19
Pzt, May
10 New Articles

Bugün yapmamız gereken, boş ‘’kardeşlik’’ ve ‘’çözüm’’ söylentileriyle oyalanmak yerine, bölgedeki halkların ve inanç grupların yaşadığı soykırım tehditine karşı sesimizi yükseltmek ve uluslararası dayanışma ve direnci büyütmektir.

 

Ahmet Aydın

12.12.2024

 

Bugünlerde herkes Suriye’de ne oldu? Esad rejimi nasıl oldu da böylesine kolay bir şekilde yıkıldı? Kimler kazandı kimler kaybetti? Bundan sonra ne olacak? gibi soruların cevaplarını aramakla meşgul. Kuşkusuz gerekli ve doğru bir çabadır bu. Fakat bugün daha acil ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız: Suriye’de Alevi-Şii halk grupları ve Kürtler soykırım tehditi ile karşı karşıyadır.

Esad rejiminin düşmesinden bu yana, cihatçı teröristlerin gerçekleştirdikleri infazların, linçlerin ve idamların görüntüleri her gün medyaya yansıyor. IŞİD benzeri toplu katliam görüntülerini henüz görmedik. Ancak ben, toplu katliamların da yaşandığını düşünüyorum. Özellikle teslim olan askerlerin ve Alevi-Şii sivillerin gizlilik içinde topluca katledilmiş olmaları olasılığı yüksektir. 

Bunu neye dayanarak söylüyoruz?

Birincisi; cihatçı teröristlerin katliam eğiliminde olduklarını ve bu yönde davrandıklarını gösteren yeterli maddi veriler var elimizde. Küçük gruplar halinde teslim olan Esad rejimi askerlerinin hemen teslim anında infaz edildiklerine ve Alevi-Şii sivillerin infazlarına dair görüntüler medyaya yansıdı. Çok büyük ihtimalle cihatçı gruplar bu görüntülerin basına yansımasından rahatsızdırlar ve engellemeye çalışıyorlardır. Buna rağmen medyaya çok sayıda infaz ve linç görüntüsü yansıdı. Buradan hareketle, aslında, medyaya yansıyanların dışında, pek çok infazın yaşandığını kabul edebiliriz. Dahası, iki-üç kişilik grupları infaz edenler, yüz-iki yüz ya da daha kalabalık insan gruplarını neden topluca infaz etmesinler ki?

İkincisi; ''Suriyeli muhalifler'' (bu ifade bize, daha önce IŞİD'liler için kullanılan ''öfkeli gençler'' ifadesini hatırlatıyor) denilen bu cihatçı grupların ideolojik-siyasal ve kültürel olarak IŞİD’den ciddi bir farkları yoktur. Bu grupların önemli bir kısmı zaten önceden IŞİD saflarındaydı. Dahası bu cihatçılar tutuklu bulunan IŞİD'lileri serbest bıraktılar. Büyük bir olasılıkla bu kişiler de şu anda ''Suriyeli muhaliflerin'' saflarındadırlar. Böylesi bir bileşimden Alevi-Şii gruplara karşı katliam yapmamasını beklemek, mucize beklemek gibi bir şeydir. Fakat muhtemelen hem bu cihatçı grupların patronları ABD-İngiltere-İsrail ve Türkiye hem de bizzat bu gruplar, önceki IŞİD deneyiminden bazı dersler çıkarmışlardır. IŞİD’in gerçekleştirdiği toplu katliamlar dünya kamuoyunda infial uyandırmıştı. Bu durum; IŞİD projesinin başarısızlığa uğramasında önemli bir rol oynamıştı. Muhtemelen, hem patronları hem de taşeronlar, bir kez daha böylesi bir hataya düşmemeye özen göstererek, görünür şekilde toplu katliamlardan uzak durup, ‘’zamana yayılmış, tek tek ya da küçük gruplar halinde imha’’ yöntemini kullanacaklardır. Ne kadar gizlemeye çalışsalar da, eninde sonunda toplu infaz haber ve görüntülerinin de kamuoyuna yansıyacağını düşünüyorum. Ancak, esas olarak ''küçük gruplar halinde ve zaman yayılmış imhanın'' daha uzun bir süre devam edeceğinden emin olabiliriz. Çünkü, bu cihatçı grupların inancı, ‘’sapkın-zındık-kafir’’ olarak nitelendirilen farklı inanç grupları ile birlikte yaşamak üzerine değil, o grupların imhası esası üzerine oturmaktadır. Bu inanca doğmatik ve tutucu bir biçimde bağlı olan kesimlerin, değişim geçirerek demokratikleşmesini beklemek abesle iştigaldir. Biz toplu katliam ya da soykırım öngörüsünü işte bu objektif temele dayandırıyoruz.

Kürt soykırımının baş sorumlusu Türk devleti’dir

Kuşkusuz, cihatcı ve Arap milliyetçisi gruplar da, Rojava Kürdistanı etrafında şekillenmiş olan Kuzey Suriye demokratik yönetimi ve orada yaşayan Kürtler için ciddi bir tehdit oluşturmaktadırlar. Çünkü onlar da, bu bölge üzerinde hakimiyet kurmak ve tehlikeli gördükleri siyasal ve ideolojik yapıları, etnik grupları yok etmek istiyorlar. Bununla birlikte Rojava'da Kürt halkına yönelik soykırım tehditinin esas kaynağı Türk devletidir.

Rojava Kürtleri IŞİD’e karşı savaşarak ve Esad rejimine karşı mücadele ederek kendi topraklarını kurtardılar ve bu topraklar üzerinde kendi özyönetimlerini kurdular. Dün olduğu gibi bugün de, Kürtlerin kontrolündeki bölgelerde, diğer bölgelerin aksine huzur ve düzen hakimdir. Türk devleti Kürtlerin yabancı egemenliğinden kurtulup, özgürleşmelerinden ve demokratik özyönetimlerini kurmalarından çok rahatsızdır. Çünkü bu devlet kendi sınırları içinde yaşan Kürt halkını her türlü ulusal demokratik haktan mahrum etmiştir. Özgürleşen Kürtlerin, kendi sınırları içinde baskı altında yaşayan Kürtlere örnek olacağından çok korkmaktadır bu devlet.

Türk devleti Suriye savaşının başından beri, Kürtlerin özgürleşmesini engellemek büyük bir çaba harcıyor. Bu amaçla önce IŞİD’i kullandı ve bu barbarlar ordusunu Kürtlerin üzerine saldı. Fakat Kürt halkı IŞİD’i yendi. Türk devleti şimdi de, bizzat kendisi Rojavalı Kürtlere saldırdığı gibi; aynı zamanda eğitip silahlandırdığı Suriyeli paralı askerlerini Kürtlerin üzerine salmıştır. Türk devleti her gün toplarla, uçaklarla, SİHA’larla Rojava Kürdistanı’nı bombalıyor. Sivilleri katlediyor, hastaneleri, enerji tesislerini ve fabrikaları imha ediyor. Açıkça bölgeyi yaşanmaz hale getirerek insansızlaştırmaya çalışıyor. Bunun ötesinde; açıkça bölgeyi işgal edip, Kürtleri bölgeden sürmek istiyor. Erdoğan bu planı bizzat kendisi TV’de açıkladı. ‘’30 Km’lik tampon bölge oluşturma planı’’ bu amaca yönelik bir plandır. Nitekim bu planın bölgesel uygulamasını Afrin’de gördük.

