devletin Kürt ulusal hareketini ‘’terörist’’ olarak niteleyen tezini sessiz bir biçimde kabullenişi anlamına geliyor.
PKK yakın zamana kadar, Kürdistan’da Kürt sorunundan kaynaklı iki taraf arasında bir savaş yürütüldüğünü, savaşın bitmesi ve barışın sağlanması için, öncelikle sorunun kaynağı olan Kürt sorunun, en azından savaşı gerektirmeyecek düzeyde çözülmesi gerektiğini söylüyordu.
Türk devletinin oluşturmak istediği ‘’terör’ algısı neden önemlidir?
Türk devletinin geleneksel siyaseti, Kürt ulusunun yok sayılması, dahası; asimilasyon ve soykırım yoluyla yok edilmesi üzerine kurulmuştur. Fakat bu yok etme siyaseti de nihayetinde, Kürt sorunun ve kimliğinin siyasallaşmasına yol açar. Çünkü, siz yok edilmesi gereken bir hedef tespiti yapmışsanız, o hedefin niteliğini ne tür bir tehdit oluşturduğunu belirlemek ve buna göre adımlar atmak zorundasınız. Türk devleti, Kürt sorunun bir ulusal sorun olduğunu ve Kürtlerin kendi bağımsız devletlerini kurmak istediklerini daha kurulduğu günden itibaren, oldukça açık bir biçimde tespit etmiş ve Kürt ulusal hareketini, kendi bütünlüğünü bozacak ve varlığını tehlikeye sokacak bir ‘’ayrılıkçı, bölücü’’ hareket olarak nitelemiştir. Buna bağlı olarak, Kürt ulusal hareketine karşı saldırıları da genellikle savaş ve soykırım boyutlarında olmuştur. Fakat, Türk devleti bu tespitlerini ve siyasetinin niteliğini dışarıya yansıtmamaya ve bu sorunu, bir ulusal sorun, bir siyasal sorun olarak nitelememeye çok büyük özen göstermiştir. Devlet, ısrarla Kürt direnişlerini, ulusal hareketler olarak değil, ‘’eşkıya faaliyetleri’’ ya da ‘’gerici-feodal ayaklanmalar’’ olarak göstermeye ve kriminalize etmeye çalışmıştır.
Bütün bu çabaları öz olarak, Kürt sorunun ve kimliğin siyasallaştırılmaması siyaseti olarak da nitelendirebiliriz. Sorunun siyasallaştırılmaması pratikte ne anlama gelir? Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu çaba, öncelikle, Kürt sorunun bir ulusal-etnik sorun olarak değil; bir asayiş, geri kalmışlık-feodalite sorunu olarak gösterilmesine dönük ideolojik propaganda faaliyetlerini içerir. İkinci adımı olarak, Kürt ulusunun iradesini, onun siyasal örgütlerini ve siyasal temsilcilerini ve onların taleplerini yok saymak ve muhatap almama tavrını içerir. Bu nedenle geleneksel Kemalist çizgi, içeriği ne olursa olsun, ulusal kimliği açıkça ifade edilen herhangi bir Kürt siyasetçisinin ya da siyasal partisinin, devlet tarafından muhatap alınıp, görüşülmesini, siyasal bir Kürt tarafının varlığının dolayısıyla Kürt ulusunun varlığının tanınması olarak değerlendirmiştir. Güney Kürdistan’daki Kürt siyasal partileri ile ilişkiler bile, uzun yıllar güvenlik bürokrasisi kanalıyla yürütüldü. Güneydeki Kürt örgütleri, devletin ve Türk basınının Kürt adını kullanmama hassasiyeti nedeniyle, ‘’Peşmerge’’ olarak anıldı. Türk devleti uzun süre Güney Kürdistan Federe Devleti’nin siyasal ve hukuki statüsünü ve sembollerini kabullenmekte zorlandı. Fakat gelinen aşamada, objektif şartlar, bu direnci büyük ölçüde kırmıştır. Türk devleti bugün resmi görüşmelerde Kürt bayrağını da -her zaman olmasa da- asmak zorunda kalmıştır.
