İçeriksiz bir ‘’kutuplaşma ve yumuşama’’ söylemi kime hizmet eder?
Ahmet Aydın
3 Mayıs 2024
Tarih asla tekerrür etmez. Ancak yaşamdaki değişimi göremeyen; yaşamdan, tarihten dersler çıkarıp bir bilinç oluşturamayan insanlar ve siyasal yapılar, tekrar tekrar benzer hatalar yapıp, benzer yanlışlara düşebilirler. Tekerrür gibi gözüken aslında, insanın sosyal-tarihsel bilinçten yoksun bu refleksleridir.
Dikkat edilirse, bugünlerde iktidar ve muhalefet çevreleri -CHP, DEM Parti yetkilileri dahası Erdoğan ve hatta Bahçeli dahil olmak üzere- ağız birliği etmişçesine toplum içinde, halklar ve inanç grupları arasında var olan ‘’kutuplaşma ve gerilimden’’ ve bir ‘’yumuşamanın’’ yaşanması gerektiğinden bahsediyorlar. Muhalefetin bu söylemi kullanması elbette şaşırtıcı değildir. Ancak bugüne kadar, hem kişisel olarak hem de büyük bir propaganda aygıtı eliyle, muhalefete, Kürtlere ve Alevilere karşı bir nefret ve düşmanlaştırma siyaseti yürüten Erdoğan’ın söylemindeki değişim dramatiktir. ‘’Bu değişim kötüdür, yanlıştır’’ anlamında bir şey söylemiyoruz. Hayır, geçici, taktiksel ve hatta sahte de olsa, bu söyleme, bu anda negatif bir rol biçemeyiz. Ancak, bu söylem değişikliğinin gerçek sebeplerini ve amacını tespit etmek, oyunlara kapılmamak ve bu adıma gerçek değerini vermek de gereklidir.
Muhalefet uzun bir süredir iktidarın bir ‘’kutuplaştırma ve düşmanlaştırma’’ siyaseti izlediğini dile getiriyordu. Kılıçdaroğlu’nun CB seçim kampanyasının temel ayaklarından birisi, Erdoğan rejiminin muhalefete, Kürtlere, Alevilere, kadınlara ve farklı cinsel yönelimlere sahip gruplara karşı geliştirdiği düşmanlaştırma ve kutuplaştırma siyasetine ve bu yolla kitlesel desteğini genişletip, kitlesini konsolide etme taktiğine karşı alternatif olarak geliştirdiği ve ‘’helalleşme’’ kavramıyla gündemleştirdiği siyasetti. Bu siyaset, farklı toplumsal gruplar arasında diyalog ve barışı geliştirmeyi esas alıyordu. Fakat Kılıçdaroğlu, Kürtlerin ve Alevilerin varlıklarının inkar edilmesine ve bu kesimlerin düşmanlaştırılmasına karşı videolar yayınladığında, baş örtüsü ile ilgili yasal güvence önerdiğinde, dinci ve Kemalist faşistler ağız birliği içinde Kılıçdaroğlu’na saldırmıştı. Örneğin bu çok ‘’demokrat’’ Özgür Özel’in yeniden partiye aldığı ırkçı-faşist Tanju Özcan, sırf bu videolarda ‘’Ben Aleviyim’’ ve ‘’Kürtler düşmanlaştırılıyor’’ dediği için Kılıçdaroğlu’nu ‘’mezhepçilik ve etnik milliyetçilik’’ yapmakla suçlamıştı. Erdoğan’ın seçim operasyonu için ileri sürdüğü Muharrem İnce de aynı suçlamada bulunmuştu. AKP başta olmak üzere iktidar çevreleri de Kılıçdaroğlu’nu bu söylemlerinden dolayı ‘’milleti bölmekle’’ suçlamışlardı. Halbuki, Kılıçdaroğlu’nun yapmak istediği, düşmanlaştırmayı ve kutuplaştırmayı yok edecek, tüm toplumsal grupların birbirilerinin varlığını kabullenip saygı duyacakları, çoğulcu ve barışçıl bir demokratik yapı oluşturmaktı. Kılıçdaroğlu’nun siyaseti, öncelikle farklı olanın varoluş hakkını, bugüne kadar zihinsel dünyaları ve eylemleri, resmi ideoloji tarafından şartlandırılmış kitlelere benimsetmekti. Ki bu adım bugün bahsedilen normalleşme ve yumuşamanın öncelikli koşuludur. Çünkü, Alevinin, Kürdün ve diğer toplumsal grupların varoluş hakkını tanımayanlar, elbette ki, bu gruplarla barış, eşitlik ve saygı temelinde birlikte yaşayamazlar. Bu siyasi tutum, hem düşmanlaştırma ve kutuplaştırma siyasetinin kaynağının faşist rejim olduğunu kabulünü, hem de bu siyasetin mağdurlarının görünür kılınmasını ve bu kesimlerle açık bir dayanışmayı esas alıyordu. Bu tutum doğru ve anti-faşist, demokratik bir tutumdu.
