Güncel
‘’Kemalistler, ilk başlarda açıkça İtilaf devletlerinin saflarına geçmediler ama, dışarda sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve içerde komünistlere, işçi sınıfına ve diğer emekçi halka karşı, onlarla el altından işbirliği yapmayı da ihmal etmediler. M. Kemal ve hükümeti, Sovyetler Birliği’ne karşı ikiyüzlü bir politika izlemişlerdir. Bir yandan, yardım koparmak için en aşırı iltifatları yağdırırken, öte yandan ABD, İngiltere, Fransa ile yapılacak gizli anlaşmalar için zemin aramaktadırlar. Çiçerin’e gönderilen yardım talebinden iki ay sonra, M. Suphi ve 14 yoldaşı hunharca öldürülmektedir. Ayrıca Anadolu’daki komünistlere karşı da bir sindirme kampanyasına girişilmektedir. Çünkü, Kemalist burjuvazi, 23 Şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa, Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr Anlaşması’nın öldürücü hükümlerinden vazgeçilebileceğini hesaplamaktadır. Konferansta delegasyonun başı Bekir Sami, Türkiye’nin anti-Sovyet blokuna
katılacağını söyleyerek daha iyi anlaşma şartları aramaktadır. Yine Londra Konferansı’nın devam ettiği günlerde, 28 Şubat 1921’de Kemalist hükümet, Sovyetler’den Artvin ve Ardahan’ın terkini istemekte ve Batum’u işgal etmeye girişmektedir. Fakat Avrupalı efendilere yaranma çabaları boşa çıkıp efendiler Sevr Anlaşması üzerinde ısrar edince, Kemalistler için tekrar Sovyetler Birliği’ne yanaşmak mecburiyeti doğmuştur. Yunan orduları atıldıktan hemen sonra, Sovyet yardımına ihtiyaç kalmadığı için, Kemalistler yeniden komünizm yasağını uygulamaya girişmişlerdir. 14 Kasım 1922 tarihli İzvestia şöyle yazmaktadır:
‘Kemalist hükümet, komünistleri takip ettirerek, emperyalist devletlerin
teveccühünü kazanmak emelinde.’ ‘’
İbrahim Kaypakkaya (Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist iktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri, Ocak 1972)
İşkencede katledilişinin 52. yıl dönümünde Türkiye komünist hareketinin önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’yı saygı ile anıyoruz.
Dersimzaza.com
Diğer Haberler
AKP-MHP iktidarının, devletin günümüze kadar izlediği bu stratejiyi terk ettiğine ve yeni sürece; demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirme ve Kürt sorununa barışçıl-siyasal bir çözüm getirme perspektifiyle yaklaştığına dair, hiçbir ciddi işaret yoktur.
4 Mayıs 1937 tarihinde çıkarılan „1937 Yılında Yapılan Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı“ ile Dersim’e karşı soykırım harekatı resmen başlatılmıştır.
Orhan yoldaşın temiz ve fedakar kişiliği, bize örnek olmaya devam ediyor. 45. ölüm yıldönümünde Orhan Gönülalan yoldaşı sevgi ve saygı ile anıyoruz.