‘’Birlik, kardeşlik, demokrasi’’ söylemleri ile kamufle edilse de, AKP-MHP iktidarının Kürt sorununa ve Kürt ulusal hareketine yaklaşımının, yukarıda özetlediğimiz yüz yıllık geleneksel devlet yaklaşımından esasta farklı olmadığını görebiliyoruz. Kemalist rejimin Kürt isyanlarını bastırma, dünya kamuoyunu ve bölge halklarını manipüle etme stratejisi ve taktikleri, bugünkü iktidar tarafından, belki de, daha sinsi bir biçimde hayata geçirilmeye çalışılıyor. Kemalist rejim, 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Kürt ulusal hareketlerinin ulusal karakterlerini gizlemeye çalıştı. Bu hareketleri; ‘’kendi feodal imtiyazlarını korumayı esas alan feodal-dinci kesimlerin, yabancı devletlerin kışkırtması ile geliştirdiği ‘eşkıya’ ya da ‘irtica’ hareketleri’’ olarak gösterdi. Türk devleti bu konuda oldukça hassas ve titiz davranmıştı. Özellikle Türk basınında, bu hareketlerin ‘’Kürt isyanları’’ olarak değil, ‘’şaki, eşkıya’’ hareketleri olarak gösterilmesi için özel çaba gösterilmişti. Bu yaklaşım elbette Kürt ulusunun varlığını resmiyette inkar eden, ama pratikte yüz yüze geldiği bu varlığı asimilasyon ve soykırımla yok etmeye çalışan devletin refleksiydi.
Bugün de Türk devleti, Kürt ulusal hareketini, kendisinin oluşturduğu Kürt sorunundan kaynaklanan bir ulusal kurtuluş hareketi olarak değil, ‘’dış destekli ya da dış kaynaklı bir terör hareketi’’ olarak gösteriyor. Devletin resmi tarih tezlerinde, dün Kürt ulusal direnişçilerine yönelik kullanılan ‘’şaki, gerici-feodal’’ nitelendirmelerinin yerini, bugün ‘’terörist’’ yaftası alıyor. ‘’Dış düşmanlarla işbirliği ve dış kaynak’’ tezi ise, varlığını aynen koruyor. İktidar geleneksel çizgiden farklı olarak, bugün, bir Kürt isyanın liderini muhatap almak zorunda kalmıştır. Ancak, bu sıkıntısını da, muhatap aldığı siyasetçiyi ve örgütü, Kürt milli kimliğinden arındırarak, onları ‘’terörist’’ yaftası ile kriminal bir görünüme sokarak aşmaya çalışmaktadır. Öcalan ve PKK’den de, bu çabaya karşı ciddi bir itiraz gelmiyor. Aksine Öcalan, uzun yıllardır sürdürdüğü tarih çarpıtmaları yoluyla, devletin resmi tarih tezine yalancı şahitlik yaparak, günümüzde sürdürülen yeni propaganda kampanyasına zemin oluşturuyor.
Öcalan, mahkemedeki savunmalarında olduğu gibi, son yaptığı çağrıda da devletin Kürt ulusal sorunu karşısında ortaya koyduğu resmi tezlerle uyumlu bir anlayış ortaya koyuyor. Son çağrısında, 1000 yıllık Türk-Kürt ilişkilerinden ve iki ulus halk arasında ‘’gönüllülük yanı ağır basan bir ittifakın’’ varlığından bahsediyor Öcalan. Ve o diyor ki;
‘’Kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. Etkilenen güçler, sınıf temelleriyle birlikte buna hizmeti esas bellemişlerdir.’’
