Kürdistan'da soyalist/devrimci hareketin rolü-2
Ahmet Aydın
11. 02. 2017
Yazının birinci bölümünde AKP iktidarının sürece ve kendi niteliğine uygun düşen yeni bir resmi ideoloji, yeni bir ideolojik konsept oluşturmaya çalıştığını belirtmiştik. Dinci-faşist karakterli otokratik bir rejim kurma çabalarıyla parelel gelişen bu süreç, bir yandan ekonomi-politika-ideoloji alanları arasındaki koparılamaz ilişkiyi; diğer taraftan ideolojinin, sosyo-ekonomik yapı üzerindeki etkisini ortaya koymaktadır.
İktidarı ele geçirerek, eski rejimin egemen tekelci sınıfları karşısında ilk zaferini elde eden İslami tekelci burjuvazi, uzun bir zamandır birbirine bağlı iki önemli noktada; hem halkın geniş kesimleriyle hem de eski rejimin egemen sınıfları ve kurumlarıyla çatışmaktadır. Birinci çatışma alanı; zenginliklerin, sermayenin yeniden paylaşımı; ikinci çatışma alanı ise; yeni rejimin inşasını olanaklı kılan hukuk, ideoloji, eğitim ve bürokrasi gibi üstyapı kurumlarının, dinsel referanslar temelinde yeniden üretimi ve dizaynını kapsamaktadır. Bu çatışmanın sadece egemen burjuvazinin iki kliği arasında geçtiğini ve halkı ilgilendirmediğini düşünnmek, apolitik bir tutum olur. Tam tersine esasta, oluşturulmaya çalışılan yeni rejimin geleceği, halkla yeni rejimin egemen sınıfları arasında süren mücadelenin sonucuna bağlıdır.
Her devlet, her siyasal parti ve örgüt kendi amaç ve hedeflerini, politikalarını kitlelere, dış dünyaya izah etmek; böylece kitlesel destek ve meşruiyet kazanmak zorundadır. Siyasal örgütlenmelerin kendi sosyal konumlarını, hedeflerini, politik duruşlarını ve pratiklerini izah eden bu sistematik görüşler, siyasal ideoloji olarak tanımlanmaktadır.
AKP önderliğinde iktidara sahip olan tekelci İslami burjuvazi, ekonomik, sosyal ve siyasal yapıyı kendi çıkarları ve kültürel değerleri doğrultusunda yeniden şekillendirmektedir. Sadece; içte mutlak bir iktidar kurmak ve iç pazarı tümden kontrol etmekle yetinmeyen, başta Ortadoğu ve İslam coğrafyası olmak üzere, yeni pazarlara yönelmiş olan ve emperyalistleşme hedefine sahip olan bu egemen sınıf, bütün bu emellerini, amacını ve politikalarını izah edecek yeni bir resmi ideoloji üretmek zorundaydı. Henüz çok sistemli bir hal almamış olsa da, varolan düzeyiyle AKP iktidarının ideolojisi, onun sınıfsal karakterine ve içinden doğduğu sosyal-kültürel atmosfere uygundur.
Şoven-dinci karekterli bu ideoloji, Türk-İslam sentezi üzerinden gelişmektedir. Bu ideolojinin iki ayağından birisi olan Türk şovenizmi; Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne devredilen 'milleti hakime' anlayışına dayanmaktadır. Yayılmacılık ve savaş politikalarının Türk halkı nezdinde meşrulaştırlması, demokratik muhalefetin ezilmesi ve kitle desteğinin sağlanması noktasında şovenizm oldukça işlevseldir. Siyasal İslamclık anlayışı da; hem ülke içinde kitle desteğinin sağlanmasında ve kitlelerin mobilize edilmesinde; hem de İslam dünyası üzerinde yayılma noktasında; AKP iktidarı açısından önemli bir ideolojik-kültürel dayanaktır. Dolayısıyla, İslamcılığı önceleyen Türk-İslam senetzine dayanan bu ideoloji, Erdoğan ve AKP iktidarının hedeflediği dinci-faşist karakterli otokratik rejim hedefine oldukça uygundur.
Burjuva iktidarlarının gücü, egemen burjuvazinin kendi sınıfsal çıkarlarını tüm ulusun genel çıkarları olarak gösterme gücüyle orantılıdır. Kuşkusuz ki, burjuvazi bu hedefine esas olarak ideolojik mücadele yoluyla ulaşmakatdır. İdeolojik mücadele, 'meşru' argümanlar kullanılarak halkın 'ikna' edilmesi (daha doğrusu manipüle edilmesi) ile birlikte, muhalif güçlerin ötekileştirilerek düşmanlaştırılmaları ve marjinilize edilmeleri hedeflerini kapsar. Doğal olarak, egemen sınıf kendi ideolojisini tüm ulusun çıkarlarını temsil eden 'yegane milli fikirler sistemi' olarak gördüğü için, diğer ideolojileri 'milletin çıkarlarına ve değerlerine karşıt' olarak göstermek en kolay mücadele yöntemi olmaktadır. İşte bu durum, hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde yaşanan ve kriz dönemlerinde alevlenen, ''yerli-yabancı, milli-gayri mili'' tartışmasının esas kaynağıdır.
Erdoğan-AKP iktidarı, yukarıda bahsedilen egemen sınıf taktiğini günümüzde en kaba ve saldırgan haliyle uygulamaktadır. Biliniği gibi 'Başkanlık sistemi'ni yasallaştırmak amacıyla yapılması düşünülen 'Anayasa değişikliği' referandumu kampanyası, tarafsız kalacağına dair 'namusu ve şerefi üzerine' yemin etmiş olan Erdoğan ve Başbakanlık memuru Binali Yıldırım tarafınfan başlatıldı. AKP'nin temel sloganlarında 'Güçlü Türkiye' vurgusu önplandadır. Bununla analtılmak istenen şudur: 'Başkanlık sistemi' geldiğinde, Türkiye çok daha güçlü olacaktır. Numan Kurtulmuş ''referandumda büyük oranda 'evet' çıktıktan sonra da bu terör örgütleri, hiçbir şekilde sesi soluğu çıkmayacak noktaya gelirler" diyerek, 'Başkanlık sistemi'nin 'terörü' bitireceğini ilan etmiştir. Elbette bu propagandayla verilmek istenen mesaj şudur: Erdoğan ve AKP 'Başkanlık sistemini' kendi çıkarları için değil, Türkiye ve Türk milleti'nin çıkarları için istiyorlar. Ancak onlar, halkın önemli bir çoğunluğunun bu iddiaya inanmadığını da biliyorlar. Burada taktiğin ikinci aşamasına, yani kendilerini tüm ulusun çıkarlarını temsil eden odak olarak ilan ettikten sonra, muhalefeti 'millet ve ülke düşmanı' gösterme aşamsına geçiyorlar. Erdoğan ve Binali Yıldırım hatta MHP, 'hayır' oyu verceğini açıklayan muhalefeti; açıkça 'terör örgütleriyle ortak cephede yer almakla' dolayısıyla 'terörist' olmakla suçladılar. Bazı muhalif kesimler haklı olarak dediler ki, ''Madam ki, hayır diyenler teröristtir; raferanduma ne gerek var. Hepisini tutuklayın olsun bitisin." Çok doğru; eğer hayır oyu verenler 'terörist' ise; demek ki, nüfusun neredeyse % 50'si teröristtir. Düşman iki cephe arasınadaki sorunlar referandumla çözülmeyeceğine göre, ya bu iktidarın suçlaması asılsızdır, ya da bu iktidar aslında hayırcı % 50'lik kesime karşı bir iç savaşa hazırlanıyor.