Bütün bunlar yaşanırken, bugünlerde yine Kürt-Türk kardeşliğinden, Malazgirt savaşındaki ‘’Kürt-Türk ittifakından’’ çokça bahsediliyor. Bununla birlikte Rojava Kürdistanı’nın Türkiye’nin himayesinde var olması gerektiğini söyleyenler de var. Bomboş ve aynı zamanda tehlikeli hayaller bunlar. Halk deyimiyle bu, ‘’ciğeri kediye teslim etmek’’ demektir. Biraz kafası çalışan, birazcık tarih bilinci olan bir Kürt, bırak Kürt insanını, Kürdistan sokaklarında yaşayan kedi ve köpekleri bile Türk devletine emanet etmeyi, onun himayesini vermeyi düşünemez.

Bugün yapmamız gereken, boş ‘’kardeşlik’’ ve ‘’çözüm’’ söylentileriyle oyalanmak yerine, bölgedeki halkların ve inanç grupların yaşadığı soykırım tehditine karşı sesimizi yükseltmek ve uluslararası dayanışma ve direnci büyütmektir.

 

Ahmet Aydın / 27 Ocak 2024 

Sabahattin Önkibar sadece bir tetikçidir. O sahiplerinin çıkarları ve direktifleri doğrultusunda propaganda yapar. Bu nedenle bu tetikçinin propagandasını direk sahiplerinin ideolojik-politik çizgisinin bir yansıması olarak görmek gerekiyor.

 

Peki bu tetikçinin sahipleri kimlerdir?

 

Başta Ekrem İmamoğlu ve çetesi var. Ama onların sahipleri de uluslararası mali sermaye ile iç içe geçmiş olan İstanbul tekelci sermayesidir. Ki bu sermaye fraksiyonunu Koç grubu temsil ediyor.

 

Bu çetenin propaganda diline dikkat edilsin: Bu dil, soykırımcı İttihat Terraki'nin ve Türk devletinin yüz yıllık resmi dilidir. Bu günkü faşist rejim de bu birikim üzerinden yükselmiştir. Bu çete ''kılıç artığı'' derken, yapılan Ermeni soykırımını kabullenmekten ve meşru göstermekten kaçınmıyor. Diğer taraftan Türk ulusunun hafızasında yer etmiş yüz yıllık Ermeni düşmanlığını ve nefretini alevlendirip, Alevi ve Kürt düşmanlığı ve nefretiyle birleştiriyor. Bu pervasızlık açık bir soykırım eşiğine işaret ediyor. İYİP ve diğer Kemalist faşist kesimler 2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu'nun adaylığına ''bu millet Alevi'ye oy vermez, milletin milli ve manevi değerlerine uygun bir aday çıkarılmalı’’ derken tam da bu ortak ulusal nefret ve düşmanlık değerlerinden bahsediyorlardı. AKP-MHP iktidarı da muhalefeti ''yerli ve milli'' olmamakla ve ''düşmanlarla işbirliği'' içinde olmakla suçlarken de aynı şeyden bahsediyordu. Söylemek gerekir ki, Ekrem İmamoğlu çetesi ve İYİP, seçim süreci boyunca, en az iktidar kadar, Kılıçdaroğlu'na ve Alevilere ve Kürtlere kaşı bu yönlü bir düşmanlaştırıcı linç kampanyası yürüttü. Elbette bu kesimler ‘’iyi Aleviler ile kötü Alevileri’’ birbirilerinde ayırdıklarını ve bu düşmanlığı ‘’gerçek Alevilere’’ karşı yapmadıklarını söylüyorlar. Bu egemenlerin bilindik bir taktiğidir. Türk devleti de Kürt ulusuna karşı savaşını ‘’teröristlere karşı mücadele’’ olarak gösteriyor. Avrupa’da da ırkçı-faşist kesimler hep ‘’iyi ve uyumlu yabancılar’’ ile ‘’düzeni bozan ve teröre eğilimli yabancılar’’ ayrımı yaparlar. Ancak bir bu ayrım öyle çürük bir ayrımdır ki, bir yabancı, devlet ya da sermaye ile en küçük bir noktada ters düştüğü anda aniden ‘’uyumsuz, düzeni bozan ve hatta terörist’’ oluvermektedir. Gerçekte Avrupa’da ister vatandaş olsun ister olmasın; tüm yabancılar nihayetinde yabancı, yerliler ise yerlidir. Hizmetleriyle kendisini kanıtlamış bir avuç yardakçı yabancı dışında, yabancılar kategorik olarak aynı sınıfta yer alırlar. Mesela yabancılara karşı bir yasa çıktığında dolaylı ya da direk tüm yabancılar bundan etkilenir. Vatandaş olmaları da yabancıları kurtarmaz, her yabancı sonuçta vatandaşlıktan atılıp kovulabilir. Şimdi bu tetikçi de aynı mantıkla ‘’gerçek Aleviler ile kılıç artıklarını’’ birbirinden ayırdığını iddia ediyor. Böylece en başta Alevilerin arasına bir fitne sokmak istiyor. Aslında bu taktiğin amacı, gerçekte toplumsal grup kollektif kimliği ve yapısıyla hedef alındığı halde, söylemde ‘’iyi-kötü’’ ayrımı yaparak; hedef alınan grubun bir kesimi en azından edilgenleştirmek ya da tarafsızlaştırmak, böylece hedefi daraltarak toplumsal grubun daha güçlü ve ortak bir direniş göstermesinin önüne geçmek ve hedef alınan toplumsal grubu parça parça ezmektir. Peki bu tetikçinin ‘’gerçek Alevi’’ dedikleri kimlerdir? Onlar adı Alevi olan ancak pratikte egemen kültür, ideoloji ve siyaseti benimsemiş bildiğimiz makbul Sünni Türk’e benzemiş, kısacası devletin Alevileridir. Yani ‘’ağzı Ali diyen ama pratikte Yezit gibi davranan’’ işbirlikçi kişilerdirler.

 

Düşmanlaştırma stratejisi faşizmin bilindik stratejisidir. Naziler Yahudileri ve onlarla bağlantılı olarak komünistleri ulusal düşmanlar olarak ilan etmişlerdi. Nazilere göre Alman ulusunun yaşadığı tüm sefalet ve felaketlerin sorumluları Yahudiler ve komünistlerdi. Onlar savaş yenilgisinin ve yaşanan ekonomik-siyasal krizin sorumluluğunu bu düşmanların üzerine yıktılar ve bu düşmanlar yok edilirse Almanya’nın kurtulacağını söylediler. Böylece halkta ekonomik ve siyasal kriz nedeniyle oluşan hoşnutsuzluğu; düşmanlaştırılan Yahudilere komünistlere yönelttiler. Faşistler, sermaye iktidarının sorumlu olduğu krizi fırsata çevirerek, oluşan tepkiyi sahte düşmanlara yönelttiler ve ulusu birleştiren bir nefret duygusuna dönüştürdüler. Faşizmin beslendiği ana kaynaklardan birisi de bu nefret ve düşmanlık duygusu ve refleksiydi. Böylece faşizm ulusu ortak düşman hedefi doğrultusunda kendi saflarında birleştirmişti. Halbuki krizin sorumluları dünya pazarlarının paylaşımı uğruna diğer emperyalist ülkelere savaş açan Alman tekelci sermayesi ve onun devletiydi. Fakat halk bu gerçeği unuttu ve kendisine gösterilen ‘’ulusal düşmanlara’’ yöneldi. Türkiye’de de Erdoğan rejimi, iktidarını sürdürmek için gerekli kitle desteğini sağlamak için faşizmin bu düşmanlaştırma stratejisini bugüne kadar uygulaya geldi. Son seçim sürecinde ve şimdi görüyoruz ki, iktidara gelmek isteyen bu tekelci sermaye fraksiyonu, faşist rejim karşısında demokratik halkçı bir muhalefet cephesi oluşturma yerine, aynen Erdoğan rejiminin düşmanlaştırıcı faşist stratejisini uygulamaktadır. Çünkü halk hareketi ile birleşen demokratik bir alternatif, kontrol dışına çıkabilir ve kurulu düzeni bozabilir. Çok açık görüyoruz ki, büyük sermayenin tüm kesimleri böylesi bir riski ortadan kaldırmak noktasında hemfikirdirler.

