Bir örgütlenmede kongre, dolayısıyla taban temel karar alıcı ve denetleyici değilse, o yapı; ne demokratiktir ne de kollektif bir işleyişe sahiptir. Dolayısıyla böylesi bir yapıda kollektif önderlik aramak da, aptallıktır.
Ahmet Aydın
28 Haziran 2025
''Çok konuşmak ama hiç bir şey söylememek'', işte Nazan Üstündağ'ın başına ''Önderlik'' başlığı koyup, ama gerçekte ''önderlik'' (elbette pratikte Öcalan'ın önderliğinden bahsediliyor) hakkında hiç bir şey söylemediği yazısını ancak bu cümleyle ifade edebiliriz.[1]
Siyasal önderlik öyle üflemeler ve methiyelerle izah edilebilecek mitolojik bir fenomen değildir. Gayet somut sosyal-siyasal ve örgütsel kriter ve dinamikleri vardır.
Siyasal önderlik; yön tayini, karar alma ve yürütme, yani yönetme gücü demektir. Bir örgütte, siyasal harekette ve ulus içinde, kim ya da hangi organ, stratejinin belirlenmesinde, karar almada ve bu kararları uygulamada son söz sahibi ise önderlik odur.
Kollektif önderlik de, Nazan Üstündağ'ın sandığı gibi, esasta toplumun farklı kesimleri ile ''diyalog'' kurmak değildir. Onun da, sosyal olduğu kadar, somut örgütsel, kurumsal ve kültürel kriterleri vardır. Adını ne koyarsanız koyun, ona hangi nitelikler yüklerseniz yükleyin, bir kişinin; her şeyi bilen, tek ve en yüksek karar merci olduğu bir yapıya ''kollektif önderlik'' denilmez. Aksini iddia etmek insan aklı ile alay etmek demektir.
En alttan tepeye kadar, kollektif çalışmayı esas alan devrimci-demokratik örgütlerin, hareketlerin temel yapı taşı komitedir. Devrimci yapılar buna hücre de derler. Komite kollektif bir işleyişi, hücre ise, organik/yaşamsal bir ilişkiyi ifade etmesi açısından çok yerinde kavramlardırlar. Örgütsel bir yapının komite olabilmesi için de, en az üç kişiden oluşması gerekir. Dolayısıyla bir yönetimin kollektif olmasının asgari şartı, en az üç kişiden oluşan bir komite temelinde yürütülmesidir. Komitede kararlar da oylama ile alınır. Komitenin en az üç üyeden oluşmasının altındaki neden de, karar almayı olanaklı kılan asgari bir sayı olmasındandır. En alttaki mahalle örgütlenmesinden, en tepedeki merkez komitesine ya da yürütme komitesine kadar, devrimci-demokratik işleyişte bu ilke geçerlidir.
Genel kongreler de, siyasal yapının stratejisinin belirlendiği, temel konuların karara bağlandığı, yürütmenin denetlendiği ve yönetimin belirlendiği zeminler olmaları itibariyle, hem kollektif işleyişin hem de kollektif önderliğin temel organlarıdırlar. Bir örgütlenmede kongre, dolayısıyla taban temel karar alıcı ve denetleyici değilse, o yapı; ne demokratiktir ne de kollektif bir işleyişe sahiptir. Dolayısıyla böylesi bir yapıda kollektif önderlik aramak da, aptallıktır.