Fakat sorunun kaynağı; Erdoğan-AKP-MHP cephesinin yansıttığı gibi, halk muhalefeti değildir. İşin doğrusu şudur: İktidarlarını korumak ve pekiştirmek isteyen egemen güçler, bu çabalarının önünde engel olarak gördükleri tüm kesimleri düşman olarak nitelendirmektedirler. Diğer yandan bu güçler; aslında kendi saldırılarına karşı gelişen bu direnişi, tüm halkın çıkarına yönelmiş bir düşmanlık olarak gösteriyorlar. Hayır, bu mücadele esasta halkın farklı kesimlerinin kendi aralarındaki bir mücadele değildir. Bu mücadele; yönetim iradesini ve gücünü mutlak biçimde tek elde toplamak isteyen ve sınırsız bir hırsla ülke zenginliklerini talan eden egemen sermaye sınıfıyla, halk arasındaki bir mücadeledir. Halkın bir kesiminin ekonomik bağımlılık, cehalet, din ve şovenizm aracılığıyla iktidarın detekçisi konumuna getirilmesi bu gerçeği değiştirmez.
Kimin çıkarları kimin ideolojisi?
Türkiye'nin resmi gündeminde, 'yerli-yabancı, milli-gayri mili, vatansever-hain' tartışması; bugün olduğu gibi hep var oldu. Türkiye'deki tartışmaların hem özgün yanları vardır, hem de bu tür tartışmaların çürüklüğünü gösteren pek çok örnek barındırmaktadır. Elbette bir 'yerli ile yabancı, milli ile gayri milli' çelişkisi tüm toplumlarda vardır. Bu çelişkiler karşılıklı bir savaş olmadığı durumlarda esata uzlaşır çelişkilerdir. Hatta günümüzde toplumsal yaşam 'yerli yabancı, milli-gayri milli'' değerlerin sentezi üzerinden yürümektedir. Sorun, egemen güçlerin kendi çıkarları gerektirdiği zaman bu çelişkileri uzlaşmaz çelişkiler olarak gösterip, buradan hareketle başka halkları ve içerdeki toplumsal muahlefeti, halkın diğer kesimlerine düşman olarak göstermesinden kaynaklanmaktadır. Dahası, bu tür tartışmaların vardığı sonuç, muhalefetin 'hain ve düşman' olarak yaftalanarak şiddet yoluyla tasfiyesidir.
Türk devleti başından itibaren sol-sosyalist düşünceleri ve Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini ifade eden düşünceleri, ''dış kaynaklı ve gayri milli'' olarak nitelendirerek olumsuzlamıştır. Türkiye cumhuriyeti bizatihi Batı merkezli kapitalist sistemin değerleri üzerinden kurulduğu halde, Batı'dan gelen sosyalist düşünceler 'kökü dışarda ideolojiler' kategorisine konulup uzun süre yasaklanmıştır. Piyasa ekonomisi, hukuk, milliyetçilik, laiklik, ulus devlet, cumhuriyet gibi iktidardaki sınıfların çıkarlarına uygun sistem ve değerler; dışardan alınsalar bile, makbul kabul edilmiştir. Ancak sol, sosyalist fikirler; başka bir düzen ve sistem önerdikleri için 'yıkıcı, düşman fikirler' olarak görüldüler. Günümüzün AKP iktidarı ise, siyasal İslamcı niteliği ve ideolojisi gereği; geçmiş Kemalist yönetimin olumlulayarak kabullendiği laiklik, cumhuriyet, medeni hukuk gibi sistem ve değerleri de, olumsuzlayarak 'dış kaynaklı' olarak ilan etme gayreti içindedir.
Diğer yanadan resmi ideoloji, 'Türk milleti' kimliğini 'Türk ve Kürt etnisitelerinin ikisini birden kapsayan üst kimlik' olarak tanımladığını iddia etse de, Kürtlerin değerlerini; mesela dilini, kimlik, ülke ve yer adlarını, tarihini 'milli' değerler arasında saymaz. Kürtlerin değerlerini içeremeyen bir kimlik nasıl ortak bir üst kimlik olabilir? Açıktır ki, resmi ideoloji, 'ortak üst kimlik'ten bahsetse de, aslında pratikte Kürt halkının varlığı yadsınmıştır. Bilindiği gibi, Türk halkının çoğunluğu hatta Kürt halkının bir bölümü de, resmi ideolojinin 'ortak üst kimlik' manipülasyonuna kanmıştır.
Bütün bu çelişkiler bir şeyi anlatıyor; egemen sınıflar, politikalarının temelinde 'ulusun ortak çıkarları' olduğunu söyleseler de, gerçekte tümden ulusun ortak çıkarlarını gözardı etmemekle birlikte, esas aldıkları kendi sınıf çıkarkarıdır. Burjuva iktidarları ve onların resmi ideolojisi açısından; kendi egemenliklerini sürdürmeye yarayan her şey 'milli' yani dosttur. Bu egemenliği zedeleyen her şey de 'gayri milli' yani düşmandır.
Amerika'da yakın zamanda yaşanmaya başlayan siyasal ve ideolojik dönüşüm de, sınıf egemenliğinin ideolojik görünüşünü çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. ABD ve diğer gelişmiş Batılı ülkeler; özellikle 70'li yıllardan günümüze kadar; malların ve sermayenin dünya üzerinde sınırsız dolaşmasını sağlamak ve dünyayı tek bir pazar şeklinde birleştirmek için, diğer ülkeleri zorluyorlardı. Burjuvazinin neo-liberalizm ideolojisi ve küreselleşme politikaları bu dönemin yükselen değerleriydi. Bu dönemde, gümrük duvarlarının kaldırılması ve diğer korumacı polittikalara son verilmesi ve uluslararası serbest ticaret bölgelerinin oluşturulması eğlimi güçlüydü. Amerikan sermayesi ve firmaları açılan 'serbest pazar' yolundan dünya geneline yayıldı. ABD tekelleri, finans hareketleri ve dışarda ucuz işçilikten yararlanarak ürettikleri malları dünyaya satarak büyük karlar elde ettiler. Fakat ne zaman ki, diğer ülkelerin üretiği malların ABD'ye ve dünya pazarına girişi arttı, Amerikan tekellerinin karları düştü; bu kez imzalanan antlaşmalar iptal edildi ve gümrük vergilerini arttırma gibi korumacı önlemler konuşulmaya başlandı. Bu eğlimin öncülüğünü yapan yeni ABD Başkanı Trupm'ın Amerikan milliyetçiliğine dayanan söyleminin ve içe kapanmaya dönük politikalarının temelinde, küresellleşen kapitalizmin sonuçlarından etkilenen ABD tekellerinin çıkarlarının yattığını görüyoruz. Her ne kadar Trump bir ölçüde, bu politikalarını sanayinin yurtdışına taşınması ve dolayısıyla artan işsizlikle açıklamaya çalışsa da, Amerikan tekellerinin; kendi kasalarına akacak karları bırakıp; işsizlere iş yaratma gibi sosyal bir hedef için çalışacaklarına inanmak büyük saflık olur. Trump'ın bu politikalarının uygulanabilirliği tartışma konusudur. Ancak, günümüzde Batılı kapitalist metropollerde; milliyetçi, ırkçı, dinci ve faşist eğilimlerin, korumacı ekonomik politikalarla atbaşı olarak güçlendiğini görüyoruz.