 

O halde çıkarılması gereken esas ders şudur: İstanbul tekelci sermayesi ve uluslararası mali sermaye; iktidarın ve rantın paylaşımı noktasında, iktidarı elde tutan büyük sermaye fraksiyonu ile çelişkiye düşse de, bu rejimin ideolojik-politik ve ekonomik yapısının korunması ve sürdürülmesi konusunda, iktidardaki sermaye fraksiyonu ile bir konsensüse sahiptir. Bu konsensüsü en bariz biçimde, ''kontrol dışına çıkma olasılığı olan'' halkçı bir muhalefet odağının ortak bir operasyonla tasfiye edilmesinde gördük. O halde, İYİP, Ekrem İmamoğlu-bugünkü CHP gibi tekelci sermayenin kontrolünde olan partilerden herhangi bir demokratik muhalefet hareketi beklenmemelidir. AKP-MHP iktidar bloku gibi, Ekrem İmamoğlu kliği ve onun kontrolündeki CHP’ye ve diğer burjuva partilere ve kişilere de kesinlikle oy verilmemelidir. Bu partilerin yerel seçimleri kazanması demokrasi mücadelesini ilerletmeyecek, tersine gerçek bir halkçı demokrasi mücadelesinin dejenere edilerek boğulmasına neden olacaktır. Çünkü bu partiler, asgari düzeyde de olsa, bu rejime alternatif oluşturacak ve tüm demokrasi güçlerinin üzerinde birleşecekleri bir program ortaya koymuyorlar. Bu aşamadan sonra en doğru tavır bağımsız devrimci-demokratik ve halkçı alternatifin geliştirilmesidir.

 

 

Sosyal ve siyasal mücadelede yeni aşama

 

2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun yoğun ve yerinde çabasıyla, burjuva demokratik muhalefet faşizme karşı mücadelenin önderliğini elde etmişti. Bunun üç önemli nedeni vardı:

 

1) Kitleselleşmiş ve siyasal mücadeleye damgasını vurabilecek bir devrimci-demokrat hareket yoktu.

 

2) Kitleler bu rejimin seçim yoluyla değiştirilebileceği noktasında umutlarını hala büyük ölçüde koruyorlardı.

 

3) Burjuva demokratik muhalefet, tekelci sermayenin sabotajlarına rağmen, dünya siyasal tarihinde ender görülebilecek şekilde, çok farklı siyasal kesimleri direk ya da zımni bir biçimde birleştirebilme becerisi gösterdi. Bu özgün durumun oluşturulmasında Kılıçdaroğlu’nun rolü büyüktür.

 

Fakat şimdi bu burjuva demokratik muhalefet iktidar ve ulusal-yerli tekelci sermayenin saldırılarıyla dağıtılmıştır. Burjuva demokrat muhalefet önderliğinde; seçim temelli siyasal mücadele ile rejimi değiştirme dönemi kapanmıştır. Burjuva demokratik muhalefet sınırlarına dayanmış ve artık oradan ileri gidemez. Demokrasi mücadelesine de önderlik edemez. Bu görev artık devrimci demokrasi güçlerinin omuzlarına yüklenmiştir. Esas mücadele biçimi de işçi sınıfı ve diğer halk sınıf ve tabakalarının her alanda geliştirecekleri meşru toplumsal mücadeledir. Devrimci-demokrasi güçleri bu işçi sınıfı hareketi ve genel olarak halk hareketiyle ile birleşip onun öncülüğünü yaptıkları ölçüde, iktidarın alternatifine dönüşürler. Bu durum burjuva demokratik muhalefetin yadsınması ve dışlanması anlamına gelmez. Devrimci demokrasi güçleri, sınırlarını bilme koşuluyla, faşizm karşıtı tüm sınıfların demokrasi mücadelesine katkı sunabilecek enerjilerini ortak cepheye katma esnekliği ve becerisi gösterebilmelidirler.

 

2023’e kadar süren birinci aşamada, halk hareketi, legal siyasal hareketin seçim temelli siyasal mücadelesini destekleyen bir dinamikti. Şimdi ise seçim mücadelesi ve legal siyasal mücadele, devrimci demokratik halk hareketini destekleyen ve onun önünü açan bir role sahiptir. Yani artık devrimci-demokratların öncülük görevini üstlenmesinin ve siyasal mücadeleyi gerçek sosyal temellerine oturtmanın zamanıdır. Ve bu çaba seçim sürecini ve mücadelesini aşan bir çerçeveye sahiptir.

Ahmet Aydın

3 Mayıs 2024

 

Tarih asla tekerrür etmez. Ancak yaşamdaki değişimi göremeyen; yaşamdan, tarihten dersler çıkarıp bir bilinç oluşturamayan insanlar ve siyasal yapılar, tekrar tekrar benzer hatalar yapıp, benzer yanlışlara düşebilirler. Tekerrür gibi gözüken aslında, insanın sosyal-tarihsel bilinçten yoksun bu refleksleridir.

Dikkat edilirse, bugünlerde iktidar ve muhalefet çevreleri -CHP, DEM Parti yetkilileri dahası Erdoğan ve hatta Bahçeli dahil olmak üzere- ağız birliği etmişçesine toplum içinde, halklar ve inanç grupları arasında var olan ‘’kutuplaşma ve gerilimden’’ ve bir ‘’yumuşamanın’’ yaşanması gerektiğinden bahsediyorlar. Muhalefetin bu söylemi kullanması elbette şaşırtıcı değildir. Ancak bugüne kadar, hem kişisel olarak hem de büyük bir propaganda aygıtı eliyle, muhalefete, Kürtlere ve Alevilere karşı bir nefret ve düşmanlaştırma siyaseti yürüten Erdoğan’ın söylemindeki değişim dramatiktir. ‘’Bu değişim kötüdür, yanlıştır’’ anlamında bir şey söylemiyoruz. Hayır, geçici, taktiksel ve hatta sahte de olsa, bu söyleme, bu anda negatif bir rol biçemeyiz. Ancak, bu söylem değişikliğinin gerçek sebeplerini ve amacını tespit etmek, oyunlara kapılmamak ve bu adıma gerçek değerini vermek de gereklidir.