Öcalan’a göre emperyalistler, 200 yıldır Türk-Kürt ittifakını parçalamaya çalışıyorlar. ‘’Etkilenen güçler’’ yani yerelde hakim olan ‘’feodal sınıflar’’ da, emperyalistlere hizmet etmişlerdir. O, 1999 yılındaki mahkeme savunmalarında daha ağır belirlemelerde bulunuyordu. 19. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın ortalarına kadar süren ulusal hareketlerin ortaya çıkış nedenlerini, merkezi otoritenin baskılarının yanı sıra, İngiliz sızmasına ancak daha çok da ‘’ağa-bey-reis-şeyh çıkarlarına’’ dayandırıyordu. Savunmasında şunları söylüyordu Öcalan:
‘’Temelde kopma felsefesi ve siyaseti yok. Daha çok çıkar ve taviz koparma hesabı var. ‘’Bana vermezsen ben de şu dış güçle ilişkiye geçer, isyan ederim’’ anlayışı hakim…Bu isyanları ileri-geri veya siyasi-milli saymak bile abartılıdır. Aslında özde böyle niyet taşımıyorlar. Bu daha çok bir örtü anlayışıdır.’’[4]
Daha açık ifadesiyle Öcalan, Kürt ulusal hareketlerini milli ve ilerici olarak, hatta siyasi hareketler olarak değerlendirmekten yana değildir. O bu hareketleri, ağa-bey-reis-şeyh gibi feodal kesimlerin, ya da ‘’hanedan ailelerin’’ kendi özel çıkarlarını korumak ve geliştirmek için başvurdukları kalkışmalar olarak nitelendiriyor. Bu yaklaşım, açıkça Kürt ulusal hareketinin tarihsel gerçekliğinin kaba bir reddiyesi ve Türk devletinin resmi tezlerinin onaylanmasıdır.
Türk devleti ve sosyal şoven kesimler, ulusal hareketlerin önderliğinde yer alan Ağa ve Şeylerin varlığından hareketle, bu hareketlerin sömürgeci hakimiyete karşı gelişen ulusal hareketler olarak değil, ‘’modern cumhuriyet karşısında feodal imtiyazları korumak amacıyla geliştirilen isyanlar’’ olarak göstermeye çalışırlar. Bu kesimler, tezlerini güçlendirmek için, 20. yüzyılda gelişen Kürt ulusal hareketleri içinde yer alan ve genellikle bu hareketlere önderlik eden aydınların ve onların oluşturdukları örgütlerin rolünü gizlerler. Halbuki, Kürt ulusal ideolojisinin ve hareketinin oluşmasında bu küçük burjuva aydınların ve onların oluşturdukları örgütlerin rolü büyüktür. 1918 yılında kurulan Kürt Teali Cemiyeti içinde yer alan Alişer Efendi ve M. Nuri Dersimi’nin, hem Koçgiri hem de Dersim direnişlerinde, aşiret reisleriyle birlikte öncü rolü oynadıklarını biliyoruz. Keza, Şehy Sait hareketi, Azadi Cemiyeti’nin yani Cıbranlı Halit ve Yusuf Ziya Bey gibi aydınların önderliğinde gelişmiştir. Osmanlı devleti Ermeni soykırımını öncelikle Ermeni aydınlarını katlederek başlatmıştı. Çünkü aydınlar, bir halkın öncü kesimleridirler. Onlar halkı bilinçlendirip, örgütleyip harekete geçirebilirler. Türk devleti de, Kürt halkına karşı soykırım saldırılarını öncelikle aydınlardan başlatmıştır. Devlet, 1924 yılında Azadi Cemiyeti’nden ve bu örgütün Şeyh Sait’le birlikte Kürdistan’ın bağımsızlığını amaçlayan bir faaliyet yürüttüğünden haberdardı. Devletin öncelikli hedefi, bu örgütün öncülüğünü yapan aydınları, yani Cibranlı Halit, Yusuf Ziya Bey ve diğer 3 aydını katletmek olmuştur. Dersim direnişinde de, önce Alişer Efendi ve eşi Zarife hanım katledildi. Ulusal hareketlerin öncülüğünde yer alan aydınları yok eden devlet, böylece ‘’modern cumhuriyete karşı feodal ayaklanmalar’’ tezi için gerekli görüntüyü de oluşturmuş oluyordu. Halbuki, bir hareketin niteliğini belirleyen esas etken o hareketin önderliği değil, hareketin amacı yani muhtevasıdır. Yabancı işgali altındaki sömürge ülkelerde, tam olarak işbirlikçileşmiş kesimler dışında, tüm sınıflar bu işgalden etkilenirler ve işgale karşı bağımsızlık mücadelesine katılırlar. Bu mücadelenin niteliğini belirleyen temel faktör, işgale karşı bağımsızlık amacı gütmesidir. Ki bu amaç mücadeleye milli bir karakter kazandırır. Mesela, Afganistan, 1919 yılında krallıkla yönetilen ve kapitalizmle yeni yeni tanışmış bir ülkeydi. Ancak İngiliz emperyalistlerine karşı bağımsız mücadelesi yürüttü ve bu nedenle, Lenin yönetimindeki sosyalist Rusya tarafından desteklendi.
