Akşener ve İYİP’in hali
Ahmet Aydın
21 Eylül 2023
Akşener komedyendir desem değil, siyasetçidir desem hiç değil. Belki kendince komiklik yapmaya çalışıyor ama söyledikleri komik değil. Ya da siyaset yaptığını sanıyor, ama daha yakın zamanda kendisinin de bizzat içinde olduğu çalışmaları yok sayan bir kişi, nasıl siyaset yapabilir ki? Bu kadında ve partisinde, ideolojik-siyasal dejenerasyonun ötesinde, ciddi bir sorun var. Çünkü kendisinin bizzat içinde yer aldığı çalışmanın anlamını ve çapını ya gerçekten hiç anlamamış ya da bilerek çarpıtıyor ve yok sayıyor. Başka bir ihtimal daha var: Akşener ve İYİP’nin hiçbir zaman bu rejimi yıkma ve demokratik bir düzen kurma diye bir derdi olmadı. Bu parti ittifak çalışmasına bu amaçla değil, tersine ittifakı içerden bozguna uğratmak için katıldı.
Seçim yenilgisiyle birlikte, özellikle toplumun bazı muhalif kesimlerinde; harcanan emekleri ve verilen mücadeleyi küçümseyen, atılan her adımı yanlış ilan eden, kötümser-nihilist bir anlayışın hakim hale geldiğini görüyoruz. Akşener ve İYİP’nin durumu ve tutumu ise daha farklı. Bu kesimin, önce muhalefeti dağıtıp çökertmeye ve sonrasında, dağılmış kesimleri; kendilerinin hegemonyası altında, “yerli ve milli” çizgide yeniden toparlayıp, rejimle uyumlu bir kalıba sokmaya çalıştığını düşünüyorum. Rejimin birleşik gücüne karşı, muhalefetin demokrasiyi hedefleyen bir ittifak kurması zorunluluğunu yadsıyan, Kılıçtaroğlu, CHP ve Kürt siyasetine karşı sistematik olarak psikolojik savaş yürüten ve hakim olan ‘’yenilgi’’ psikolojisini bilinçli olarak derinleştirip muhalefeti bozguna uğratmaya dönük çabaları, böylesi bir amacın pratik kanıtları olarak görüyorum.
Burjuva siyaseti çerçevesini aşamamış ve rejimi yenmemiş olsa da; objektif temelde bakarsak “Altılı Masa İttifakı’’ Türkiye siyasetinde tarihsel rol oynamıştır. Bu tarihsel rolü kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Türkiye’de ilk kez sosyal demokrat, muhafazakar, milliyetçi partiler, otoriter-despotik bir rejimin yıkılması ve yerine burjuva demokratik bir rejimin inşası için, açık bir ittifak oluşturdular. Üstelik bu ittifak; yine bugüne kadar görülmemiş bir biçimde, toplumsal zeminde, sosyalistlerin ve Kürt siyasal hareketinin desteğini kazandı. Öncelikle, daha önce bu ölçekte bir araya gelmemiş olan siyasal akım ve toplumsal kesimlerin ortak sorunlarının çözümü temelinde, böylesine geniş bir zeminde bir araya gelmeleri, sadece; farklı toplumsal, etnik, dinsel ve cinsel grupların düşmanlaştırılması ve yok sayılması üzerinden yükselen bu günkü faşist rejim karşısında değil, bir bütün olarak cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan tekçi, inkarcı ve imhacı siyaset karşısında da, çoğulcu ve katılımcı bir alternatif ortaya koymuştur.