Burjuva propaganda aygıtları Lenin, Stalin ve Mao gibi komünist önderleri, genellikle örgüt içinde diktatörlük kurmakla suçlarlar. Tuhaftır, kendi konumuna bakmadan Öcalan da bu eleştirileri tekrarlamaktadır. Bu yapıların kusursuz işlediğini söylemiyoruz, ancak, bu önderlerin dayandığı partiler içinde, çoğunlukla farklı fraksiyonlar, farklı sesler olmuştur. Kongrelerde ve merkez komitelerinde hatta yürütme organlarında, bu fraksiyonlar arasında oldukça çetin mücadeleler yaşanmıştır. Sanıldığı gibi, bu önderlerin hiç biri, hiçbir zaman, kongre üstü, tek başına karar alma ve yürütme gücüne sahip olmamıştır. Bugünlerde küçümsenmeye çalışılan, 70’li yıllarda Kürdistan ve Türkiye’de kurulan devrimci/komünist örgütlerin büyük bir çoğunluğu da, karizmatik liderlerine rağmen, esas olarak demokratik-kollektif bir işleyişe sahiptiler.
Öcalan’ın Önderlik Kültü
Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’’ başlığıyla 27 Şubat 2025 yaptığı açıklama ‘’çağrı’’ olarak yorumlanmışsa da, PKK literatürünü ve işleyişini bilenler bilirler ki, bu bir çağrı değil, bir talimat yani emirdir. Uzun bir zamandır cezaevinde olması itibariyle, örgüt üzerindeki hakimiyetini koruyup korumadığı ve buna bağlı olarak örgütün bu emre ne düzeyde uyacağı elbette tartışmalı bir konuydu. Ancak görüyoruz ki, Öcalan örgütü üzerinde mutlak denilebilecek bir hakimiyete sahipmiş. Peki bu nasıl oldu? ‘’Öcalan tecrit altında’’ denilen dönemde, aslında o, devletle ortak çalışarak, örgüt üstündeki mutlak hakimiyetini yeniden kurmak için yoğun bir faaliyet yürütüyormuş. Yani Öcalan ‘’tecrit’’ diyerek, aslında halktan gizli ama devlete tam açık faaliyetini perdeliyormuş.
PKK kendisini, bir ‘’önderlik hareketi’’ olarak nitelendiriyor. Siyasal literatürde bu kavramın Nazilerin ‘’Führerpartei’’(önder ya da önderlik partisi) kavramına denk geldiği aşikardır. PKK’liler bu kara tarihsel mirasla ilişkilenmeye aldırmadan, bu kavramı kullanmaktan ve dahası bu prensibe uygun olarak davranmaktan geri durmuyorlar. Onlara göre, PKK’yi var eden Öcalan’dır. Dolayısıyla PKK demek Öcalan demektir. Daha da ötesi de var: Öcalan PKK’yi kurarak ve silahlı mücadele başlatarak ‘’kimliğini bile söylemekten aciz, ve yok olmanın eşiğindeki’’ Kürt halkını ‘’diriltmiş’’ yani yeniden ‘’var’’ etmiştir. Dolayısıyla bugün Kürt ulusu ve kimliği varsa, bu Öcalan’ın sayesindedir. PKK’liler bu kabullerden şu denkleme ulaşırlar: Öcalan=PKK=Kürt ulusu. Yani yine karşımıza o meşhur kara gelenek çıkıyor: Füher=Partei=Volk.
Nasyonal sosyalistler tarafından kullanılan, ''yenilmiş, çökmüş, onuru ve itibarı yok edilmiş bir halkın, bataklıkta yetişmiş bir lotus çiçeği saflığına ve kutsallığına ve büyük doğa üstü güçlere sahip ulu bir önder tarafından yeniden ayağa kaldırılması, diriltilmesi ve kurtarılması'' gibi mistik anlatılar, ilginç bir şekilde, Apocu resmi tarih retoriğinin de temel anlatılarıdırlar. Öcalan, PKK’liler için bir önder bir siyasi lider olmaktan öte, ‘’ulu bir önder’’ ve adeta bir ‘’tanrı’’ bir ‘’peygamber’’dir. Öcalan kongreye gönderdiği yazıda ‘’tanrıçanın oğlu’’ olarak görüldüğünü zaten ifade ediyor. Aslında ''ben demiyorum, başkaları diyor'' tarzında söylese de, Öcalan'ın dilinden anlayanlar, onun aslında ''beni böyle ifade edin'' demek istediğini anlarlar. Uzun bir süredir sürdürdüğü çabaları da zaten, bu tür bir tanrılaştırmaya zemin oluşturacak metafizik-idealist dünya görüşünü tabana benimsetmektir. Öcalan materyalizm ile idealizm arasında orta bir yol tutturmak istediğini zaten kongreye gönderdiği yazıda ifade ediyor.