Açıktır ki; iktidar sahibi sınıfların, sistem ve düzenin yaşadığı krizler karşısında geliştirdikleri çözümler ve fikirler, kendi iktidarlarını sürdürme, yani kendi çıkarlarını koruma yönündedir. Onların bu krizlerin ve sorunların kaynağı olan kendi sistem ve düzenlerini temelden sorgulama ve değiştirme niyetleri yoktur, olamaz da. Meseleye insani açıdan bakacak kesimleri olsa bile, sermaye sınıflarının kendi servetlerini ve sosyal statülerini gönüllü olarak bırakabileceklerini düşünmek; imkansızı istemek gibi bir şeydir. Peki ama tüm insanlığı ilgilendiren sorunlar konusunda, sadece ekonomik gücü ve dolayısıyla iktidarı elinde bulunduran sermayadarlar mı konuşup, fikir ve çözüm üretceklerdir? Bu kesimlerin dünya nüfusunun % 1'ini oluşturduğunu bile sanmıyoruz. Peki bu kesimlerin ürettiği fikir ve çözümler, insanlığın geri kalan kesiminin ihtiyaçlarına ve sorunlarına bir çözüm getirebilir mi? İnsanlığın % 99'u kendi kaderi hakkında fikir ve çözüm üretmeyecek midir?
Sosyalizm teorisi ve marksist ideoloji (sosyalist ideoloji), egemen burjuva sınıflarının resmi ideolojileri karşısında, ötekilerin köktenci çözümünü, alternatifini ortaya koyan bir düşünce sistemi sunar. Sosyalist ideoloji, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete sahip olan sınıfların; aynı zamanda iktidara sahip olduklarını ve onların fikirlerinin toplumda egemen hale geldiğini ifade etmektedir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayanan bu ekonomik temel, üretilen zenginliklerin paylaşımında sürekli olarak emekçi ve yoksul sınıflar alehine bir dengesizlik yaratacak ve gelirin paylaşımında bir uçurum oluşturacaktır. Böylesi bir toplumsal yapıda sosyal adaletten ve gerçek bir eşitlik ve özgürlükten bahsetmek mümkün değildir.1 Nitekim, bugünkü Türkiye örneğinde pratik olarak görüldüğü gibi, ekonomik gücü elinde bulunduran sınıflar; devleti ve yasaları kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirip kullanacak ve muhalefet güçlerinin özgürlüklerini kısıtlayacaklardır. Dolayısıyla burjuvazinin milliyetçilik üzerinden, eşit bireylerden oluşan bir ulustan bahsetmesi; tümüyle ulusu oluşturan sosyal gruplar arasınaki bu sosyal adaletsizliği, eşitsizliği gizleme amacına yöneliktir. Doğrudur, bir ulus, diliyle kültütüyle, tarihiyle ve değerleriyle diğer uluslardan ayrılır. Ancak her ulus aynı zamanda, sosyo-ekonomik yapıda aldıkları yere ve üretilen zenginliklerden aldıkları paya bağlı olarak, farklı çıkarlara sahip sınıflara bölünmüştür.2
Sosyalist ideoloji bu nedenle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, sosyal adalestsizliğin kaynağı olarak görür ve bu sorunun ancak; üretim araçları üzerinde kollektif mülkiyet ve emeğine göre paylaşımla çözülebileceğini belirtir. Sosyalist ideoloji sadece toplum içindeki sınıf egemenliğine ve sömürüye karşı çıkmaz, aynı zamanda yine bu sorunla bağlantılı olarak ortaya çıkan; bir ulusun diğer uluslar üzerinde egemenlik kurarak sömürgeleştirmesine, dolayısıyla emperyalizme, cins ve ırk ayrımından kaynaklanan baskı ve sömürüye de karşı çıkar.
Bütün bunlar burjuva iktidarlarının neden sosyalist ve diğer devrimci fikir ve ideolojilere düşman olduklarını fazlasıyla anlatmakatdır. Burjuvazi kendi ideolojisini kutsamakta ve onu 'toplumun ortak aklının ürünü olan doğal fikirler' olarak lanse etmektedir. Diğer tüm alternatif düşünceleri ise 'ideoloji' kavramı içinde ele almakta ve olumsuzlamktadır. Dolayısıyla burjuva aydınlarından sık sık duyduğumuz 'ideolojisizlik' aslında alternatif ideolojilerin bastırılması hatta yok edilmesi ve burjuva ideolojisin tek başına topluma egemen olmasını sağlamaya yöneliktir. Halbuki, egemen sınfılarının görüşlerinin karşısında emekçi ve yoksul sınıflarının ve diğer ezilen kesimlerin çıkarlarını ve politiklarını ifade eden alternatif görüşlerin ortaya çıkması, toplumun doğal yapısının bir sonucudur. Topluma ideolojisizliği daytan ya da kendisinin ideolojik davranmadığını iddia edenler, aslında egemen sınıfların ideolojisine hizmet ederler.3
Bununla birlikte sosyalist ideolojinin temel değerlerinin sağlamlığına rağmen, özellikle reel sosyalizm pratiğinden; ancak aynı zamanda toplumsal gelişmenin yarattığı değişimlere ayak uyduramamaktan kaynaklanan boşluklar ve eskiyen yanlar vardır. Günümüzde kapitalst sistemin bunalımı giderek bir insanlık krizine dönüşmüştür. Bu nedenle tartışmalar farklı başlıklar altında yürütülse de, insanlığın geleceği sorunu, artık pratik bir sorun olarak tartışılmaktadır. İnsanlığın geleceği sorunu da sosyalizm tartışılmadan yapılamaz. 21. yy'ın sosyalizmi üzerine tartışmalar tüm dünyada sürüyor. Ancak bu tartışma bu yazının sınırlarını aşmaktadır.
Sosyalist/devrimci hareketlerin 60'lı-70'li yıllardaki yükselişinin arka planı
Resmi ideolojinin ve onun etkisindeki kesimlerin geliştirdiği 'yerli-yabancı ve milli-gayri milli' tartışmaları karşısında savunma refleksiyle, dünyada gelişen ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerinin, coğrafyamızda gelişen sosyalist/devrimci hareketler üzerindeki düşünsel ve pratik etkisini yadsımak gibi saçma bir savunma yoluna girmeyeceğiz. Aksine; coğrafyamızdaki sosyalist/devrimci muhalefet hareketleri, dünya halkların tecrübelerinden çok şeyler öğrendiler. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Çünkü; tüm toplumlar sonuç itibariyle insanlık aleminin birer parçasıdırlar. Toplumların ortak sorunları olduğu gibi, benzer nitelikler taşıyan sorunları vardır. Dolayısıyla ortak ve aynı nitelikli sorunların çözümünde, diğer toplumların deneyim ve birikimlerinden yararlanmak oldukça insani bir çabadır. Açıktır ki, bütün bunlar; Türkiye ve Kürdistan'da sosyalist/devrimci hareketin sosyal ve tarihsel bir temele ve özgün bir ideolojik-politik birikime sahip olduğu gerçeğini yadsımak anlamına gelmez.