Kılıçdaroğlu’nun ’’Kürt sorunun mecliste barışçıl yoldan çözülmesi’’, başörtülü kadınlara güvence, Alevi ve Kürt kimliklerini açıkça tanıma ve helalleşme söylemiyle, toplum içinde kangrenleşmiş sorunların diyalog ve uzlaşma ile çözülmesi çizgisiyle birleşen bu ittifak, aslında bugüne kadar var olmuş, despotik-tekçi-imhacı rejimlere karşı; bugün göreceli de olsa demokratik düzey tutturmuş Avrupa demokrasileri düzeyinde bir alternatif sundu. Avrupa demokrasileri, yaşanan faşizm, soykırım ve ulus ve din savaşlarının sonunda, bu sorunlarını büyük ölçüde aşabilmiş ve sorunlarını şiddete, imhaya başvurmadan çözebilecek, görece çoğulcu-katılımcı ve barışçıl bir toplumsal-siyasal düzen kurmuştur. Eğer burjuva siyasal sistemi içinde, Türkiye’nin ve coğrafyamızın kangrenleşmiş ve her biri şiddete dayalı mücadelelerin konusu olmuş sorunlarının çözümü isteniyorsa; Avrupa düzeyinde burjuva demokrasisi, çözüme en yakın alternatiftir. Çünkü hem, Türk şovenizmine dayanan otoriter Kemalist rejimin, hem de ‘’Müslüman kardeşliği’’ söylemiyle Kemalist rejime alternatif olarak sunulan, aslında siyasal İslamcı-Türk milliyetçiliğine dayanan bugünkü faşist AKP rejiminin; var olan sorunları çözemeyeceği, tam tersine bu sorunları derinleştirip, bir yıkıma yol açacağı somut olarak görülmüştür. Ortada, devrimci alternatif dışında, farklı olanları çatıştırmadan, birbirine kırdırmadan barış içinde bir arada tutabilecek tek seçenek kalmıştır: Göreceli de olsa çoğulcu-katılımcı burjuva demokrasisi.
İşte Kılıçtaroğlu, çok bilinçli olmasa da, kişiliği, kimliği ve siyasal-ideolojik yapısıyla ve pratik mücadelesiyle bu alternatif çizgiyi temsil etti. Onun dışında ortaya çıkan hiçbir aday adayı bu çizgiyi objektif ve subjektif olarak, onun düzeyinde temsil edecek ve yürütecek nitelikte değildi. Bu nedenle siyaseten ve tarihsel olarak Kılıçtaroğlu en doğru adaydı. Üstelik seçilebilecek bir adaydı. Çünkü zamanı gelmiş bir alternatifi temsil ediyordu. İddia edildiğinin aksine, Türkiye toplumunun büyük bir kesimi de bu dönüşüme hazırdı. Çünkü, toplum, kavgadan, kutuplaşma ve çatışmadan bıktı. Hem Kemalizm’in hem de siyasal İslamcılığın toplumun sorunlarını çözemediği de büyük ölçüde ortaya çıktı. Toplum dönüşüme hazırdı, ama rejim hazır değildi. Dönüşümün önünü kesen de gerçekte rejim olmuştur. Türkiye’de toplum rejimden daha ilerdedir. Nitekim, ’’bu millet Alevi’ye oy vermez’’ diyenlerin tezi çökmüştür. Bu toplum, belki onun çizgisini tümden onaylamamıştır, ama Erdoğan karşısında hileli sonuçlara göre bile olsa Kılıçtaroğlu’na % 48 oranında oy vermiştir.
Akşener İzmir’de yaptığı son konuşmada şunları söylemiş: “Tayyip Erdoğan nefreti üzerinden yürüyen bir sistemde kişiler tartışıldığı için zaten başarılması mümkün değildi.”[1] O, bütün bu çabaları ve verilen mücadeleyi, sadece “Erdoğan’a duyulan nefret” düzeyine indirgeyerek kişiselleştiriyor. Üstelik kişileri tartıştıran da kendisi ve partisidir. Ne sefil bir tutum! Bir kişiye duyulan nefretin böylesi bir toplumsal eylem birliğine zemin oluşturması, olanak sağlaması imkansızdır. Birazcık sosyoloji ve siyaset bilenler, bunun mümkün olmadığını gayet iyi bilirler. Hayır, bu kadar farklı sosyal ve siyasal çevreyi buluşturan; toplumun geniş kesimlerini baskı, zulüm altında tutan ve bir avuç sermaye sahibini zenginleştiren geniş halk kesimlerini ise sefalete sürükleyen bu otoriter-rantçı rejimin varlığıdır. Ortak sorunları olanların, çözüm için ittifak kurmaları da gayet doğaldır. Oluşturulan ittifakın sosyal-siyasal temeli işte bu sosyal olgudur.