Muhalefet uzun bir süredir iktidarın bir ‘’kutuplaştırma ve düşmanlaştırma’’ siyaseti izlediğini dile getiriyordu. Kılıçdaroğlu’nun CB seçim kampanyasının temel ayaklarından birisi, Erdoğan rejiminin muhalefete, Kürtlere, Alevilere, kadınlara ve farklı cinsel yönelimlere sahip gruplara karşı geliştirdiği düşmanlaştırma ve kutuplaştırma siyasetine ve bu yolla kitlesel desteğini genişletip, kitlesini konsolide etme taktiğine karşı alternatif olarak geliştirdiği ve ‘’helalleşme’’ kavramıyla gündemleştirdiği siyasetti. Bu siyaset, farklı toplumsal gruplar arasında diyalog ve barışı geliştirmeyi esas alıyordu. Fakat Kılıçdaroğlu, Kürtlerin ve Alevilerin varlıklarının inkar edilmesine ve bu kesimlerin düşmanlaştırılmasına karşı videolar yayınladığında, baş örtüsü ile ilgili yasal güvence önerdiğinde, dinci ve Kemalist faşistler ağız birliği içinde Kılıçdaroğlu’na saldırmıştı. Örneğin bu çok ‘’demokrat’’ Özgür Özel’in yeniden partiye aldığı ırkçı-faşist Tanju Özcan, sırf bu videolarda ‘’Ben Aleviyim’’ ve ‘’Kürtler düşmanlaştırılıyor’’ dediği için Kılıçdaroğlu’nu ‘’mezhepçilik ve etnik milliyetçilik’’ yapmakla suçlamıştı. Erdoğan’ın seçim operasyonu için ileri sürdüğü Muharrem İnce de aynı suçlamada bulunmuştu. AKP başta olmak üzere iktidar çevreleri de Kılıçdaroğlu’nu bu söylemlerinden dolayı ‘’milleti bölmekle’’ suçlamışlardı. Halbuki, Kılıçdaroğlu’nun yapmak istediği, düşmanlaştırmayı ve kutuplaştırmayı yok edecek, tüm toplumsal grupların birbirilerinin varlığını kabullenip saygı duyacakları, çoğulcu ve barışçıl bir demokratik yapı oluşturmaktı. Kılıçdaroğlu’nun siyaseti, öncelikle farklı olanın varoluş hakkını, bugüne kadar zihinsel dünyaları ve eylemleri, resmi ideoloji tarafından şartlandırılmış kitlelere benimsetmekti. Ki bu adım bugün bahsedilen normalleşme ve yumuşamanın öncelikli koşuludur. Çünkü, Alevinin, Kürdün ve diğer toplumsal grupların varoluş hakkını tanımayanlar, elbette ki, bu gruplarla barış, eşitlik ve saygı temelinde birlikte yaşayamazlar. Bu siyasi tutum, hem düşmanlaştırma ve kutuplaştırma siyasetinin kaynağının faşist rejim olduğunu kabulünü, hem de bu siyasetin mağdurlarının görünür kılınmasını ve bu kesimlerle açık bir dayanışmayı esas alıyordu. Bu tutum doğru ve anti-faşist, demokratik bir tutumdu.

Fakat Erdoğan ve yeni CHP yönetimi hatta DEM Parti eş başkanları bir kutuplaşmadan bahsederken, bu işin sorumlularına ve mağdurlarına hiç değinmiyorlar. Kutuplaştırma siyaseti sahipsiz bırakılmış. Sanki uzaylılar gelmiş, coğrafyamızda insanları düşmanlaştırmış ve kutuplaştırmışlar ve birden ortadan kaybolmuşlar. Şimdi de iktidar ve muhalefet masumane duygularla el ele vererek bu düşmanlaştırma ve kutuplaştırmayı ortadan kaldırıp, toplumsal ilişkilerde yumuşama yaratmaya çalışıyorlar. Bu tutum toplumsal-siyasal gerçekliğin üstünü örten, içeriksiz, ciddiyetsiz ve nihayetinde sorunların kaynağı olan faşist rejime hizmet edecek bir tutumdur.

 

Bugün sorulması gereken soru: Düşmanlaştırma ve kutuplaştırmanın nedeni nedir ve sorumlusu kimdir?

90’lı yılların sonunda AKP iktidarının kurulmasına yol açan durum, günümüzdeki durum ile çok büyük bir benzerlik taşıyordu.

90’lı yılların sonlarına geldiğinde Türk devleti ve siyaseti, Kürdistan’da yürüttüğü kuralsız savaş, içerde devrimciler ve halk üzerinde estirdiği terör, sermayenin emek ve kamu kaynakları üzerinde yürüttüğü yağma siyaseti ve bütün bu yağmacı, militarist ve faşist uygulamaların bir sonucu olarak, siyasal yapıda oluşan mafyalaşma ve çeteleşme ve ekonomide yaşanan kriz nedeniyle tıkanmış ve bir çöküşün eşiğine gelmişti. İşte bu koşullarda herkes bu çöküşün nedenini ve çıkış yolunu arıyordu.

Nihayetinde hemen hemen herkes; sorunun “Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasinin olmamasından” kaynaklandığı sonucunda birleşmişti. Ordu komutanları bile, Türkiye’de bir demokrasi sorunu olduğunu kabul etmişlerdi. Bu tespit sorunun kaynağını tek başına açıklamaya yetmese de, büyük ölçüde doğruydu. Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasi yoktu. Fakat neden Türkiye’de demokrasi gelişmemişti? Kim Türkiye de demokrasinin kurulup yerleşmesini engellemişti? Ve gerçek bir demokrasi nasıl kurulabilirdi? Bu sorulara, devrimci-sosyalist yapıları bir yana bırakırsak, burjuva siyaset cephesinde objektif, tutarlı ve bütünlüklü bir cevap veren yoktu. Ancak bu sorulara objektif ve bütünlüklü bir cevap bulmadan da, gerçek bir çözüm üretmek mümkün değildi. Nitekim de öyle oldu. Yarım yamalak ve sorunun gerçek kaynağına inmeden üretilen çözümler, çözümden çok, kitlelerin değişim ve ilerleme umutlarını sömüren, tüketen ve bugünkü AKP-MHP rejiminin yarattığı faşizm ve sefalet durumundan görüleceği üzere, daha beter bir duruma yol açtı.

Burjuva siyasal çevreleri demokrasi sorunun, “askerin siyaset üzerinde vasiyet” kurmasından ve “sivil toplumun yeterince güçlü olmamasından” kaynaklandığını belirtiyorlardı. Bu siyasal yelpazede cılızda olsa, Kürt halkına karşı yürütülen savaşı eleştiren ve Kürt sorunun savaşsız çözülmesi gerektiğini söyleyen kesimler ortaya çıkmıştı. Fakat bu çevreler sorunun kaynağını daha çok idari yapı, hükümet politikaları ve konjonktürel durumlarda arıyorlardı.

Erdoğan ve AKP, burjuva siyasetinin geçmişten gelen ağır sorunlar karşısında çözümsüz kalmasına bir alternatif olarak ortaya çıktı. Bu hareket, program ve söylemini burjuva liberal çevrelerin Kemalist rejime yönelik ‘’askeri vasiyet, sivil toplum’’ eleştirileri ve kendi siyasal İslamcı ‘’ümmet kardeşliği, dindar ahlakı’’ anlayışına dayandırdı. Böylece hem işçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin sermaye düzenine karşı gelişen güvensizlik ve öfkesi dindirilerek düzenin işleyişi tekrar rayına oturtulacak, hem de ‘’Müslüman kardeşliği’’ temelinde Kürtlerin tekrar düzen sınırları içine çekilmesi sağlanacaktı. Fakat bugün daha rahat bir biçimde görüyoruz ki, eski rejim karşısında bir değişim ve demokrasi vaat eden AKP iktidarı, tüm demokratik ve liberal söylemine karşın, işçi sınıfının, Kürtlerin, Alevilerin sosyal ve siyasal durumunda bir değişim ve iyileşme sağlamadı. Tam tersine sermayenin hegemonyasının daha da pekişmesine yol açarak, bu kesimler üzerindeki baskıyı pekiştirdi.

Burjuva siyasi çevreleri, bu devletin ve rejiminin ta kuruluşundan itibaren sermayenin çıkarlarına hizmet edecek, sermayenin büyüyüp gelişmesini ve toplum üzerinde hegemonyasını sağlayacak şekilde kurulduğunu ve o günden bugüne devletin ve rejimin esasta sermaye sınıflarına hizmet ettiğini söylemiyordu. Mesela, Kemalist rejim kurulduğunda işçilerin sendika kurmalarını ve grev yapmalarını fiilen ve hatta hukuken yasaklamıştı. Tersine “milli bir burjuva’’ sınıfının gelişip güçlenmesi için, Batı sermayesi ile işbirliği içinde, elindeki tüm imkanları kullanmıştı. Kimse bunun nedenini ve günümüze dek uzanan etkisini görmek istemiyordu. Kemalist rejim Kürt ulusunun varlığını inkar etmiş ve asimilasyon, fiziki imha yoluyla bu ulusu ortadan kaldırmaya çalışmıştı. Kimse, ''Acaba bugün yaşanan savaşın nedeni bu inkar ve imha siyaseti midir?’’ diye sormuyordu. Bu rejim laiklik ilkesini benimsediğini söylese de, fiilen Aleviliği yasaklamış ve bir Sünni mezhebi adeta devletin resmi mezhebi haline getirip, topluma empoze etmeye çalışmıştı.