Führerprinzip (lider ilkesi) Nasyonal Sosyalizm'de merkezi bir rol oynayan bir siyasi doktrindir. Bu doktrin, tek bir kişinin, "Führer"in sınırsız güce sahip olduğu ve başkalarını düşünmeden kararlar aldığı anlamına gelir. Kitleler, Führer'e koşulsuz itaat etmeli ve kararlarını sorgulamamalıdır. Maalesef Apocular bu ilkeyi de, hiç bir rahatsızlık duymadan alıp uygulamışlardır.
Apocular için, Öcalan’ın her söylediği doğrudur ve onların görevi Öcalan’ın söylediklerine mutlak olarak inanmak ve onun görüşlerini emir olarak görüp, sorgulamadan pratiğe geçirmektir. Önderliğe bağlılık ve mutlak itaat, PKK’li ve yurtsever olmanın temel ilkesidir. Dolayısıyla Apocu yurtseverlik kaynağını Kürt ulusunun varlığından, taleplerinden ve değerlerinden değil, Öcalan’ın yaratım ve önderlik gücünden alır. Çünkü zaten Kürt ulusunun yeniden var eden Öcalan’dır. Yani ‘’varlığın ve gücün kaynağı’’ Öcalan’dır.
Bu açıdan bakıldığında, PKK’nin kongresini toplamasının fazlaca bir anlamı yoktur. Çükü, PKK’de kongre, devrimci-demokratik örgütlerde olduğu gibi karar mercii değildir. Karar mercii Öcalan’dır. Öcalan, bir PKK kongresine gönderdiği mesajda, kongrenin bir ‘’formaliteden’’ ibaret olduğunu bizzat söylemiştir. PKK kongresi olsa olsa, Öcalan'a biat yeminini tazelemek için düzenlenmiş bir ayin töreni olarak görülebilir.
Bir halkın ya da kitleselleşmiş bir örgütün iradesini bir lidere teslim etmesi, insan onuruna aykırı olduğu gibi, o halkın, kitlenin kritik süreçlerde felakete sürüklenmesine neden olur. Çünkü, kitlelerin kendi kaderleri hakkında söz söyleme ve karar alma hakkını elinden alıp, bunu kendi şahsında kişisel bir imtiyaza dönüştüren bir kişi, her şeyden önce; sağlıklı düşünebilecek ve sağlıklı kararlar verebilecek bir insan değildir.
Türk devleti, Öcalan’ın PKK’lılarla kurduğu bu özel bağımlılık ilişkisinin farkındadır ve bu ilişkiyi kullanarak, yeniden şekillenen bölgemiz ve dünya koşullarında, PKK’yi ve dahası tüm Kürtleri istediği gibi yönlendirmek ve kontrol altına alarak, Kürt ulusunun statü sahibi olmasını önlemek istemektedir.
Sonuç olarak: Nazan Üstündağ bize, bir sis bulutu ile sarmalanmış, mistik ve anonim bir ''önderlik'' anlatısı sunuyor. Ancak Apocuların ‘’önderlik’’ dediği öyle anonim bir kişilik ya da kollektif bir yapı değildir. PKK’nin ''Önderlik'' dediği, bizzat; ‘’eşsiz ve üstün kişisel özelliklere sahip’’ bir kişi olarak Abdullah Öcalan'dır. Nazan Üstündağ farkında değildir, ama aslında, Apocu hukuka göre, ‘’kollektif önderlik’’ demek ya da önderliği anonimleştirmek suçtur, hem de büyük bir suçtur. Öcalan gelen eleştirileri savuşturmak için kendisi böyle şeyler söyleyebilir, ancak aslında Nazan Üstündağ gibi bir fani, böyle şeyler söyleyemez. Birileri söyleyebilirsin demişse, bu Öcalan’ın bu alanda zorlandığına işarettir.