Öcalan, Kürt ulusal kurtuluş hareketlerini daha çok ‘’hanedan ailelerin çıkarlarına dayanan’’ ve ‘’milli ve siyasi denilmesi zor’’ hareketler olarak tanımlıyor. Halbuki, 1921 yılında gelişen Koçgiri direnişinin çok açık ve milli-siyasi talepleri vardı. Dersim direnişinin de ayı çizgide yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Dersim ve Koçgiri aşiretleri 25 Kasım 1920’de Elazığ valiliği vasıtasıyla Ankara’ya bir nota iletir. Nota şöyledir:
“Sevr anlaşması mucibince Diyarbekir, Elazığ, Van ve Bitlis vilayetlerinde müstakil bir Kürdistan teşekkül etmesi lazım geliyor. Binaenaleyh bu teşkil etmelidir, aksi takdirde bu hakkı silah kuvvetleriyle almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”[5]
Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim ve Ağrı direniş hareketlerinde ‘’hanedan ailelerin’’ herhangi bir talebi yoktur. Tam tersini iddia edebiliriz, eğer direnişlere katılan asker aydınlar, aşiret reisleri ve şeyler devletle işbirliğine girselerdi, bu durum kendi kişisel ve ailesel çıkarları için daha uygun olurdu. Nitekim, Türk devleti Seyit Rıza’ya defalarca Elazığ’da arazi ve ev vermeyi teklif etmişti. Seyit Rıza her defasında bu teklifleri ret etmişti.
Sonuç itibariyle, Öcalan’ın Kürt ulusal hareketlerine ilişkin iddiaları tarihsel gerçekliğe dayanmamaktadır. Bu iddialar ancak, Öcalan’ın devlete ortak bir ideolojik-siyasal zeminde buluşma çabasının ürünleri olarak görülebilir.
Kürt hareketlerinin ve aydınlarının sürece yaklaşımı
KDP ve YNK, Öcalan ile iktidar arasında geliştirilen yeni süreci desteklediklerini açıkladılar. Özellikle KDP çevresinin, Öcalan’ın PKK’ya yaptığı ‘’silah bırakma ve kendisini feshetmesi’’ çağrısından oldukça memnun olduğunu görüyoruz. KDP’lilere göre, PKK silah bıraktığında, Türk devleti artık ‘’terör’’ gerekçesini kullanamaz duruma gelecektir ve Güney Kürdistan’a karşı gerçekleştirdiği saldırıları durduracaktır. Ayrıca PKK’nin bölgedeki varlığından dolayı Güney Kürdistan’da oluşan gerginlikler sona erecek ve bölge daha istikrarlı bir yapıya kavuşacaktır. Yine ‘’terör’’ gerekçesi ile Kuzey Kürdistan’da baskılanan Kürtler, savaşın bitmesiyle daha geniş haklara ve rahat yaşam koşullarına kavuşacaklardır. PKK’nin Kuzey Kürdistan’da tek silahlı güç olması itibari ile diğer Kürt hareketleri üzerinde oluşturduğu baskının ortadan kalkmasıyla, farklı Kürt çevrelerinin daha rahat koşullarda siyasal mücadele yürüteceği ve örgütleneceği de öngörülmektedir.
PKK’nin silahlı mücadele başlatmasını başından itibaren yanlış bulan ve Öcalan ve PKK önderliğinde yürütülen bu savaşın, Kürt halkına hiçbir şey kazandırmadığını aksine çok şey kaybettirdiğini düşünen Kürtler de vardır.
Bu değerlendirmelere tümden yanlış diyemeyiz. Fakat bu görüşlerin temel bir eksiklik taşıdığını ve tek yanlı bir yaklaşıma dayandığını söylemek zorundayız.