Kemalist rejim ve devlet, kapitalist üretim ilişkileri üzerinde kurulmuş ve toplumun, ekonominin gelişmesini; sermaye sınıfının gelişmesi temeline ve önceliğine bağlayan kapitalist işleyişi esas almıştı. Kürdistan pazarı da, yine sermaye sınıfının çıkarları ve kapitalist tüketim ilişkileri doğrultusunda işgal edilmiş, bu pazarın uzun vadeli güvenliğinin sağlanması için, tekçi-üniter ulus devlet yapısı oluşturulmuş, Kürt ulusunun varlığı inkar edilip, yok edilmeye çalışılmıştı. Kısacası ifade edersek Türkiye’de hiç bir zaman sermaye sınıflarının bir demokrasi ve özgürlük sorunu olmadı. Çünkü Türkiye bu sınıflar için, neredeyse her istediklerini yapabildikleri bir cenneti. Türkiye’de sermaye sınıfları için her dönem demokrasi ve özgürlük vardı. Coğrafyamızda bu yaşam koşullarına sahip olmayanlar, yani adil bir gelir dağılımına, demokrasiye ve özgürlüğe ihtiyaç duyanlar işçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar ve diğer ezilen toplumsal kesimlerdir.

Türkiye’de demokrasinin, özgürlüğün ve sosyal adaletin gelişmesinden bahsedenler, eğer ciddi ve tutarlılarsa, öncelikle emek-sermaye çelişkisi, Kürt sorunu, kadın sorunu ve laiklik gibi temel sorunlarda, ezilen kesimler lehine bir değişim ve ilerlemeden bahsetmek zorundadırlar. Sermayenin %150 kar elde ettiği, her gün yeni yeni milyarderlerin türediği, ama işçilerin, diğer emekçilerin uzun ve ağır çalışma süreçlerine rağmen açlıkla boğuştuğu bir ülkede, daha adil bir bölüşüm dengesi ve geril dağılımı sağlamadan demokrasiyi, iç barışı geliştirmeniz mümkün değildir. Hala Alevilerin inancını ve Kürtlerin ulusal varlık ve haklarını kabul etmemiş bir toplumda demokrasiyi geliştiremezsiniz. Bu temel sorunlarda esaslı bir değişim amacı taşımayan her çaba, nihayetinde egemen yapının korunmasına ve bu devletin kuruluşundan bu yana gelen çatışma ve gerilimlerin daha da derinleşmesinden başka bir işe yaramaz. Çünkü sahte, yüzeysel ve günü kurtarmaya yönelik her adım, taraflar arasında güvensizliğin artmasına ve birlikte yaşam iradesine zarar vererek, daha büyük çatışmaların yaşanmasına neden olacaktır. Nitekim, yüz yıllık süreç, Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Erdoğan gibi alternatif olarak ortaya çıkan, ancak her defasında daha ağır bir durumun oluşmasına yol açan sahte burjuva demokratlarının örnekleri ile doludur.

Ahmet Aydın

14 Ağustos 2023

 

Antep’teki Şireci Tekestil işçileri, sadece açlık sınırının üstünde bir ücret artışı için direniyorlar.  İşçilerin talepleri tamamen ekonomik. İşçiler; 15.500₺ net ücret, bayram ikramiyesi, erzak yardımı, 1500₺ pazar mesaisi zammı istiyorlar.[1]

AKP’li Antep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, işçileri ikna etmek için fabrikada bir konuşma yapmış.[2] Fatma Şahin konuşmasında patron ile işçilerin ilişkisini ''baba-oğul'' ilişkisine benzetiyor. Ona göre sorunların kaynağı işçilerin düşük ücret alması değil, ''enflasyon''dur. Dolayısıyla ‘’enflasyon’’ patronların ve işçilerin ‘’ortak’’ bir düşmanıdır. Yani F. Şahin diyor ki, işçilerle patronlar bir ailedir. Ailenin içinde kim çok, kim az kazandı tartışması olmaz. Patron ailenin babasıdır; elbette ailenin bütçesi ondan sorulur. Oğullar babalarının verdiği harçlıkla yetinmek zorundadırlar. Çünkü esas olan ailenin kasasıdır, ailenin bütçesidir. Yatırım yaparak işçilere iş olanağı sağlayan, dolayısıyla işçilere ekmek kapısını açan patronlardır. İşçiler, ailenin içine fitne sokmak isteyen güçlerin oyunlarına gelip babalarına karşı nankörlük yapmamalı, ailenin geleceğini düşünerek babalarının sözlerini dinlemeli ve usluca çalışmaya devam etmelidirler.

Fatma Şahin patronların ne kadar babacan ve iyiliksever olduklarını kanıtlamak için Şireci Tekstil patronunun yaptırdığı Cami ve uyuşturucuya karşı mücadelesinden, iyiliklerinden bahsediyor. Yani demek istiyor ki, tamam siz düşük ücret alıyorsunuz; tamam patronlar çok kazanıyor, ama bakınız patronlar kazandıkları paralarla topluma ne büyük hizmetlerde bulunuyorlar.

Burjuva siyasetçileri işçilere, patronların ne kadar iyiliksever ve ülkeye faydalı olduklarını anlatıyorlar. İşçileri buna inandırmak istiyorlar. İyi ama ‘’iyilikten’’ bahsedilecekse en büyük ‘’iyilik’’ işçilere insan gibi geçinecekleri bir ücret vermek değil midir? Üstelik buna iyilik de denilmez; yeterli ücret işçinin hakkı, emeğinin karşılığıdır. İşçiye hakkını vermeyen, işçisine insan gibi yaşayacağı bir ortam sunmayan patronların iyiliğinden bahsetmek sahtekarlık ve manipülatörlük değil midir? Kendileri refah içinde yaşarlarken, çocuklarına sefalet içinde yaşamayı dayatanlara ‘’iyiliksever baba’’ rolü verilir mi? Kimse patronlardan iyilik beklemiyor. Siz işçilere emeklerin karşılığı olan ücreti verin, bakın görün işçiler bu topluma nasıl iyilikler yapıyorlar.

Fatma Şahin manipülasyona devam ediyor ve Erdoğan'ı ''enflayon canavarına'' karşı savaşan ''milletin babası'' rolünde bir kurtarıcı pozisyonuna oturtuyor. Sanki Erdoğan bu ülkeyi yönetmiyormuş, sanki enflasyon esas olarak Erdoğan iktidarının uyguladığı politikalarının sonucu değilmiş, sanki halk yüksek fiyat artışları nedeniyle sefalet içinde yaşarken, Erdoğan işçilerden ve diğer halk kesimlerinden alınan vergiler çalınan zenginlik sayesinde sarayında lüks içinde yaşamıyor muş ve sanki enflasyon emek-sermaye çelişkisine dayanan bu kapitalist sistemin bir ürünü değilmiş, sanki enflasyon dışardan hatta uzaydan gelmiş bir canavar gibi bir tablo çiziyor F. Şahin. O böylece sistemin gerçekliğinin ve çelişkilerin üstünü örtüyor ve işçi sınıfının tepkisini, sosyal ve siyasal temelden kopuk bir hedefe yani enflasyona yöneltiyor. Böylece krizin esas sorumluları olan iktidar ve sermayeyi sorumluluktan ve hedef olmaktan kurtarmaya çalışıyor.

Halbuki, burjuva ekonomistleri bile nihayetinde enflasyonun temel kaynaklarından birisinin, tekellerin piyasada oluşturdukları hegemonya sayesinde kar oranlarını ekstrem düzeyde arttırmaları olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kaldılar.