Türkiye ve Kürdistan gençliği sosyalist/devrimci fikirlerle nasıl buluştu, bu fikrileri neden benimsedi? Bu buluşma resmi ideolojinin iddia ettiği gibi 'dış güçlerin' geliştirdiği bir plan sonucu mu gerçekleşti?4 Yoksa bu buluşma, coğrafyamızda var olan ulusal ve toplumsal sorunlar üzerinden gelişen muhalefetin, dünyadaki aynı nitelikli hareketler ve onların ideolojileriyle buluşması mdır? Başka bir ifadeyle yerelin evrensel ile birleşmesi midir?
Bu yazının konusu Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da sol-sosyalist düşüncelerin gelişme tarihi değildir. Daha çok konumuzla bağlantılı olarak, bugünkü sosyalist/devrimci hareketlerle olan organik ve pratik ilşkisi nedeniyle, 2. Dünya savaşı sonrası; özellikle de 1960-70 sürecini ana hatlarıyla ele alacağız. Fakat Türkiye'de sol-sosyalist akımların tarihi Osmanlı dönemine kadar gider. Kuzey Kürdistan için ise bu tarihin çıkış noktasını 2. Dünya savaşı sonrası süreçte aramak gerkir.
Sosyal bilimci Mete Tuçay 'Türkiye'de Sol Akımlar' adlı kitabında Türkiyede sol akımların tarihinin incelemsini 1908 İkinci Meşrutiyet dönemiyle başlatır.5 Avrupa'da sağ-sol ayrışması 1789 Fransız burjuva demokratik devrimi ile ortaya çıktığı halde, bu ideolojik-politik akımların Osmanlı toplumuna görülür biçimde nüfuz etmesi, yaklaşık olarak yüz yıl sonra gerçekleşmiştir. Mete Tunçay'ın bu gecikmeyle ilgili dikate değer saptamaları vardır. Fakat Osmanlı toplumunda 19. yy'ın son çeyreğinde özellikle İstanbul'da ekomomik nedenli işçi grevleri ve eylemlikikleri yaşanmıştır. Sol-sosyalist fikir ve idolojiler; Osmanlı toplumunda, daha çok Avrupa ile olan yakınlıkları ve Osmanlı yönetimine olan yabancılıkları dolayısıyla Bulgar, Rum ve Ermeni toplumu ve aydınları arasında yayılmışlardır. 6 1917 Ekim devrimiyle birlikte Türkiye'de sol-sosyalist akımlar giderek , Bolşevik hareketten etkilenerek komünist bir niteliğe bürünmüşlerdir. 1920 yılında Mustafa Suphi önderliğinde kurulan TKP; bu dönüşümde temel bir taş olma misyonuna sahiptir. Fakat komünüst hareket, 2. Dünya savaşı sonrasına kadar Kemalist iktidar tarafından şiddetle ezilmiştir. Dolayısıyla; Türkiye'de sol-sosyalist fikir ve ideolojilerin kitlelerle buluşması esas olarak 2. Dünya savaşı sonrasında gerçekleşmiştir.
1. Dünya savaşı sonucunda Osmanlı imparatorluğunun dağılma sürecine girmesiyle, bu devletin sınırları içinde bulunan tüm uluslar gibi; Kürtler de; kendi ulusal kimliklerinin ve hakları tanıması doğrultusunda fikirler ileri sürdüler, örgütler kurdular ve ulusal hareketler geliştirdiler. Fakat Kürtler'de gelişen bu ulusal bilinç ve eylemlilik, daha çok dar bir aydın ve eşraf kesimiyle sınırlı kaldı, çok fazla kitlelere mal olmadı. 1940'lara kadar gelişen bu ulusal hareketler kurumsal siyasal yapılara ve kitle örgütlerine dayanmıyorlardı. Hatta yazılı bir siyasal programlarının olduğunu söylemek bile zordur. Sömürgeci işgali sona erdirme dışında, halka alternatif bir siyasal-sosyal düzen de önermiyorlardı. Bütün bu eksiklikler, bu ulusal hareketlerin geniş halka kesimlerini birleştirmesini engelledi ve harekelerin yerel boyutla sınırlı kalmasına yol açtı.
Fakat fazla yazılı kaynaklara sahip olmasalar da; gelişen bu ulusal hareketlerin tarihi, deneyimleri ve fikrileri ortak hafızanın ürünleri olarak gelecek kuşaklara sözlü olarak aktarıldı. Diğer yandan 40'lı yıllarada Doğu(İran) ve Güney(Irak) Kürdistan'ında gelişen ulusal hareketler; Kuzey Kürdistan'da ulusal hareketin gelişmesi üzerinde ciddi bir etkide bulundu. Dolayısıyla sonradan gelişen Kuzey Kürdistan sosyalist/devrimci harektinin temelinde önemli sayılabilecek düzeyde bir ulusal-kültürel bilincin bulunduğunu söyleyebiliriz.7 1959 yılında DP yönetimi döneminde meydana gelen 49'ların topluca tutuklanması olayı, Kürt gençliği ve aydınları bünyesindeki ulusal-siyasal birikime işaret eder. Sol bir niteliğe sahip olmasa da, 1965 yılında Sait Elçi ve arkadaşlarınca kurulan Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi (TKDP) ve Sait Kırmızıtoprak (Dr Şivan) ve arkadaşlarınca 1970 yılında kurulan ve sol-sosyalist bir idolojik-politik hatta sahip olan Türkiye de Kürdistan Demokratik Partisi (T-KDP); hem Kuzey Kürdistan'daki ulusal bilinci ve birikimi hem de Kürdistan'ın diğer parçalarında gelişen ulusal hareketlerin Kuzey Kürdistana etkilerini gösteren örneklerdir. Ayrıca, Dr. Şıvan önderliğindeki T-KDP, Kuzey Kürdistan'da sosyalist ideolojinin ulusal kurtuluş düşüncesiyle birleşmesinin ilk örneği olarak görülebilir.
1960-70 döneminde gelişen Kürt siyasal hareketi, daha çok devrimci-demokratik kitle örgütleri zeminide ve dünyada gelişen sosyalist/devrimci hareketlerin tecrübeleri ışığında; Kürt ulusal sorununu yeniden yorumlama ve programlaştırma temelinde gelişmiştir. Bu ideolojik-poltik dönüşümün sosyal bir temeli vardır. 60'lı yıllardan itibaren yüksek öğrenim görme olanakları artan ve şehirlere yerleşen yoksul ve emekçi alilelerden gelen gençlik, ulusal hareketin öncüsü durumuna geldi.8 Sosyal, ideolojik ve örgütsel dönüşüme bağlı olarak; ulusal hareketin halk içindeki kitlesel dayanağı genişledi. Bu anlamda; Kuzey Kürdistan'da modern bir ulusal kurtuluş hareketinin 60'lı yıllarda doğduğunu söyleyebiliriz. Bu sıçrama Kuzey Kürdistan'da sosyalist/devrimci hareketin gelişmesinin bir ürünüdür.