Apocu resmi ideolojiye göre, Öcalan olmadan PKK olamaz. Öcalan demek PKK demektir. PKK'nin görevi, her zaman mutlak doğruları (ki mutlak doğrular vahi olarak değerlendirilebilir) söyleyen Öcalan'ın söylediklerini anlamak ve kayıtsız şartsız kabul edip uygulamaktır. Öcalan ‘’siz beni anlamıyorsunuz’’ derken, aslında dert yandığı nokta, kesinlikle ‘’entelektüel çabalarının’’ anlaşılmaması değildir. Hatta tam tersine bu çabaların anlaşılmaması Öcalan’ın ulaşmak istediği temel sonuçtur. Hayır, onun dert yandığı nokta; tıpkı Müslümanların görevinin Kuran’da yazılanları sorgulamak ve anlamak değil, orada emredilenleri sorgusuz sualsiz uygulamak olması gibi, verdiği emirlerin anında ve kayıtsız şartsız kabul edilip uygulanmaması ve cılız da olsa itiraz edilmesidir. Öcalan’ın anlayışına göre, verdiği emirleri PKK’liler ‘’emredersiniz başkanım’’ deyip kayıtsız şartsız uygularsa, işte o zaman PKK’liler Öcalan’ı anlamış olurlar. Çünkü Öcalan’a ve PKK’nin resmi anlayışına göre, Öcalan’ın söyledikleri mutlak doğru olmaları itibariyle, eleştirilemez ve karşı çıkılmazdırlar. PKK'lilerin Öcalan'ın kararlarını ya da görüşlerini eleştirme, tartışma ve karşı çıkma hakkı yoktur. Öcalan’ın karar ve görüşlerini eleştirmek, PKK içinde, tanrının buyruklarına karşı gelme derecesinde büyük bir suçtur. Bu suçun karşılığı da genellikle ölümdür. Öcalan bunu hem ''perspektif'' yazısında hem de diğer pek çok konuşmasında zaten bizzat söylüyor. ''Bana kimse ucuz karşı çıkamaz, bedelini öder'' diyor. Öcalan devletle yürütülen tüm süreçler öncesinde açıkça ''karşı çıkanı imha ederim'' diyor. Yani aslında bu konunun tartışılmasını, kararlarının eleştirilmesini açıkça yasaklıyor ve cezasının ölüm olacağını söylüyor. Son süreçte de hem kendisi hem de aracıları aracılığıyla ''engel olanlar bertaraf edilecektir'' mesajları verildi. Net olarak söylüyoruz, bu tarz uzun bir zamandır Öcalan'ın kullandığı bir tarzdır. Ve dahası pek çok insan bu tarz doğrultusunda katledilmiştir.
Sanıldığının aksine, Öcalan’ın PKK’yi böylesine etkili bir biçimde kontrol etmesinin temel dinamikleri, ulusal kurtuluşçu ideoloji ve kollektif yapı değildir. Öcalan’ın PKK üzerindeki kontrolünün esas dinamikleri, katı bir dost-düşman, ajan-yurtsever karşıtlığı ve ayrıştırması temelinde oluşturulmuş kamplaştırma siyaseti, mistik anlatılara ve şef kültüne dayanan resmi ideoloji, şef karşısında kişiliğin yani bireyin hiçsizleştirilmesi ve en önemlisi de; öldürme, imha temelli şiddettir.
İnsan aklı ile alay etmek: Tek kişilik ‘’kollektif önderlik’’
Typography
- Smaller Small Medium Big Bigger
- Default Helvetica Segoe Georgia Times
- Reading Mode