1980’li yıların başında Türk devleti, Kürt siyasal hareketinin önünde silahlı mücadele dışında bir seçenek bırakmamıştı. 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi, 70’li yıllarda göreceli olarak var olan barışçıl siyasal mücadele imkanlarını ve tüm demokratik hak ve özgürlükleri yok etmişti. Darbenin Kürdistan’daki uygulamaları Türkiye’den daha ağırdı. Bu koşullarda silahlı mücadele meşru bir yöntemdi. Dolayısıyla, Kürdistan’da süren sömürgeci baskı ve üstüne binen faşizm koşullarında, PKK’nin silahlı mücadele başlatması meşruydu. Bu durum, Hitler faşizmine karşı silahlı mücadele başlatan Yugoslav ve Bulgar partizanlarının durumu ile benzerdir. Nitekim, o dönemde sadece PKK değil, pek çok Kürt örgütü de silahlı mücadelenin zorunluluğunu kabul ediyordu. Fakat, bu silahlı mücadelenin Öcalan gibi devrimci-demokratik değerleri hiçe sayan bir kişinin öncülüğünde başlatılması ve yürütülmesi yanlıştı. Bu durum Kürt halkı için büyük bir talihsizliktir. Çünkü, savaşın Kürdistan’da oluşturduğu büyük tahribatın ve bugün siyasal bir sonuç alınmadan bitirilmesinin en önemli nedeni, savaşı yürüten öncünün izlediği çizgi ve niteliğidir. Ancak, Öcalan’ın yakalanması sonrasında PKK ve gerillanın göreceli olarak daha doğru bir askeri ve siyasal çizgi geliştirdiğini inkar edemeyiz. IŞİD karşısında Güney Kürdistan ve Rojava Kürtlerinin savunulması, Şengal’de Ezidi halkının mutlak bir soykırımdan kurtarılması, Rojava’da bir Kürt özyönetiminin kurulması, PKK’nin ve gerillanın eseridir. Kısacası bu haliyle bile, PKK ve gerilla, Kürt halkının varlığının savunulması açısından önemli bir güçtür. Öte yandan, kabul etmeliyiz ki, Öcalan eliyle Türk devletinin PKK’yı yönlendirme riski de, Kürt halkı için ciddi bir tehdittir.
Hiç kuşkusuz, olağan durumlarda, savaşın sona ermesi, bir barış ve yumuşama ortamı yaratır. Böylesi koşullarda barışçıl siyasal mücadelenin olanakları gelişir ve etkisi güçlenir. Militarist ve otoriter eğilimler zayıflar, demokratik ve özgürlükçü hareketlerin önü açılır. Savaşa ayrılan bütçe, ekonomik büyüme ve halkın refahının arttırılması için kullanılabilir duruma gelir. Bazı Kürt çevrelerinin bu çerçeveden bakarak, PKK’nın silah bırakmasının sonuçları konusunda iyimser görüşler ileri sürmelerini anlıyoruz. Fakat, bu çevrelerin anlamadığı şudur: Bugün Türkiye’de, savaşın durmasıyla ortaya çıkacak barış koşullarını demokrasi, barış ve refah yönde değerlendirecek, olağan bir demokratik rejim ve devlet yoktur. Türkiye, bir burjuva demokratik düzenin oluşturduğu, olağan ekonomik ve siyasal koşullar içinde bulunmuyor. Bugünkü devlet ve rejim; otoriter ve totaliter bir karaktere sahiptir ve bu yapısını pekiştirme eğilimi taşımaktadır. Bu iktidar, süreklilik taşıyan bir eğilimle, tüm muhalefeti tasfiye etmeye, halkın hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya ve yönetim gücünü tekelci sermayenin en gerici ve şoven kesimlerine dayanan bir diktatörün elinde toplamaya çalışıyor. İçerde tekelci sermayenin emekçiler ve diğer halk kesimleri üzerindeki hegemonyasını güçlendiren bu iktidar, dışarda yayılmacı, emperyalist bir siyaset yürütüyor.[6] İktidarın dışarda öncelikli hedefi; Kürdistan’ın diğer parçalarının ve Suriye’nin sömürgeleştirilmesi, petrol ve doğal gaz kaynaklarına el konulması ve bölgesel bir hegemonyanın kurulmasıdır. Bugün Türkiye, Irak ve Güney Kürdistan’da, Suriye’de izlediği stratejiye benzer bir strateji izliyor. Bu strateji, ‘’parça parça işgal ve işbirlikçilere dayalı bir iktidar değişimi’’ni içeriyor.[7] Böylesi bir karaktere sahip olan bir devlet ve rejim, zorunlu olarak dışta savaş ve içerde faşizm üretir.