Türkiye ve Kürdistan sosyalist/devrimci hareketinin gelişmesinde; 1961 Anayasası'nın sağladığı görece demokratik ortmada kurulan TİP'in ve 1966-70 yılları arasında gelişen ve 1968 yılında doruk noktasına ulaşan dünya gençlik hareketinin rolü büyüktür. Türkiye ve dünyada 60'lı yıllarda yükselen bu siyasal ve sosyal harektlerin arka planında ise, 2. Dünya Savaşı'ında faşizme karşı kazanılan zaferin yarattığı atmosfer içinde, dünyada gelişen yeni sosyo-ekonomik, siyasal ve askeri durum yer almaktadır.
Uluslararası faşist blokun yenilmesinde Sovyetler Birliği'nin belirleyici rolü oldu. Bu durum, Sovyetler Birliği ve sosyalist hareketlerin dünya üzerindeki saygınlığını ve etkisini güçlendirdi. Diğer yandan Almanya, İtalya , Japonya gibi güçlü devletlerin ve onların müttefiklerinin yenilgiye uğratılması, hem tüm dünyada değişim, barış ve daha özgür bir gelecek yönündeki umutları güçlendirdi; hem de emperyalist-sömürgeci dünya düzeninde zayıflamaya yol açtı. Bu atmosfer, ezilen halkları sömürgeci boyunduruk altından kurtulmaları yolunda cesaretlendirdi.
2. Dünya savaşı sonrasında klasik sömürgeciliğin neredeyse tümden tasfiye sürecine girdiğini söylemek mümkündür. Savaşın sona ermesinden hemen sonra 1949 yılında zafere ulaşan Çin devrimi, 1959 Küba devrimi ve 1965 yılındaki ABD'nin işgaline karşı gelişen Vietnam ulusal kurtuluş hareketi ve Filistin ulusal kurtulu hareketi dünyadaki değişim, özgürlük ve umut atmosferini güçlendirdi. Afrika, Latin Amerika ve Asya kıtalarında ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketleri yükseldi. Dünya adeta bir devrimler çağına girdi.
Dünya savaşı sonrasında Sovyetler Birliği'nin artan gücü ve nüfuzu, bununla bağlantılı olarak dünya üzerinde sosyalist hareketlerin aratan etkinliği ve emperyalist-sömürgeci sistemin zincirlerini bir bir kopartan ulusal kutuluş hareketleri; ABD önderliği altında birleşen kapitalist blok tarafından yaşamsal bir tehdit olarak görüldü. Kapitalist-emperyalist kamp, artan nüfuzunu dengelemek ve sınırlamak için; bir yandan nükler silah yarışıyla Sovyetler Birliği'ni askeri ve ekonomik olarak kıskaca almak; diğer yandan gelişen sosyal ve ulusal kutuluş hareketlerini bastırmak şeklinde ifade edilebilecek iki yönlü bir strateji izledi.
Aslında yaklaşık olarak 50 yıl boyunca süren ve 'soğuk savaş' olarak tanımlanan; gerçekte sıcak savaşlarla dolu bu sürecin ana ekseni şuydu: Kapitalist-emperyalist Batı, dünya üzerindeki ekonomik-siyasal ve askeri egemenliğini tehdit edecek hiç bir alternatif güç istemiyordu. Başta ABD olmak üzere, Batılı kapitalistlerin hedefi; dünyayı tek pazar şeklinde birleştirmek ve tek başına egemen olmaktı. Nitekim, bu güçler 1989 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, dünya üzerindeki hakimiyetlerini ifade eden 'tek kutuplu dünya düzeni'nin kuruluşunu zafer naralarıyla ilan ettiler. 9
Ne var ki, kapitalist-emperyalist ülkeler tarafından ''dünya üzerindeki tüm kötülüklerin kaynağı ve şeytan'' olarak gösterilen Sovyetler Birliği 1989 yılında yıkıldığı halde, dünyaya ne barış ne refah ne de demokrasi geldi. Bu da gösteriyor ki, dünya üzerindeki yoksulluğun, düzensizliğin ve savaşların yani kötülüğün esas kaynağı bizatihi kapitalist-emperyalist sistemdir. Demek ki, 50 yıl boyunca yürütülen ideolojik mücadele ve yapılan propaganda esasta gerçek dışı bir temele dayanıyordu. Ancak buna rağmen, günümüze kadar ABD başta olmak üzere, Batı dünyası, bütün bu mücadeleleri ve savaşları dünyanın büyük bir kısmına 'demokrasiyi, özgürlüğü yayma ve koruma savaşları' olarak gösterdi. Bilindiği gibi, İspanyol ve İngiliz sömürgecileri de; Amerika kıtası ve Hindistanı sömürgeleştirirken oralara medeniyet götürdüklerini iddia ediyorlardı.
Aslında ABD ve müttefiklerinin dünya üzerindeki diğer ülkelere müdahaleleri, amaç bakımından Hitler'in 2. Dünya savaşını başlatmaktaki amacından farksızdır. Tek fark var, Hitler dünyaya hakim olma amacını gizlemedi ve savaşının 'dünyaya özgürlük ve demokrasi götürme' amaçlı olduğunu iddia etmedi. ABD ve müttefiklerinin başarısı, dünyanın büyük kesimine; yürüttükleri bu emperyalist savaşları; özgürlük ve demokrasi savaşları olarak gösterebilmeleridir. Bu çağımızın hatta insanlık tarihinin en büyük sosyal-düşünsel paradokslarından biridir. Geçmişte bu ideolojik manipülasyona en büyük darbeyi vuran gelişme, Vietnam savaşının emperyalist karekterinin teşhir olmasıdır. Ki bu savaş hem Amerikan, hem de dünya kamuoyunun önemli ölçüde Batılı kapitalistlerin ideolojik-politik etkisinden kurtulmasına ve anti-emperyalist bir duruş göstermesine neden olmuştur. Nitekim Vietnam savaşı 1968 gençlik hareketinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Dünya savaşı sonrasında Batı'lı kapitalist ülkeler kendi iç yapılarında, Keynesçi sosyal devlet politikaları uygulayarak bir yandan iç pazarı canlandırma; diğer taraftan işçi ve diğer emekçi sınıflarının refahını arttırarak, sosyalist hareketlerin etkisini dengelemeye çalıştılar. Dış dünyada ise, klasik sömürgecilik ilişkisinden kurtulmuş ülkeleri, krediler, teknik ve askeri yardımlar ve siyasal antlaşmalarla kapitalist sisteme entegre ederek; bağımlı ülkelere dönüştürme yönünde politikalar izlediler.
Türkiye de, 2. Dünya savaşından hemen sonra Batılı kapitalist ülkelerle yakın ilişkiler geliştirdi. Sovyet tehdidi gerekçesi de kullanılarak NATO üyesi yapıldı ve Sovyetler Birliği'ne karşı bir ileri karakola dönüştürüldü. Türkiye, alınan krediler ve kapitalist dünya pazarı ile entegrasyon sonucunda hızlı bir kapitalistleşme sürecine girdi. Bunun sonucu olarak şehirlerde göreceli olarak saniyinin gelişmesi ve tarımda makinalaşma; giderek büyüyen bir işçi sınıfının oluşumuna ve kırdan kente göçe neden oldu. Fakat bu işçi sınıfı, Batılı metroplolerdeki gibi; geniş sosyal haklara ve belli ölçüde refaha ulaşmış bir sınıf değildi. İşçi sınıfının kır kökenli olan kesimleri kırdaki sosyal-kültürel sorunlarını şehire taşıdıkları gibi, sosyal hakların geriliği, düşük ücret ve konut gibi sorunlar, bu sınıfı sermaye sınıfıyla ciddi bir mücadele sürecine zorluyordu. Bu sosyal zemin, dünyada gelişen 1968 gençlik hareketinden de etkilenen gençlik hareketinin, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da daha kalıcı devrimci hareketlere dönüşmesini sağlayan esas etkendir.