Ortada kişisel bir sorun değil, çok farklı kesimlerden oluşan halkın büyük bölümünü etkileyen, sosyal ve siyasal bir sorun vardır. Yani bir rejim sorunu vardır. Siz var olan bu rejimi, ister Erdoğan rejimi, ister tek adam rejimi olarak isterse faşizm kavramıyla ifade edin, sonuç değişmez. Rejim ve devletin yapısı değişmeden, sadece yöneticilerin değişmesiyle sorun çözülmez.
Nitekim “Altılı Masa” da sorunu doğru bir şekilde, bir rejim sorunu olarak gördü ve yeni bir rejimin inşasında “parlamenter sistemi” temel çıkış noktası olarak kabul etti. Ki gerçekten de, kapitalist toplum sınırları içinde; “tek adam” yönetiminin alternatifi, toplumun farklı kesimlerinin mümkün olduğunca geniş biçimde temsil edildiği bir parlamentoya dayanan temsili demokratik sistemdir. Dürüstçe söylemek zorundayız ki, “Altılı Masa” sadece siyasal bir faaliyet yürütmedi. Aynı zamanda, yeni bir rejimin düşünsel alt yapısını oluşturan ve Türkiye’nin burjuva demokratik birikimini yansıtan entelektüel bir çalışma yürüttü ve ortaya bir plan ve program koydu. Bu çabayı ve birikimi küçümsemek büyük bir aymazlıktır. Gelecekte de, az çok tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütmeyi düşünen kesimler için, o belgelerde ortaya konulan birikim ve düzey, demokrasi mücadelesi için ortak bir zemin oluşturmaya devam etmektedir. Bu çalışmaları yok sayan Akşener, eğer Alzheimer hastalığına yakalanmamışsa, demek ki kötü niyetli bir faaliyetin içerisindedir.
Kemalist ve siyasal İslamcı hareket konusunda kısa değinmeler
Özellikle ‘’Altılı Masa’ İttifakı’nın nasıl mümkün olduğu konusuna değinirken, bu ittifakı mümkün kılan tarihsel ve ideolojik-siyasal arka planı da görmemiz gerekiyor.
Kılıçtaroğlu ve bugünkü CHP’nin Kemalizm’den tümden koptuğunu iddia etmiyorum. Kemalizm’in tarihsel evrimi üzerinde genişçe durulması gereken bir konudur ancak, kısaca da olsa burada değinmek gerekiyor. Hem Kemalist hareketin hem de genel olarak İslamcı hareketlerin homojen bir yapıya sahip olduklarını söylemeyiz. Geçmişi de var, ancak özellikle bugünkü dinci-faşist rejimin toplumu, dikey olarak; faşizm ve demokrasi ve bu siyasal ayrıma denk düşecek tarzda rantçı-yağmacılık ve daha adil bölüşüm ekseninde ayrıştırdığını görüyoruz. Faşizm dayatması; dindarından, ateistine; ülkücüsünden devrimcisine; Kemalist’inden İslamcısına ve Kürtçüsüne, Alevi’sinden Sünni’sine tüm kesimleri, faşizm taraftarlığı ve karşıtlığı temelinde ikiye böldü. Bu bölünmenin yeni bazı yönleri olmakla birlikte tarihsel bir arka planı da vardır.