Türkiye’de var olan dinci faşist rejimin oluşmasının esas kaynağı, büyüyen tekelci sermayenin yapısı ve Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında oluşan yeni uluslararası konjonktür içinde gelişen hegemonya mücadelesidir. Bu koşullarda, PKK’nın silah bırakması, sanıldığı gibi Türkiye ve Kürdistan’da daha demokratik ve özgürlükçü bir atmosferin oluşmasına değil, tersine, önündeki önemli bir engeli kaldırmış olan iktidarın, hegemonyasını daha da güçlendirmesine neden olabilir.
İktidar planladığı gibi, Öcalan eliyle Rojava özyönetimini ve Güney Kürdistan’daki gerilla güçlerini tasfiye edebilirse, Suriye’yi (İsrail’in etki alanı dışındaki bölgeyi) tam olarak kontrolü altına alacaktır. Kısacası, Suriye, Türkiye’nin bir sömürgesine dönüşecektir. Güneydeki gerilla varlığı sona erdiğinde de, aradaki barikatın kalkmasıyla, Güney Kürdistan Türkiye’nin yeni hedefi haline gelecektir. Türkiye’nin Güney Kürdistan ve Irak’tan askerlerini çekeceğini düşünenler, Türkiye’nin son 30 yıl içinde yaşadığı dönüşümü anlamamışlardır. Evet, gerilla Türkiye’nin Güney Kürdistan’a müdahalesi için bir ‘’gerekçe’’ oluşturuyor, ancak bu ‘’gerekçe’’nin ortadan kalkması, Türkiye’nin bölgeye müdahale için kendince yeni gerekçeler üretmesini ve bölgeye müdahalesini engelleyemeyecektir. Türk devleti, nerede olursa olsun, oluşan Kürt özyönetimlerini kendisi için tehdit olarak görüyor ve bu yönetimleri dağıtmak için elinden geleni yapıyor. Yani, Güney Kürdistan Federal Yönetimi’nin varlığı, Türk devletinin bölgeye müdahale etmesi için ona fazlasıyla bir ‘’gerekçe’ sunmaktadır. Dolayısıyla meseleyi Türk devletinin elinden gerekçelerini alma düzleminde ele almak, boş bir çabadır. Dahası, Suriye’de görüldüğü gibi, Türkiye bölgede yayılma siyaseti güdüyor. Bu nedenle, başta petrol bölgeleri olmak üzere, Güney Kürdistan ve Irak Türkiye’nin yayılmacı siyasetinin yeni hedefleridirler. Dolayısıyla, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a ve Irak’a karşı saldırılarını ve müdahalelerini durdurmak isteyenler, onun gerekçeleri ile oyalanmak yerine, onun yayılmacı, emperyalist siyasetine karşı pratik önlemler geliştirmeye çalışmalıdırlar.
Bazı aydınlar ise, süreçle ilgili kaygılar taşıyanlara ‘’savaşı başlatan savaşın bitirilmesine de karar verir, sizlere ne oluyor’’ diye çıkışıyorlar. Bu yaklaşım da kısmen doğrudur. Kimse kimseyi zorla savaştıramaz. Kimsenin de kimseye ‘’illa savaş’’ deme hakkı yoktur. Fakat, özellikle ulusal kurtuluş savaşlarının başlatılması gibi, sona erdirilmesi de, sadece savaşan örgütü değil, tüm ulusu etkileyeceği için, tüm ulusun savaşın nasıl sona erdirilmesi gerektiği konusunda söz söyleme hakkı vardır. Sorun sadece PKK-Öcalan ile devlet arasında özel bir mesele olsaydı, ‘’sizlere ne oluyor’’ çıkışı haklı olurdu. Ama sorun ne tek başına ne Öcalan ve ne de PKK sorunudur. Sorun Kürt ulusunun sorunu haline dönüşmüştür.