‘’Kemalistler, ilk başlarda açıkça İtilaf devletlerinin saflarına geçmediler ama, dışarda sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve içerde komünistlere, işçi sınıfına ve diğer emekçi halka karşı, onlarla el altından işbirliği yapmayı da ihmal etmediler. M. Kemal ve hükümeti, Sovyetler Birliği’ne karşı ikiyüzlü bir politika izlemişlerdir. Bir yandan, yardım koparmak için en aşırı iltifatları yağdırırken, öte yandan ABD, İngiltere, Fransa ile yapılacak gizli anlaşmalar için zemin aramaktadırlar. Çiçerin’e gönderilen yardım talebinden iki ay sonra, M. Suphi ve 14 yoldaşı hunharca öldürülmektedir. Ayrıca Anadolu’daki komünistlere karşı da bir sindirme kampanyasına girişilmektedir. Çünkü, Kemalist burjuvazi, 23 Şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa, Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr Anlaşması’nın öldürücü hükümlerinden vazgeçilebileceğini hesaplamaktadır. Konferansta delegasyonun başı Bekir Sami, Türkiye’nin anti-Sovyet blokuna
katılacağını söyleyerek daha iyi anlaşma şartları aramaktadır. Yine Londra Konferansı’nın devam ettiği günlerde, 28 Şubat 1921’de Kemalist hükümet, Sovyetler’den Artvin ve Ardahan’ın terkini istemekte ve Batum’u işgal etmeye girişmektedir. Fakat Avrupalı efendilere yaranma çabaları boşa çıkıp efendiler Sevr Anlaşması üzerinde ısrar edince, Kemalistler için tekrar Sovyetler Birliği’ne yanaşmak mecburiyeti doğmuştur. Yunan orduları atıldıktan hemen sonra, Sovyet yardımına ihtiyaç kalmadığı için, Kemalistler yeniden komünizm yasağını uygulamaya girişmişlerdir. 14 Kasım 1922 tarihli İzvestia şöyle yazmaktadır:
‘Kemalist hükümet, komünistleri takip ettirerek, emperyalist devletlerin
teveccühünü kazanmak emelinde.’ ‘’
İbrahim Kaypakkaya (Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist iktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri, Ocak 1972)
İşkencede katledilişinin 52. yıl dönümünde Türkiye komünist hareketinin önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’yı saygı ile anıyoruz.
Dersimzaza.com
Türkiye solunun önemli bir kesimi; İmamoğlu’nun kişiliği, onun faaliyetleri ve çizgisi ile kendi arasına bir mesafe koyma hassasiyeti taşımıyor. Onu demokrasi kahramanı düzeyine yükseltip, onun imgeleri ve programının belirleyiciliği altında sokaklara çıkıyor.
8 Mayıs 1945'te Kızıl Ordu'nun Berlin'e girmesi ve 8 Mayıs’ı 9 Mayıs’a bağlayan gece Nazi Almanyası'nın kayıtsız şartsız teslim antlaşmasını imzalamasıyla, faşizmin II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndaki yenilgisi de kesinleşmiş oldu.
Rojava Kürt Yönetimi ve Mazlum Abdi, Alevi soykırımının sürdüğü günlerde, soykırımı yürüten güçlerle antlaşma imzalamış ve soykırımın sorumluluğunu, sadece ''HTŞ’nin kontrol edemediği bazı Türkiye destekli cihatçılara'' yükleyerek, HTŞ ve Colani'yi temize çıkartmaya çalışmıştır.
8'ê Adarê Roja Jinên Cîhanê Pîroz Be!
8'ê Marti Roca Ciniyanê Cihani Piroz Bo!
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun!
Desteklediği cihatçı teröristlerin Suriye'de yönetimi ele geçirmesi ile birlikte "zafer" kazanmış havasına giren faşist rejim, her alanda giderek pervasızlaşıyor.
Bugün yapmamız gereken, boş ‘’kardeşlik’’ ve ‘’çözüm’’ söylentileriyle oyalanmak yerine, bölgedeki halkların ve inanç grupların yaşadığı soykırım tehditine karşı sesimizi yükseltmek ve uluslararası dayanışma ve direnci büyütmektir.
Ahmet Aydın
12.12.2024
Bugünlerde herkes Suriye’de ne oldu? Esad rejimi nasıl oldu da böylesine kolay bir şekilde yıkıldı? Kimler kazandı kimler kaybetti? Bundan sonra ne olacak? gibi soruların cevaplarını aramakla meşgul. Kuşkusuz gerekli ve doğru bir çabadır bu. Fakat bugün daha acil ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız: Suriye’de Alevi-Şii halk grupları ve Kürtler soykırım tehditi ile karşı karşıyadır.