Kemalist hareket 1950’lili yıllara kadar içinde farklı klikleri barındırmasına rağmen; yine de, rejimin resmi ideolojisi, siyaseti ve kurumları temelinde az çok homojen bir yapıya sahipti. Fakat kapitalist dünya pazarına tam entegrasyon, çok partili sisteme geçiş ve DP iktidarıyla birlikte; Türkiye giderek ABD ve NATO’ya bağımlı hale geldi. Bu durum o güne kadar rejim içinde etkili bir konuma sahip olmuş, ama bu konumunu yeni bağımlılık ilişkileri içinde tam olarak koruyamamış, aynı zamanda bağımsızlıkçı yanı güçlü Kemalist kadroların giderek, ABD ve NATO’ya mesafeli, sol- sosyal demokrat bir çizgiye kaymalarına neden oldu. Fakat Kemalizm’in aşırı sağ ve milliyetçi kanadı konumunu korudu ve ABD ve NATO ile tam olarak birleşerek, 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleriyle evrimleşerek faşist bir karaktere büründü. Kemalizm’in faşist kanadı diyebileceğimiz bu kesim, hem şovenist ve ırkçı ideolojik-siyasi karakteri hem de Batı’nın komünizme karşı yeşil kuşak siyaseti gereği; siyasal İslamcı hareketle giderek birleşti. 12 Eylül darbesi süreci bu birleşmenin en üst düzey çıktığı süreçtir. Nitekim bugünkü AKP-MHP dinci-faşist rejimi, büyük ölçüde, yeşil kuşak politikalarının ve faşist darbeler sürecinin bir ürünüdür. Siyasal İslamcılıkla birleşen Kemalist faşist kanat karşısında, Kemalizm’in sola ve sosyal demokrasiye yönelen kanadı, ya da Kemalizm’in sosyal demokrat kanadı, laiklik hassasiyetinin de etkisiyle giderek, ani-faşist, laik-demokrat bir çizgiye kaydı. Bu kayışın, konjonktür gereği, 1970’li yıllarının Ecevit CHP’sinde çok belirgin olduğunu söylemek gerekiyor.
Kılıçtaroğu liderliğindeki CHP ise, Ecevit CHP’sinden bir adım daha ileri giderek, Avrupa sosyal demokrat hareketine yaklaştı ve çoğulcu bir demokrasi ve özgürlükçü laiklik çizgisine oturmaya başladı. Bu sola kayışın sosyal bir temeli vardır: Faşist darbeler ve özellikle AKP rejimi ile birlikte, Kemalist hareketin sosyal demokrat kanadı neredeyse tümden bürokrasiden dışlandı. Sosyal demokrat Kemalist hareket giderek, burjuva demokratik kültürü benimsemiş, laik, kentli (yeni) orta sınıflar sosyal temeline oturdu. Bu sosyal dönüşüm, sosyal demokrat hareketin göreceli olarak devletten kopmasını ve daha halkçı bir çizgiye oturmasını sağladı. Fakat Kemalist hareket Marksist bir geleneğe dayanmadığı için, Kemalist hareketin sosyal demokrat kanadı gelişmesini ilerletici bir ideolojik-teorik üretimin öncülüğünden çok, deneme yanılmacı ve pratikçi bir temel üzerinden yürütüyor. Bu durum doğal olarak kör topal bir yürüyüşe yol açıyor.
İslamcı hareketi de toptan siyasal İslamcı olarak nitelendirmek doğru olmaz. İslam’ı referans almakla birlikte, bunu topluma dayatmayan ve laik bir devlet ve çoğulcu bir siyasal-toplumsal yapı çerçevesinde İslami rengini korumaya çalışan, faşizm gibi teokratik diktatörlüğe de cephe alan, dini siyasal bir ideoloji düzeyine çıkarmayan reformist-demokrat kesimlerin varlığını görebiliyoruz. Bu kesimler de daha çok, iktidar blokundan dışlanan, rejimin rantçı, kayırmacı ve baskıcı uygulamalarından etkilenen büyük ölçüde Anadolu temelli orta sınıflara dayanıyorlar. Bu kesimleri reformist İslami hareketler olarak nitelendirebiliriz.
Dipnot
(1) ‘’İYİ Parti lideri Meral Akşener, partisinin İzmir Teşkilat Buluşması'nda konuştu. Akşener, altılı masa ittifakının hezimetini bir kere daha kabullenerek "seçimi kazanmaya odaklanmadık" ifadelerini kullandı. Akşener, “Tayyip Erdoğan nefreti üzerinden yürüyen bir sistemde kişiler tartışıldığı için zaten başarılması mümkün değildi” itirafında bulundu.’’