Sorun şudur: PKK’nin 1984 yılında başlattığı silahlı mücadele -diğer Kürt muhalifleri ne düşünürse düşünsün- Türk devleti ve hatta Türk milleti tarafından bir Kürt isyanı olarak görülüyor. Objektif olarak bakıldığında, gerçekten de PKK’nın silahlı mücadelesi bir Kürt isyanına dönüşmüştür. Dolayısıyla sorun, artık PKK ve Öcalan çerçevesini aşmıştır. Bu nedenle, PKK silah bıraktığında, Kürtler isyan etmiş ama istediği sonuca ulaşamamış, yani kendi kaderini eline alamamış dolayısıyla kendi güvenlik sorununu çözememiş bir ulus olarak, tepeden tırnağa silahlı bir devletle karşı karşıya kalacaktır. Maalesef, Öcalan’ın siyaseti, yürütülen silahlı mücadelenin, iktidar ve rejim üzerinde, en azından, soykırım karşısında Kürtlere güvence sağlayacak düzeyde demokratik dönüşüm yaratmasına izin vermiyor. Silah bırakılacak, demokrasi ve güvenlik sorunu ise devletin insafına bırakılacaktır. S. Demirtaş, bu tehlikeli duruma karşısında, ‘’kendimize güvenmemiz’’ gerektiğini söylüyor. Sorun sadece kendimize güvenmekle çözülmez. Teknik, kurumsal yapı ve tecrübe olmadan, güven tek başına bir işe yaramaz. Devlet, kurumsal, teknik yapısını ve tecrübelerini koruyup geliştirirken, Kürt ulusal hareketi ise yeniden başa dönecektir. Aradaki bu fark, telafisi mümkün olmayan kayıplara ve bir daha toparlanma fırsatı bulamamaya yol açabilir.
Ne demek istediğimizin anlaşılması için, Dersim direnişi sonrasında yaşananlara bakmak gerekir. Dersim direnişi esas olarak 1937 yılında bastırılmıştı. Dağlarda hala az sayıda silahlı Dersimli vardı ve ancak bunlar devlet için ciddi bir tehdit oluşturmuyorlardı. Devlet bu insanların sayısını ve neden dağlara çıktığını da gayet iyi biliyordu. Nitekim kendi başbakanları, meselenin askeri boyutunun esasta çözüldüğünü belirtmişti. Devlet isteseydi, hiçbir askeri harekata girişmeden, katliam yapmadan, koşulları normalleştirerek ve diyalog yoluyla bu sorunu çözerdi. Fakat devlet esas soykırım planını silahlı direniş bastırıldıktan sonra uygulamaya başlamıştı. Peki neden? İşte o nedeni, Dersim soykırımının fermanı olarak kabul edilen 4 Mayıs 1937 tarihli, „1937 Yılında Yapılan Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı“nda buluyoruz. O kararın bir yerinde soykırım gerekçesi şöyle izah ediliyor:
‘’Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe (yetinildikçe) isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen (bütünüyle) tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.“
Devletin Kürt ulusuna karşı bu yaklaşımın değiştiğini söyleyebilecek aklı başında bir insanın olduğunu sanmıyorum. O halde başlıkta sorduğumuz ‘’Kürt halkını ne bekliyor?’’ sorusunun cevabı açık değil midir?
Elbette, bugünkü koşullar 1930 yılların koşulları değildir. Henüz çok istikrarlı bir yapıya kavuşmamış olsalar da, Kürt halkı, Güney ve Rojava parçalarında kendi özyönetimlerine ve önemli bir askeri güce sahiptir. Kürt halkı, 1930’larda olduğu gibi dış dünyadan kopuk değildir ve dünya kamuoyunun önemli bir kesimi Kürt halkının yanındadır. Türkiye’de de artık önemli bir devrimci-demokrat muhalefet vardır. Kısacası devlet karşısında Kürt halkı eskisi gibi yalnız değildir. Bunla birlikte, Kürt ulusunun birliği ve ortak davranma kabiliyeti daha da geliştirilebilirse ve var olan özyönetimler korunup güçlendirilirse, Kürt halkı soykırım tehditi karşısında savunmasız kalmayacaktır.