ABD ve diğer emperyalist ülkeler, nüfuz alanlarını ve pazarlarını korumak için; diğer ülkeleri işgal etmekten ya da darbeler tezagahlayarak kendilerine bağımlı iktidarları işbaşına getirmekten geri durmadılar. İş başına getirdikleri işbirlikçi iktidarların onayı ile dünyanın dört bir yanına askeri üsler kurup, buralara on binlerce asker ve silah yığdılar.
ABD ve müttefikleri kendi bağımsızlıklarını sağlamaya ve sosyalizmi kurmaya yönelen ülke halklarına karşı savaş açmaktan da kaçınmadılar. ABD ve Batılı müttefiklerinin 2. Dünya savaşı sonrasında diğer ülkelere karşı başlatıkları ilk savaş 1950 yılında başlayan Kore savaşıdır. İkinci büyük savaş 1965 yılında başlayan Vietmen savaşıdır.
Umut, isyan ve özgürlük dalgası: 68 hareketi
1968 gençlik hareketinin ilk adımları aslında; 1965 yılından itibaren ABD'de, Vietnam savaşını protesto eylemleriyle atıldı. Başlangıçta geleneksel Amerikan değerlerine karşı başkaldıran, şiddet karşıtı pasifist Hippy hareketi bu eylemlerde etkin rol oynadı. 1965 yılında Zenci lider Malcom X öldürüldü.10 1967 yılında Amerikan Kongresi öğrencileri askerlikten muaf tutan yasayı kaldırdı. 4 Mayıs 1968 tarihinde zenci lider Martin Luther King öldürüldü. 1963 yılında öldürülen ABD Başkanı John Kenndey'in kardeşi Robert Kennedy, Vietnam Savaşını sona erdirme sözüyle başkanlık kampanyası yürütği süreçte, 5 Haziran 1968 tarihinde öldürüldü. Bütün bu gelişmeler toplumun ve gençliğin 'Amerkan demokrasisi'ne olan güvenini sarstı ve giderek kurulu düzeni sorgulamaya itti. Vietnam savaşında asker kayıplarının artması ve savaşta yaşanan vahşetin basın ve savaştan dönen yaralı askerler tarafından kamuoyuna aktarılması, gençlik hareketinin giderek politikleşmesine ve militanlaşmasına yol açtı. Hareket emperyalist savaşa, ırk ayrımcılığına cinsler arasındaki eşitsizliğe ve geleneksel Amerikan değerlerine karşı bir siyasal bir protesto hareketine dönüştü.
Amerikan gençliği ve kamuoyu gibi, dünya gençliği de; ABD'nin Vietnam'da yürütüğü savaşın ve diğer ülkelere karşı gerçekleştirdiği müdahalelerin niteliğini kısa sürede kavradı. Bu bilinç giderek dünyada, savaş ve emperyalizm kaştı bir protesto dalgasının oluşmasına yol açtı. Zafere ulaşan ve giderek sosyalizmin inşasına yönelen Çin ve Küba devrimleri de; dünya gençliğini umutlandırıp cesaretlendirdi. Gençlik hareketi başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyayı kapsayan anti-kapitalist ve anti-empeyalist bir siyasal ve sosyal isyan hareketine dönüştü. Hareketin sloganları artık 'İki üç daha fazla Vietnam' ve 'Ernestoya bin selam' sloganlarıydı. Gençlerin ellerinde ise Che, Mao ve Ho Şi Min posterleri vardı.11
Fransa'da gençlik hareketleri işçilerin grevleri ve direnişleri ile birleşerek tam bir yığınsal siyasal-sosyal harekete dönüştü. Üniversite ve fabrika işgalleri, faşist gruplar ve polislerle şiddetli çatışmalar yaşandı. Bu nedenle 68 hareketinin doruk noktasına Faransa'da ulaştığı kabul edilmektedir.
Batı metetropollerindeki gençlik hareketleri militan isyan hareketleri olmaktan öteye gidemediler. Bu durum, sosyo-ekonomik koşulların bir sonucuydu. Batılı kapitalist ülkelerin 2. Dünya savaşı sonarsında uyguladığı 'sosyal devlet' politikaları toplumla ve işi sınıfının refah düzeyini göreceli olarak yükseltti. Bununla birlikte komünist partilerin reformist niteliği ve sendika bürokrasisi, metropollerdeki hareketlerin bir sosyal devrim hareketine dönüşmesini önledi. Fakat bu hareketler, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerinin gelişmesine büyük bir etkide bulundular.
Kürdistan sosyalist /devrimci hareketi, bir aydınlanma ve hak arama hareketidir
Burada 60'lı yıllardan başlayarak ele alınan ve sosyalist/devrimci yelpazede görülen; genel olarak anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-faşist ilkelerde birleşen hareketlerin herbirisi, aslında kendisine özgü bir gelişme çizgisi izlemiştir. Özellikle, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından itibaren, bu hareketlerden sürekliliğini korumuş olanları, giderek dayandıkları sosyal kesimlerin kültürel ve ideolojik renklerini daha çok yansıtmaya başladılar. Hatta bazıları çıkış noktasına nazaran önemli değişimler yaşadılar. Kıscası, yaşamın kendisi gibi, statik değil dinamik bir süreçten bahsediyoruz.
Kapitalizmin gelişmesiyle hızlanan kırdan kente göç; aynı zamanda yüksek öğrenim gören Kürdistan'lı gençlerin sayısının da artmasına neden oldu. 60'lı yıllardan itibaren metropol şehirlerinde okuyan Kürdistanlı gençler; bilim, teknoloji, iktisat, tarih, felsefe ve her şeyden önce dünyayı değiştirmeyi esas alan devrimci bir ideolojiyle yani marksizmle daha derinlikli ve yaygın bir biçimde tanıştılar. Ancak Kürdistan'lı gençler her şeyden önce, yakın zamanda zafere ulşamış Küba devriminin, sürmekte olan Vietnam halkının bağımsızlık savaşının ve diğer pek çok ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin etkilerinin çok canlı olduğu bir dünya ile karşı karşıya kalmışlardı. Kürdistanlı gençler, dünyada gelişen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin tarihini ve onların tecrübelerini öğrendiler. Bu koşulların Türkiye gençliği gibi; Kürdistan gençliğinin zihinsel ve kültürel yapısında adeta bir devrime yol açtığını söyleyebiliriz. Marksizmle tanışan gençler, sadece ulusal ve toplumsal gerçekliği kavramak ve yorumlamakla yetinmediler. Onlar aynı zamanda, yeni bir düzen ve toplumsal sistem kurmak gerektiği düşüncesini benimsediler. Bu amaçla toplumu eğitip aydınlatmak, örgütleyip harekete geçirermek için; tüm güçleriyle ve şevkle mücadeleye atıldılar.