Esad rejiminin düşmesinden bu yana, cihatçı teröristlerin gerçekleştirdikleri infazların, linçlerin ve idamların görüntüleri her gün medyaya yansıyor. IŞİD benzeri toplu katliam görüntülerini henüz görmedik. Ancak ben, toplu katliamların da yaşandığını düşünüyorum. Özellikle teslim olan askerlerin ve Alevi-Şii sivillerin gizlilik içinde topluca katledilmiş olmaları olasılığı yüksektir.
Bunu neye dayanarak söylüyoruz?
Birincisi; cihatçı teröristlerin katliam eğiliminde olduklarını ve bu yönde davrandıklarını gösteren yeterli maddi veriler var elimizde. Küçük gruplar halinde teslim olan Esad rejimi askerlerinin hemen teslim anında infaz edildiklerine ve Alevi-Şii sivillerin infazlarına dair görüntüler medyaya yansıdı. Çok büyük ihtimalle cihatçı gruplar bu görüntülerin basına yansımasından rahatsızdırlar ve engellemeye çalışıyorlardır. Buna rağmen medyaya çok sayıda infaz ve linç görüntüsü yansıdı. Buradan hareketle, aslında, medyaya yansıyanların dışında, pek çok infazın yaşandığını kabul edebiliriz. Dahası, iki-üç kişilik grupları infaz edenler, yüz-iki yüz ya da daha kalabalık insan gruplarını neden topluca infaz etmesinler ki?
İkincisi; ''Suriyeli muhalifler'' (bu ifade bize, daha önce IŞİD'liler için kullanılan ''öfkeli gençler'' ifadesini hatırlatıyor) denilen bu cihatçı grupların ideolojik-siyasal ve kültürel olarak IŞİD’den ciddi bir farkları yoktur. Bu grupların önemli bir kısmı zaten önceden IŞİD saflarındaydı. Dahası bu cihatçılar tutuklu bulunan IŞİD'lileri serbest bıraktılar. Büyük bir olasılıkla bu kişiler de şu anda ''Suriyeli muhaliflerin'' saflarındadırlar. Böylesi bir bileşimden Alevi-Şii gruplara karşı katliam yapmamasını beklemek, mucize beklemek gibi bir şeydir. Fakat muhtemelen hem bu cihatçı grupların patronları ABD-İngiltere-İsrail ve Türkiye hem de bizzat bu gruplar, önceki IŞİD deneyiminden bazı dersler çıkarmışlardır. IŞİD’in gerçekleştirdiği toplu katliamlar dünya kamuoyunda infial uyandırmıştı. Bu durum; IŞİD projesinin başarısızlığa uğramasında önemli bir rol oynamıştı. Muhtemelen, hem patronları hem de taşeronlar, bir kez daha böylesi bir hataya düşmemeye özen göstererek, görünür şekilde toplu katliamlardan uzak durup, ‘’zamana yayılmış, tek tek ya da küçük gruplar halinde imha’’ yöntemini kullanacaklardır. Ne kadar gizlemeye çalışsalar da, eninde sonunda toplu infaz haber ve görüntülerinin de kamuoyuna yansıyacağını düşünüyorum. Ancak, esas olarak ''küçük gruplar halinde ve zaman yayılmış imhanın'' daha uzun bir süre devam edeceğinden emin olabiliriz. Çünkü, bu cihatçı grupların inancı, ‘’sapkın-zındık-kafir’’ olarak nitelendirilen farklı inanç grupları ile birlikte yaşamak üzerine değil, o grupların imhası esası üzerine oturmaktadır. Bu inanca doğmatik ve tutucu bir biçimde bağlı olan kesimlerin, değişim geçirerek demokratikleşmesini beklemek abesle iştigaldir. Biz toplu katliam ya da soykırım öngörüsünü işte bu objektif temele dayandırıyoruz.