Öte yandan; kapitalist sistemin krizi, tarihte hiç görülmemiş düzeyde derinleşmiştir. Bu durum, dünya üzerinde hegemonya mücadelesini ve pazarların yeniden paylaşımı için sürdürülen rekabeti giderek şiddetlendiriyor. Yeni bir paylaşım savaşı kaçınılmaz gibi görünüyor. Merak edilen, bu savaşın nükleer bir savaş düzeyine ulaşıp ulaşmayacağı meselesidir. Nükleer bir boyuta ulaşırsa, bu savaş zaten kıyamet savaşı olacaktır. Derinleşen kriz, dış dünyada emperyalist savaşların içerde ise faşist rejimlerin gelişmesi yönünde bir etki oluşturuyor. Bu eğilimi rahatlıkla tespit edebiliyoruz. Bu koşullar, güçlü ekonomik, siyasi ve askeri yapılara sahip olmayan halkların geleceği açısından büyük riskler oluşturuyor. Kürt hareketlerinin, geleceğe dönük siyasetlerini belirlerken, küresel boyutta gelişen bu riskleri de hesaba katması zorunludur.
[1] https://www.zaferpartisi.org.tr/Haberler/cumhuriyetimizi-savunmaya-devam-edecegiz-ve-bu-yikici-sureci-baltalayacagiz/
[2] https://www.zaferpartisi.org.tr/Haberler/cumhuriyetimizi-savunmaya-devam-edecegiz-ve-bu-yikici-sureci-baltalayacagiz/
[3] https://x.com/RTErdogan/status/1902817420705685870
[4] A. Öcalan, Savunmalarım, Weşanen Serxwebun 94, 2. Baskı, 1999, s. 19
[5] M. N. Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel Yay. s. 90
[6] Türk devletinin gelişme eğilimini anlamak için iki parametreye bakmak önemlidir: 1. Türk devleti, savunma bütçesini sürekli bir biçimde arttırıyor, hızla silahlanıyor ve silah teknolojilerini geliştirmeye çalışıyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI), 2024 yılına ilişkin küresel askeri harcamalar raporunda belirtildiğine göre, ‘’Türkiye'nin 2015-2024 döneminde askeri harcamaları yüzde 110 arttı…Türkiye’nin geçen yılki askeri harcamaları bir önceki yıla göre yüzde 12 artarak 25 milyar dolar oldu.’’ (https://www.ntv.com.tr/dunya/sipri-turkiyenin-askeri-harcamalari-10-yilda-yuzde-110-artti,UZ0Oo5ZUk0yd-pp_m0vbAQ)
2- Türkiye, Ortadoğu bölgesinde yaşana nerdeyse tüm çatışmaların bizzat içindedir. Suriye, Libya, Somali, Sudan gibi ülkelerde olduğu gibi. Dahası Suriye ve Irak’ta Türkiye bizzat işgalci güç konumundadır.
Sonuç olarak, bu parametreleri ve bunları ortaya çıkaran gelişme eğilimlerini dikkate almayan bir Türkiye okuması ve bu okumaya dayanan siyaset, başarısızlığa mahkumdur.
[7] Türkiye, G. Kürdistan ve Irak’ta Suriye’de olduğu gibi kendisine bağlı silahlı çeteler oluşturuyor. Ninova İl Meclisi’nin Deewe Fraksiyonu’na mensup üyesi Fazıl Şebekî, Türkiye’nin bu faaliyetleri hakkında şunları söylüyor: “Türkiye’nin askeri eğitim verdiği gruplar Kerkük ve Ninova vilayetlerinde faaliyet gösteriyor ve resmi olarak Ninova’da ‘Ninova Muhafız Güçleri’ ve Kerkük’te ise ‘Kerkük Kalkanı Güçleri’ olarak biliniyor. Türkiye bu güçleri eğitip destekliyor. ‘Ninova Muhafız Güçleri’ adını verdiği güçler Türkiye’ye istihbarat sağlamakla görevli. Bu güçler bugüne kadar Musul’un savunulmasına ilişkin tek bir kurşun dahi sıkmamıştır.” (https://rojnews.news/tr/ninova-muhafiz-gucleri-isimli-yapi-turkiyeye-istihbarat-saglamakla-gorevli/)