Faşist korporatizm ideolojisi ve siyaseti

Fatma Şahin’in bu yaklaşımı, anlayışı bireysel değildir, bu rejimin esas aldığı faşist korporatizm ideolojisi ve siyasetini yansıtıyor. Bu konuşmanın önemi, rejimin ideolojik-siyasal karakterini çarpıcı olarak ortaya koymasındadır.

Faşist korporatizm ideolojisi, toplumsal yapıdaki sınıflar arasındaki çelişkileri ve sınıf mücadelelerini yadsır. Ulusu, insan vücudu gibi organik bütün olarak görür. Bu ideolojiye göre ulusu oluşturan sınıflar arasında bir çıkar uyumu ve birliği vardır. Ulus sermayenin hakimiyetinde ortak çıkarlar doğrultusunda, ulus devletin oluşturduğu hiyerarşik bir bütünlük içinde birlikte hareket etmelidir. İşçi sınıfı ‘’sadece kendi çıkarlarını’’ düşünüp ücret artışı ve diğer sosyal hakları için bağımsız bir sınıf mücadelesi yürütmemeli, aksine çıkarlarını ulusun dolayısıyla patronların çıkarlarına tabi kılarak, patronlarla ortak hareket etmelidir. Ulus devlet ve ulusun babası olan şef, tüm ulusun çıkarlarını gözeterek işçilerin hak ettikleri ücret ve hakları vereceklerdir. Bunun için işçi sınıfının ayrıca ve bağımsız bir hareket yürütmesi anlamsızdır. Şef ve devlet ulusun babası ve koruyucusudur. Bu otoriteye biat etmek ve kaderini bu kurtarıcıların eline bırakmak gereklidir. Aksine bir tavır geliştirmek, ‘’ulusun çıkarlarına ve varlığına karşı gelmek’’ yani ulusa ‘’düşmanlık’’ etmek demektir.

Faşist korporatizm ideolojisine göre sınıf mücadelesi fikri ve pratiği, toplumun ve ulusun birlik ve uyumunu bozmak isteyen Marksist hareketin dışardan ulusun içine soktuğu bir ‘’fitne’’dir. Bu nedenle faşist hareket bağımsız işçi sınıfı hareketine ve sosyalist harekete düşmandır. Faşizmin esas önceliği; işçi sınıf hareketini ve sosyalist hareketi ezerek sermayenin kar oranının arttırılması ve büyümesinin önündeki esas engeli kaldırmaktır. Çünkü faşist hareket, kapitalist üretim ilişkilerini ve sermayeye dayalı bir büyüme ve sermaye sınıfı temeline dayalı bir hegemonya sistemini esas alır. Bütün diğer burjuva akımlarının benimsediği gibi, faşizme göre de, ulusun güçlenmesi ve büyümesi esasında sermayenin büyümesi ve güçlenmesi demektir.

Faşizm aynı zamanda emperyalist bir ideoloji ve siyaset olduğu için, diğer emperyalist ülkelerle rekabet ve pazar savaşına girer. Bu zorunluluk kar oranın azami düzeyde yükseltilmesini, sermayenin daha yüksek düzeyde daha az elde merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını, başka bir ifadeyle çok büyük tekellerin oluşmasını dayatır. Böylece azami kar oranını yakalamak ve küçük firmaların yapamayacağı düzeydeki büyük silahlanma projelerini, diğer teknolojik atılımları ve savaş gibi büyük harekatları tek bir elden ve hızla gerçekleştirme olanağını oluşturmaya çalışır. Faşizmin esas ve nihai anlamda tekelci sermayenin en gerici ve şoven kesimlerinin diktatörlüğü olmasının maddi temeli işte bu sosyal olgudur. Tekellerin piyasada oluşturduğu hegemonik koşullar dışında, sermayenin azmi kar oranına ulaşmasının temel koşulu, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin bölüşümden aldığı payın minimum düzeye çekilmesidir. Bu nedenle faşist hareket bağımsız sendikaları dağıtır ve grevi yasaklar, işçileri baskı ve zorla korporasyon ideolojisini benimseyen faşist sendikalarda toplamaya çalışır. Sosyalist partileri kapatır. Dolayısıyla işçilerin toplu pazarlık güçlerini kırar. İşçilerin ücretleri ve hakları sermayenin çıkarlarını esas alan faşist devletin insafına terk edilir.[3]

Çelişki ve çatışmanın kaynağı

Kapitalist toplumun gözümüze soktuğu bir gerçeklik vardır; patronlar bitmek tükenmez bir hırsla karlarını artırmak ve sermaye birikimini büyütmek isterler. Sermaye sınıfının fikriyatını ve eylemini koşullandıran temel, özel mülkiyete dayanan bu sınıf çıkarıdır. İşçi sınıfı ve diğer emekçiler ise, yoksulluktan kurtulmak, ailelerini doğru dürüst geçindirmek ve daha müreffeh bir yaşam için daha fazla ücret ve daha geniş sosyal-demokratik haklar kazanmaya çalışırlar. Hiçbir patron benim karım azalsın, benim büyümem yavaşlasın ama işçi ve emekçiler daha fazla kazansın, daha raht yaşasın demez. Bu kapitalist toplumun işleyiş yasasına aykırıdır. Böyle düşünen bir patron olsa bile, onun bu sistemde yaşama olanağı yoktur. İşçi sınıfı ücretlerinin arttırılmasını, haklarının genişletilmesini, bölüşümdeki payının arttırılmasını istiyorsa, bunu kendi gücüyle ve mücadelesiyle sağlamak zorundadır. İşçi sınıfı dışında hiç bir güç, onu ondan çok fazla düşünerek onun haklarını savunmaz ve genişletemez. İşte bu objektif durum, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki çıkar çatışmasının, sınıf mücadelesinin temelini oluşturur.

İşçi sınıfının daha yüksek ücret, daha geniş haklar ve daha müreffeh yaşam mücadelesi, toplumun, ulusun çıkarlarına, varlığına ve geleceğine karşı bir mücadele değildir. Ulusa düşmanlık asla değildir. Bu mücadele sosyal adaletsizliğe, yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı bir mücadeledir. İşçi sınıfının diğer emekçilerin daha müreffeh yaşam koşullarına sahip olması neden ulusun iç barışına ve varlığına karşı bir tehdit oluştursun ki? Tam tersine, gelir dağılımında adalet ve dolayısıyla geniş halk kesimlerinin daha iyi yaşam koşulları içinde yaşaması, ulusun içindeki gerilimi düşürür, ulusun daha yaratıcı ve sağlıklı kuşakların oluşmasını sağlayarak ulusun daha nitelikli gelişmesinin önünü açar. Toplumun ve ulusun iç dengesini ve barışını bozan esas olgu, özel mülkiyet sistemi ve bölüşüm ve dağılım ilişkilerindeki büyük adaletsizliktir.

İstanbul Sanayi Odası (İSO)’nın 2021 verilerine göre Türkiye'de ‘’En büyük 500 şirketin kârı yüzde 137, işçi ücreti ise yüzde 26 arttı.’’[4] TÜİK verilerine göre ‘’Ücretliler 2019 yılında milli gelirin yüzde 31,4’ünü alırken bu oran 2021’de yüzde 27’ye düştü. Şirketlerin milli gelirden aldığı pay ise son iki senede yüzde 42,9’dan 47’ye yükseldi.’’ [5] İşçi sınıfı ile sermaye arasındaki bölüşüm dengesinin emek aleyhine olmak üzere, hızla ve ciddi bir düzeyde bozulduğu açıktır. Bu sosyal adaletsizliği doğal bir sonucu olarak, toplumun büyük bir kesimi uzun ve ağır çalışma koşulları içinde çalıştığı halde, yoksulluk içinde yaşamaktadır. Yeterli beslenme, barınma, sağlık ve kültürel etkinlik olanaklarına sahip olmayan kitlelerin gelişmesi de sağlıklı olmamaktadır. Bu durum hem sosyal bir gerilim ve çatışmaya kaynaklık etmekte hem de toplumun insan kaynağının bozulmasına ve zayıflamasına yol açmaktadır. Şimdi sormak lazım; gerçekte kimlerdir toplumun, ulusun huzurunu, güvenliğini ve geleceğini tehdit eden güçler?