60'lı-70'li yılların devrimci kuşağının iki önemli özelliği vardı: Birincisi, onlar siyasal düzenin ve toplumsal yapının değiştirilebileceğine ve ikincisi, bireysel değil ortak bir kurtuluşa; güçlü bir biçimde inanıyorlardı. Kuşkusuz bu inanç, mistik bir inanç değildi. Dünya'daki devrim tecrübeleri devrimci gençliğe bu konuda fazlasıyla bir bilinç sunuyordu.
Devrimci gençler, marksizmin yardımıyla dünya tarihini ve halihazırda gelişen devrim süreçlerini daha iyi kavradılar. Bu bilinçle kendi ülkelerinin ve toplumlarının konumunu da daha iyi tahlil edebildiler. Kürdistan'ın bir sömürge olduğu ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakı olduğu görüşlerinin, sosyalist/devrimci harektin gelişmesiyle Kürdistan'da kabul görmesi tesadüf değildir. Üstelik devrimci gençler; yoksulluğun ve başka bir ulusun boyunduruğunda yaşamanın kader olmadığını, bunun değiştirilebileceğini öğrendiler. Yani kurtuluş mümkündü. Dolayısıyla Kürdistan'da sosyalist/devrimci hareketinin ideolojisi ve politik eylemleri, sömürgecilikten ve kapitalizmden kurtuluş ekseninde gelişti.
Süreci yaşamış olan Kürt aydınlarından Ruşen Aslan o günlerde yaşanan değişimi şöyle anlatıyor:
“1960’lı yıllar, sosyalist düşüncenin Türkiye ve Kürdistan’da yaygınlaşıp kitleselleştiği yıllardır. Ulusal ezilmişliğinden dolayı üniversitelerdeki Kürt gençliği ve aydınlar, sosyalist düşüncelere daha da yakınlık duydular. O dönem Kürt sosyalistlerinin tamamına yakın bir kısmı TİP içinde örgütlenmişlerdi… Bu döneme Kuzey Kürdistan için aydınlanma çağı diyebiliriz… Bilimsel sosyalizm, dünya devrimci hareketi, ulusal sorun üzerinde hızla bilgilenme dönemi yaşandı.” 12
1961 yılında yasal zeminde kurulan TİP'in Türkiye ve Kürdistan'da sol-sosyalist düşüncelerin kitlelerle buluşmasında büyük bir katkısı olmuştur. Sonradan sosyalist/devrimci örgütlere öncülük yapacak olan gençlerin büyük bir kesimi bir şekilde TİP'le ilşkilidir. Daha çok TİP'li kadroların öncülüğünde, 1967-69 arasında düzenlenen ve 'Doğunun geri kalmışlığına'' dikkat çeken 'Doğu Mitingleri', Kürdistan'da kitlelerin politize olmasında ve demokratik hak arama mücadelesiyle tanışmalarında öenmli bir rol oynamışlardır.
Doğu mitinglerinin organizasyonunda görev alan ve o dönem TİP üyesi olan Kemal Burkay bu mitinglerin siyasal-sosyal etkileri üzerine şunları yazıyor:
''Doğu mitinglerini düzenlerken TİP merkeziyle herhangi bir diyaloğumuz olmamıştı. Bölgedeki TİP kadroları kendi insiyatifimzle bu eylemlere katılmış, ya da onlara öncülük etmiştik. Ancak TİP yönetimi merkezi planda da dayanışma gösterdi ve Silvan mitingine Behice Boran, Ağrı mitingine ise genel başkan Mehmet Ali Aybar katılarak birer konuşma yaptılar. Bu eylemler bir bütün olarak Kürt ulusal hareketinin canlanmasına yol açtığı gibi, Kürdistan'da sosyalist hareketin ve TİP'in güçlenmesine katkıda bulundu. ...
Rejim bu mitinglerden ürktü ve iktidardaki Adalet Partisi kanalıyla karşı mitingler düzenledi. Ünlü bir demogog olan Adalet Partisi Başkan Yardımcısı Talat Asal'ın yanısıra, parlamentodaki ünlü Kürt ağa ve işbirlikçilerinden oluşan bir ekip Kürdistan'a sefere çıkartıldı. Bunlar arasında TBMM'nin gedikli üyeleri Urfa milletvekili Necmettin Cevheri ve Van'lı Kinyas Ağa(Kartal) da vardılar.''13
Gelişme aşamasındaki Kürdistan sosyalist/devrimci hareketi, ulusal kurtuluş görevi dışında, hatta ondan da önce; bir başka önemli tarihsel görev üstlenmiştir. Türkiye'de şehirleşme ve burjuva demokratik kültürün göreceli olarak gelişmiş olması nedeniyle; aydınlanma sorunu devrimci hareketin önündeki öncelikli bir sorun değildi. Fakat Kuzey Kürdistan'da devrimci hareket aynı zamanda bir aydınlanma hareketi olarak gelişmek zorundaydı. Çünkü, Kürdistan'da kapitalizm belli oranda gelişmekle birlikte, kültürel alandaki gelişme üretim ilişkilerindeki değişimle doğru orantılı olmamıştır. Türk devletinin Kürdistan toplumunu dış dünyadan izole etmesi, dil yasağı ve ekonomik geri bıraktırma yönünde bilinçli bir politika izlemesi de; toplumsal ilerlemeyi oldukça olumsuz etkilemiştr. Dolayısıyla, Avrupa'da 'ilerici' burjuvazinin öncülüğünde neredeyse üç yüz yıl önce gerçekleşmeye başlayan aydınlanma, egemen sömürgeci burjuvazinin gerici niteliği ve Kürdistan'daki geleneksel sınıflarla geliştirdiği işbirliği nedeniyle, sosyalist/devrimci hareketin önündeki bir öncelikli bir görev olmuştur. 14
60'lı yıllarda sosyalist/devrimci hareketin ideolojik düzeyi ve örgütlülüğü geliştikçe, düzenden ve onun ideoljisinden kopuşun da giderek derinleştiği görülüyor. Daha önce 'Doğu sorunu' olarak ifade edilen sorun, giderek 'Kürt ve Kürdistan sorunu' olarak ifade edilmiştir. Buna bağlı olarak sorunun çözümü noktasında, artık düzen içi iyileştirmelerden öte, bağımsızlık ve devrimden bahsedilmeye başlanmıştır. Benzer dönüşüm Türkiye devrimci hareketi içinde de yaşanmıştır. Kemalizimle olan bağlar giderek koparılmış ve reform taleplerinden giderek devrim ve sosyalizm taleplerine giden bir gelişme yaşanmıştır. En önemlisi de hem dünyada gelişen silahlı devrim hareketlerinin etkisiyle, ancak daha çok iktidarın ve sivil faşist çetelerin saldırılarının artmasıyla, giderek illegal ve silahlı mücadele anlayışı devrimci harekete hakim olmuştur. Daha önce TİP, Sosyalist Kültür Derneği, FKF, Dev-Genç gibi yasal kurumlarda örgütlenen gençler giderek, silahlı ve illegal mücadeleyi esas alan ve devrimi hedefleyen THKP-C, THKO, TKP-ML gibi örgütleri kurmuşlardır.