Kürt soykırımının baş sorumlusu Türk devleti’dir
Kuşkusuz, cihatcı ve Arap milliyetçisi gruplar da, Rojava Kürdistanı etrafında şekillenmiş olan Kuzey Suriye demokratik yönetimi ve orada yaşayan Kürtler için ciddi bir tehdit oluşturmaktadırlar. Çünkü onlar da, bu bölge üzerinde hakimiyet kurmak ve tehlikeli gördükleri siyasal ve ideolojik yapıları, etnik grupları yok etmek istiyorlar. Bununla birlikte Rojava'da Kürt halkına yönelik soykırım tehditinin esas kaynağı Türk devletidir.
Rojava Kürtleri IŞİD’e karşı savaşarak ve Esad rejimine karşı mücadele ederek kendi topraklarını kurtardılar ve bu topraklar üzerinde kendi özyönetimlerini kurdular. Dün olduğu gibi bugün de, Kürtlerin kontrolündeki bölgelerde, diğer bölgelerin aksine huzur ve düzen hakimdir. Türk devleti Kürtlerin yabancı egemenliğinden kurtulup, özgürleşmelerinden ve demokratik özyönetimlerini kurmalarından çok rahatsızdır. Çünkü bu devlet kendi sınırları içinde yaşan Kürt halkını her türlü ulusal demokratik haktan mahrum etmiştir. Özgürleşen Kürtlerin, kendi sınırları içinde baskı altında yaşayan Kürtlere örnek olacağından çok korkmaktadır bu devlet.
Türk devleti Suriye savaşının başından beri, Kürtlerin özgürleşmesini engellemek büyük bir çaba harcıyor. Bu amaçla önce IŞİD’i kullandı ve bu barbarlar ordusunu Kürtlerin üzerine saldı. Fakat Kürt halkı IŞİD’i yendi. Türk devleti şimdi de, bizzat kendisi Rojavalı Kürtlere saldırdığı gibi; aynı zamanda eğitip silahlandırdığı Suriyeli paralı askerlerini Kürtlerin üzerine salmıştır. Türk devleti her gün toplarla, uçaklarla, SİHA’larla Rojava Kürdistanı’nı bombalıyor. Sivilleri katlediyor, hastaneleri, enerji tesislerini ve fabrikaları imha ediyor. Açıkça bölgeyi yaşanmaz hale getirerek insansızlaştırmaya çalışıyor. Bunun ötesinde; açıkça bölgeyi işgal edip, Kürtleri bölgeden sürmek istiyor. Erdoğan bu planı bizzat kendisi TV’de açıkladı. ‘’30 Km’lik tampon bölge oluşturma planı’’ bu amaca yönelik bir plandır. Nitekim bu planın bölgesel uygulamasını Afrin’de gördük.
Bütün bunlar yaşanırken, bugünlerde yine Kürt-Türk kardeşliğinden, Malazgirt savaşındaki ‘’Kürt-Türk ittifakından’’ çokça bahsediliyor. Bununla birlikte Rojava Kürdistanı’nın Türkiye’nin himayesinde var olması gerektiğini söyleyenler de var. Bomboş ve aynı zamanda tehlikeli hayaller bunlar. Halk deyimiyle bu, ‘’ciğeri kediye teslim etmek’’ demektir. Biraz kafası çalışan, birazcık tarih bilinci olan bir Kürt, bırak Kürt insanını, Kürdistan sokaklarında yaşayan kedi ve köpekleri bile Türk devletine emanet etmeyi, onun himayesini vermeyi düşünemez.
Bugün yapmamız gereken, boş ‘’kardeşlik’’ ve ‘’çözüm’’ söylentileriyle oyalanmak yerine, bölgedeki halkların ve inanç grupların yaşadığı soykırım tehditine karşı sesimizi yükseltmek ve uluslararası dayanışma ve direnci büyütmektir.