Şireci Tekstil işçilerinin temsilcileri şunları söylüyorlar: "Patronlar sürekli bize aynı gemide olduğumuzu söylüyorlar. Hastamız ya da cenazemiz dahi olduğunda izin aldığımızda hesabını soruyorlar. Biz nasıl aynı gemide olabiliriz? Bizler işçiyiz, haklarımız için buradayız. Kimsenin provokasyonuyla bir araya gelmedik, hakkımızı alana kadar da vazgeçmeyeceğiz"[6] İşçi sınıfı işte bu bilince ulaştığında bu ülkede gerçek bir toplumsal ilerleme ve değişimin ilk önemli adımı atılmış olur.

 

 Dipnotlar

------------------------------

 

[1] https://www.gercekgundem.com/guncel/sireci-tekstil-iscileri-sokaga-cikti-hakkimizi-alana-kadar-vazgecmeyecegiz-432905

[2] https://twitter.com/iscihareketiorg/status/1691023141420630017

[3] Erdoğan, yeni inşa edilen rejimin sınıf siyasetini ve faşist karakterini çok defa yaptığı konuşmalarıyla bizzat kendisi ifşa etmiştir. Şunları söylüyor Erdoğan: “Soruyorum, iş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, bir aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde, 15 sene önce Türkiye'de olağanüstü hal vardı ama bütün fabrikalar hep grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri ama şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine, şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki 'Hayır, burada greve müsaade etmiyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.' Bunun için kullanıyoruz biz OHAL'i.” (https://bianet.org/bianet/siyaset/188225-erdogan-grevlere-ohal-den-istifadeyle-aninda-mudahale-ediyoruz)

[4] https://tr.euronews.com/2022/06/20/en-buyuk-500-sirketin-kari-yuzde-137-isci-ucreti-ise-yuzde-26-artti

[5] https://tr.euronews.com/2022/06/20/en-buyuk-500-sirketin-kari-yuzde-137-isci-ucreti-ise-yuzde-26-artti

[6] https://www.gercekgundem.com/guncel/sireci-tekstil-iscileri-sokaga-cikti-hakkimizi-alana-kadar-vazgecmeyecegiz-432905

Ahmet Aydın / 12 Temmuz 2023

 Büyük çoğunluğu, çoğulcu burjuva demokratik kültürle bile tanışmamış olan egemen ulusa ve dine mensup siyasetçi ve aydınlar, ezilen etnik ve inanç gruplarının hak ve özgürlük mücadelelerine karşı ideolojik savunmalarını, genellikle basit bir çarpıtmaya dayandırırlar. Bu kesimler; ezilen grupları sosyal-siyasal durum ve statülerinden yalıtarak, onları “milliyetçilik ve mezhepçilik” düzlemlerinde, egemen kesimlerle eşit konumdaymış gibi ele alırlar. Böylece, ezen-ezilen ilişkisini ortadan kaldırarak, sorunu ''eşitler arasındaki benzerlik'' düzeyine indirgerler. Mesela bir Kürt, ulusal kimliğini özgürce ifade etmek istediğinde ya da ana dilde eğitim talep ettiğinde, bu çaba; bazı solcular tarafından bile, olumsuz anlamlar yüklenen ''kimlik siyaseti'' ya da milliyetçilik olarak yaftalanmakta, sonrasında Kürt milliyetçiliği Türk milliyetçiliği ile özdeşleştirilerek, ezilen Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri manipülatif ve sahtekarca bir oyunla bastırılmaya çalışılmaktadır. Halbuki, Türk ulusu ile Kürt ulusu eşit haklara sahip değildir. Arada büyük bir eşitsizlik vardır. Kürt insanın ve halkının mücadelesi, eşit olma ve özgürleşme mücadelesidir. Dolayısıyla, ulusal varlığın ve hakların korunup geliştirilmesini esas alan Kürt milliyetçiliği, bu eşitsizlik ve baskı koşullarında, esas yanıyla bir hak ve özgürlük mücadelesidir ve ilerici bir niteliğe sahiptir.


Türk milliyetçiliği ise, var olan düzeni ve egemen konumunu sürdürme, diğer ulus ve etnik grupların statükoyu değiştirmeye dönük her türlü çabasını bastırma ve farklılıkları yok etme esasına dayalıdır. Evet, Türk milliyetçiliği 1920’li yılların başında göreceli de olsa anti emperyalist konumlanışıyla, ulusal kurtuluşçu, ilerici bir rol oynadı. Ancak bu coğrafyada egemen konuma geldikten sonra, bu kez kendisi diğer ulusları boyunduruk altına aldı. O süreçten itibaren tümden gerici bir niteliğe büründü. Sol-demokratik kültüründen beslenen bir Türk yurtseverliği damarı da elbette her zaman var oldu. Ancak ulusların, dillerin eşitlik ve özgürlüğünü savunmayan Türk milliyetçiliği, kesinlikle gerici bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla Türk ve Kürt milliyetçiliğini aynı konumda gören her türlü çaba manipülatiftir.

Gerici-şoven kesimlerin Kürtlerin ve Alevilerin eşitlik ve özgürlük taleplerine karşı tutumu ise, daha açık ve elbette açıkça düşmancadır. Bu kesimler, Türk devleti sınırları içinde sadece Türk ulusunun var olma hakkı olduğuna inandırılmışlardır. Türk devleti, sınırları içinde yaşayan herkese vatandaşlık ve onunla birlikte ‘’şerefli’’ bir ulus kimliği bahşetmiştir. Bundan gayrısını talep etmek, bu kesimlerce, var olduğunu varsaydıkları eşit yurttaşlık halinin ve ulusal bütünlüğün bozulması ve parçalanması olarak görülür ve dolayısıyla ‘’bölücülük-terörizm’’ suçlamalarıyla karşılanır.

Benzer bir çarpıtma ve manipülasyon Alevilik karşısında yapılıyor. Alevilerin yıllar önce, baskı, horlama ve ayrımcılık nedeniyle sosyal yaşamda kimliklerini açıklayamama ve ibadetlerini açıkça yapamama durumunu, normal durum olarak kabul edip, bugün Alevilerin kimliklerini açıkça ifade etme ve inançsal-kültürel olarak görünür olma hallerini, “bölücülük, mezhepçilik, siyasal Alevilik” olarak nitelendirme eğilimi giderek güçlenmektedir. Halbuki, bahsedilen bütün bu olumsuzluklar, var olan egemen ulus ve din anlayışının baskın özellikleridir. Tüm inançlara eşit mesafede durduğunu iddia eden devlet bile, din işlerini diğer mezhepleri dışlayarak, Hanefi mezhebinin esaslarına göre yürütüyor. Alevilerin bu tarz ve düzeyde mezhepçilik yapacak ne anlayışları ne de güçleri vardır. Alevilerin uğradığı katliam, ayrımcılık ve devletin bundaki rolü ise başlı başına bir tarihi süreçtir.