68 gençlik hareketi dünyada olduğu gibi; Türkiye ve Kürdistan'daki gençlik hareketi için bir dönüşüm momenti olmuştur. Bu dönüşümü öğrenci önderlerinden Fahri Aral şöyle anlatmaktadır:
''Bana göre '68 haraketini diğer gençlik hareketlerinden... ayıran bir özellik var. '68 bana göre resmi ideolojiden yani devletin biçimlendirmiş olduğu ideolojiden bir kopuş...'68'de özellikle olayların gelişmesinde temel olan düşünce; bağımsızlık artı demokrasi ve artı sosyalizm...Onun dışında bir gençlik hareketi olarak çıkması, toplumsal hareket olarak bütün Türkiye'ye yansıması işçisinden köylüsüne herkeste '68 hareketine karşı bir sempati uyanması, bana göre, hep bu ideolojinin biçimlenmesinden dolayı ortaya çıktı.''15
Türkiye'de sosyalist/devrimci hareketinin ideolojik-politik duruşunu netleştirmesine en iyi örnek TKP/ML geleneğidir. Bu hareketlerin ideolojik-politik duruşu ve Kürdistan toplumu üzerindeki etkileri konusunda bir fikir vermesi bakımından, Kaypakkaya-TKP-ML geleneğinin Dersim ağırlıklı bu etkisini belirlemeye çalışan şu tespitler önemlidir:
''Militarist rejim sürecince Tunceli'ye silahlı mücadele perspektifini taşıyan yapının İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki TKP-ML/TİKKO olduğu söylenebilir...Kaypakkaya'yı ve dolayısıyla da TİKKO'yu diğer sosyalist/devrimci örgütlerden farklı kılan en önemli olgu ideolojik çerçevesinde bulunan iki önemli unsurdu. Bunlardan birincisi Kaypakkaya'nın Kemalizmi 'fanatik bir anti-komünizm' olarak görmesi ve 'sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlük'' biçiminde nitelendirerek Kemalizm'den kopmayan diğer Türk solundan net bir çizgiyle ayrışmasıydı. İkincisi ise, Kürt/Kürdistan meselesini Türkiye solundaki hakim kavrayışın aksine 'ulusal sorun' olarak tanımlayıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde ele alması ve Dersim katliamı konusunda net bir duruş sergilemiş olmasıydı (Bozaraslan, 2007: 520-22).'' 16
1971 Askeri faşist darbesi sürecinde önemli darbe alan ve kardolarının önemli bir kısımı katledilen sosyalist/devrimci hareket, 70'li yılların ortalarından itibaren tekrar toparlanmış ve kitleselleşmiştir. Bu süreçte Kürdistan sosyalist/devrimci hareketinin de bağımsız bir akım olarak ortaya çıktığını görüyoruz.
Hiç kuşkusuz Türkiye metropollerinden doğan sosyalist/devrimci hareketin Kürdistan gerçekliğini tam olarak kavraması ve Kürt sorununa çözüm getiren bir program ortaya koyması zordur. Nitekim, Türkiye sosyalist/devrimci hareketinin bu noktada bir yetersizliğinin olduğu açıktır. Bu yetersizlik, giderek bağımsızlaşan Kürdistan sosyalist/devrimci hareketi tarafından giderilmiştir.
1970'li yılların ikinci yarısından itibaren güçlü olarak ortaya çıkan Kürdistan sosyalist/devrimci hareketinin mücadelesine bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm hedefleri yön vermiştir.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da gelişen sol hareketlerin giderek radikal bir çizgiye kaymalarını ve bu hareketlerin giderek kitleselelşmesini, sadece dünyadaki sosyalist kampla kapitalist kamp ve onların ideolojileri arasındaki mücadeleye bağlamak doğru değildir. Doğrudur, bloklar arasında giderek gerilimi artan kamplaşma ve mücadele coğrafyamızı da etkilemiş ve kendi yapısına uygun bir kamplaşmayı dayatmıştır. Bu nedenle 60'lı 70'li yıllardaki siyasal ve sosyal mücadelelerle ilgili kullanılan en önemli kavramlardan birisi 'siyasal kamplaşma' kavramıdır. Aslında bu kamplaşma dış politik ve ideolojik etkilerin basıncı altında yaşansa da; iç dinamiklerin yani coğrafyamızdaki sosyal-ekonomik ve kültürel yapının belirleyiciliği altında gelişmiştir. Türk milliyetçisi, muhafazakar, dinci kesimler kısaca sağ olarak tarif edilen kesimler; kapitalist-emperyalist cephede yer alan burjuva snıfının iktidarı etrafında birleşirlerken; sınıf bilinci kazanmış emekçi kesimler, değişimden yana gençlik, aydınlar, Kürtler, Aleviler kısacası ezilen ve değişimden yana olan toplumsal kesimler; iktidar karşınında yer alan sosl-sosyalist muhalefeti desteklemişlerdir. Sol-sosyalist muhalefet başlangıçtaki cılızlığına ve iktidarın; darbeler ve sivil faşist güçler yolu ile müdahalelerine rağmen, giderek kitleselleşmiş ve durum giderek iki kamp arasındaki iktidar savaşına dönüşmüştür.
Kitlelerin sol-sosyalist siyasal yapılarla birleşmesini açıklaması açısından Dersim halkının giderek sol hareketle birleşmesini anlatan şu örnek olduça açıklayıcıdır: ''...Erzurum ve Sivas'ta MHP'liler tarafından başlatılan saldırıların diğer bir hedefi Tunceli Ögretmen Okulu'ydu. 13 Mart 1974'te öğretmen okullarının açılmasının yıldönümü için yapılan performans esnasında Komandolar olarak bilinen faşist öğrenciler tarafından başlatılan provokasyon dalgası izleyen günlerde yatılı okuldaki öğrencilere bıçaklı ve sopalı saldırılarla devam etti. ..Öğretmen Okulu'nda gerçekleşen faşist politik şiddet Tunceli Valisi'ni de kapsayacak şekilde bir toplumsal muhalefetle karşılaştı.'' 17
Hiç kuşkusuz MHP'lilerin ya da bu partinin paramiliter gücü olan komandoların saldırıları sadece Dersim'le sınırlı değildi. ''Bu partinin birinci işi, sola, işçi hareketine ve -başta öğretmen ve polis örgütlenmeleri olmak üzere- diğer mesleki örgütlenmelere saldırmak ve bunların egemenlik odakları tarafından ''tehdit edici'' olarak görülen gelişmesini önlemekti.''18
Sonuç olarak, Kürdistan gençliğinin ve aydınlarının sol-sosyalist fikir ve ideolojileri benimsemeleri hiç de tesadüfi bir olgu değildir. Aksine, Kürdistan'ın sömürge konumu, iktidarın halka karşı uyguladığı politikalar ve halkın sosyal durumu bu yönelimde belirleyici bir rol oynamıştır. Bugün Kürt halkının ve aydınlarının Erdoğan-AKP ve MHP iktidarını desteklemesi ve bu iktidarın şoven-dinci ideolojisini benimsemsi ne kadar anormal ise, dün de sosyalist/devrimci hareketleri değil de; iktidarı desteklemesi ve milliyetçi-sağcı ideolojiyi benimsemesi o kadar anormal olurdu.
Diğer taraftan; sol-sosyalist fikir ve ideolojiler, Kürt ulusal kurtuluş hareketinine yeni bir perspektif kazandırmış ve Kürt halkının aydınlanmasında büyük bir rol oynamışlardır.
Dipnotlar
-------------------------