Sünni Türklerin sosyal yaşamda kendi kimliklerini özel olarak açıklamalarına gerek yoktur. Çünkü aksi söylenmedikçe, ya da karaktersitik bir özellikle gösterilmediği sürece, genel bir eğilim olarak her yurttaş Türk ve Sünni olarak kabul edilir. Sünni Türk'ün bir şey söylemesine gerke yoktur, çünkü, zaten kamusal alan bütün varlığıyla bu kimliğin ifadesidir. Bu toplumda, Türk ve Sünni olmayan herkes; bu dayatmacı egemen zihniyeti ve atmosferi hisseder. Ezilen kesimler açısından, bu atmosferde kimliğini açık olarak ifade etme cesaretini göstermek, özgürleşmenin ilk adımıdır. Doğal olarak bu adım, var olan statükoyu normalite olarak kabul eden hakim ulus ve din mensuplarınca, düzeni, statükoyu bozan “mezhepçilik ve bölücülük” olarak görülür.

Neo Kemalistler hakim ulus konumlarını, alt-kimlik üst-kimlik manipülasyonu ile meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Mesela Kılıçtaroğlu’na ahlaksızca ve bayağı bir dille saldıran ırkçı-faşist Tanju Özcan, Kılıçtaroğlu’nun “Ben Aleviyim, ben Dersimliyim” demesini, “mezhepçilik ve alt kimlik milliyetçiliği” olarak nitelendirmekte ve üst kimliklerin olduğu bir yerde, bu ''alt'' kimliklerin ifade edilmesini yasaklamaktadır. Bu faşistler kendi kendilerince bir üst kimlik icat edip, herkesi bu kimliği kabullenmeye zorluyorlar. Kabul etmeyenleri de, suçlu ilan edip cezalandırmaya çalışıyorlar.

Levent Gültekin gibi egemen güçlerin siyaseti dizayn etmekte kullandığı kişiler de, siyasal İslam kavramına misilleme olarak “siyasal Alevilik” kavramını ürettiler. Seçim sonrası oluşan siyasal durum içinde bu çabanın amacını anlamak zor değildir. Amaç, bugünkü İslamcı-faşist iktidar ile örgütlü siyaset içindeki Alevileri aynı kefeye koyup linç ettirmek ve siyasal alanı Alevilerden arındırıp, var olan kurumları ele geçirmektir. AKP iktidarının ilk döneminde, AKP ve Gülen Cemaati'nin ittifakıyla, devletin Alevilerden arındırılması politikası uygulandı. Bugün de daha ileri bir aşamaya geçilerek, zımni ya da açık bir ortaklıkla, ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerinin de katılımıyla, siyaset alanını Alevilerden arındırma politikasının uygulandığını görüyoruz. Kuşkusuz bu politika genel olarak muhalefetin ezilmesi, bozguna uğratılması siyasetinden bağımsız değildir. Çok kimsenin fark ettiğini sanmıyorum, ancak seçim sürecinde Kılıçtaroğlu’na en azgınca saldıran kesimlerden birisi de İsrail lobisiydi. Anlaşılıyor ki, İsrail, olası bir CHP iktidarında, Türkiye, Suriye ve İran’ın ilişkilerinin normale döneceğini düşünüyordu. Bu anlamda, Kılıçtaroğlu’nun Alevi kimliği onlar tarafından bir tehdit olarak görülüyordu. Dolayısıyla, Alevilerin siyasetten tasfiyesinin uluslararası yanını küçümsememek gerekiyor.

İşin en komik tarafı ‘’siyasal Alevilik’’ kavramını ileri süren kesimlerin, siyasal İslamcı gelenekten gelmeleri ve var olan İslamcı-faşist rejimin inşasına büyük bir katkı sunmuş olmalarıdır. Burada çok kurnazca bir taktik izleniyor: Bir yandan başkalarını siyasal İslamcılık ve ''siyasal Alevilik'' kavramlarıyla suçlayarak, kendilerini siyasal İslam dairesinin dışına çıkarıyorlar ve eski siyasal İslamcı pratiklerinin suçlarından kurtarıyorlar, diğer yandan tertemiz bir ‘’demokrat-laik’’ pozisyon elde ediyorlar.

Doğrusu, bu kişiler; olayların peşinden sürüklenen, olayları bile doğru dürüst anlayamayan, bağlı oldukları egemen güçlerin önlerine koydukları direktifler doğrultusunda konuşan, dolayısıyla olayların arkasındaki olguları kavrayamayan ve bu olguları kavramlaştırma kapasiteleri olmayan kişilerdir. Bu durumu, piyasaya sürdükleri ‘’siyasal Alevilik’’ kavramının çürüklüğünden de görebiliyoruz.

Siyasal İslam” kavramı, dindar Müslümanların öncülük ettiği ve yine Müslüman bir kitle tabanına dayanan her hareketi hareketi ifade etmez. Başka bir ifadeyle, bir hareketin liderleri ya da kitle tabanı dindar Müslümanlardan oluşuyor diye, o harekete siyasal İslamcı denilemez. Bu kavramın kullanılmasında esas alınan kriterler ideolojik çizgi, siyasal program ve toplumsal pratiktir.

Siyasal İslam kavramı, esas olarak dine dayalı bir siyasal iktidar yani ‘’şeriat devleti’’ ve rejimi kurmayı amaçlayan hareketleri ifade etmek için kullanılır. Bu hareketler, doğal olarak başta laiklik, demokrasi ve kadın hakları olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarında hak ve özgürlük kaybına yol açan gerici hareketlerdir. Bu hareketlerin ortak özelliği, laikliğe, demokrasiye ve temel insan hak ve özgürlüklerine düşman olmalarıdır. İran, Afganistan ve kısmen şeriatla yönetilen diğer ülkelerdeki sosyal durum böylesi gerici hareketlerin eseridir. IŞİD ve benzeri selefi hareketler bu alanda tepe noktasını temsil ederler. İşin en önemli yanı; siyasal İslamcı hareketler, iktidara yakınlaştıkça ve tekelci sermaye ile birleştikçe, hızla faşist bir karaktere sahip olurlar. Normal dönemlerde de, faşist hareketlerle siyasal İslamcı hareketler arasında çok ince bir çizgi vardır.

Fakat örneğin; ABD’de Temsilciler Meclisine seçilen Ilhan Omar, Müslümanların desteğiyle seçilip, Müslümanların haklarını savunduğu için ve başı örtülü dindar bir Müslüman olarak siyaset yaptığı için, siyasal İslamcı olarak kabul edilemez. Tersine yabancı ve Müslüman düşmanlığının ve ırkçılığın güçlü olduğu Batı metropollerinde, Müslümanların haklarını demokratik ve özgürlükçü bir temelde savunmak ilerici bir duruştur.

Alevilere dönersek: Aleviliği çıkarları doğrultusunda kullanan, istismar eden kişiler elbette vardır. Hatta Aleviliği iktidara pazarlayıp bundan kazanç sağlamaya çalışanlar da vardır. Sonuç itibariyle Aleviler de diğer kesimler gibi, kapitalist bir toplumda yaşıyorlar. Kapitalist bir toplumun insanlarda yarattığı her türlü dejenerasyonu Alevilerde de görebiliyoruz. Ancak, ‘’Alevi şeriatına’’, inancına dayalı bir din devleti kurmaya çalışan, bir siyasal Alevi hareketi yoktur. Alevilerin hakları için mücadele eden kitle örgütleri ve tek tek siyasetçiler vardır. Özellikle sol partilerde Alevi kimliğini gizlemeden ve Alevilerin talepleri konusunda duyarlılık gösteren Alevi siyasetçiler de vardır. Ancak programını, ideolojisini ve pratiğini Alevi inancına dayandıran bir siyasal hareket yoktur. Dolayısıyla ‘’siyasal Alevilik’’ kavramı, toplumsal ve siyasal realiteyle bağdaşmayan, uydurma ve daha çok Alevi siyasetçileri sindirmeye ve suçlamaya yönelik propaganda argümanıdır.