Fakat Erdoğan ve yeni CHP yönetimi hatta DEM Parti eş başkanları bir kutuplaşmadan bahsederken, bu işin sorumlularına ve mağdurlarına hiç değinmiyorlar. Kutuplaştırma siyaseti sahipsiz bırakılmış. Sanki uzaylılar gelmiş, coğrafyamızda insanları düşmanlaştırmış ve kutuplaştırmışlar ve birden ortadan kaybolmuşlar. Şimdi de iktidar ve muhalefet masumane duygularla el ele vererek bu düşmanlaştırma ve kutuplaştırmayı ortadan kaldırıp, toplumsal ilişkilerde yumuşama yaratmaya çalışıyorlar. Bu tutum toplumsal-siyasal gerçekliğin üstünü örten, içeriksiz, ciddiyetsiz ve nihayetinde sorunların kaynağı olan faşist rejime hizmet edecek bir tutumdur.
Bugün sorulması gereken soru: Düşmanlaştırma ve kutuplaştırmanın nedeni nedir ve sorumlusu kimdir?
90’lı yılların sonunda AKP iktidarının kurulmasına yol açan durum, günümüzdeki durum ile çok büyük bir benzerlik taşıyordu.
90’lı yılların sonlarına geldiğinde Türk devleti ve siyaseti, Kürdistan’da yürüttüğü kuralsız savaş, içerde devrimciler ve halk üzerinde estirdiği terör, sermayenin emek ve kamu kaynakları üzerinde yürüttüğü yağma siyaseti ve bütün bu yağmacı, militarist ve faşist uygulamaların bir sonucu olarak, siyasal yapıda oluşan mafyalaşma ve çeteleşme ve ekonomide yaşanan kriz nedeniyle tıkanmış ve bir çöküşün eşiğine gelmişti. İşte bu koşullarda herkes bu çöküşün nedenini ve çıkış yolunu arıyordu.
Nihayetinde hemen hemen herkes; sorunun “Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasinin olmamasından” kaynaklandığı sonucunda birleşmişti. Ordu komutanları bile, Türkiye’de bir demokrasi sorunu olduğunu kabul etmişlerdi. Bu tespit sorunun kaynağını tek başına açıklamaya yetmese de, büyük ölçüde doğruydu. Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasi yoktu. Fakat neden Türkiye’de demokrasi gelişmemişti? Kim Türkiye de demokrasinin kurulup yerleşmesini engellemişti? Ve gerçek bir demokrasi nasıl kurulabilirdi? Bu sorulara, devrimci-sosyalist yapıları bir yana bırakırsak, burjuva siyaset cephesinde objektif, tutarlı ve bütünlüklü bir cevap veren yoktu. Ancak bu sorulara objektif ve bütünlüklü bir cevap bulmadan da, gerçek bir çözüm üretmek mümkün değildi. Nitekim de öyle oldu. Yarım yamalak ve sorunun gerçek kaynağına inmeden üretilen çözümler, çözümden çok, kitlelerin değişim ve ilerleme umutlarını sömüren, tüketen ve bugünkü AKP-MHP rejiminin yarattığı faşizm ve sefalet durumundan görüleceği üzere, daha beter bir duruma yol açtı.
Burjuva siyasal çevreleri demokrasi sorunun, “askerin siyaset üzerinde vasiyet” kurmasından ve “sivil toplumun yeterince güçlü olmamasından” kaynaklandığını belirtiyorlardı. Bu siyasal yelpazede cılızda olsa, Kürt halkına karşı yürütülen savaşı eleştiren ve Kürt sorunun savaşsız çözülmesi gerektiğini söyleyen kesimler ortaya çıkmıştı. Fakat bu çevreler sorunun kaynağını daha çok idari yapı, hükümet politikaları ve konjonktürel durumlarda arıyorlardı.
Erdoğan ve AKP, burjuva siyasetinin geçmişten gelen ağır sorunlar karşısında çözümsüz kalmasına bir alternatif olarak ortaya çıktı. Bu hareket, program ve söylemini burjuva liberal çevrelerin Kemalist rejime yönelik ‘’askeri vasiyet, sivil toplum’’ eleştirileri ve kendi siyasal İslamcı ‘’ümmet kardeşliği, dindar ahlakı’’ anlayışına dayandırdı. Böylece hem işçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin sermaye düzenine karşı gelişen güvensizlik ve öfkesi dindirilerek düzenin işleyişi tekrar rayına oturtulacak, hem de ‘’Müslüman kardeşliği’’ temelinde Kürtlerin tekrar düzen sınırları içine çekilmesi sağlanacaktı. Fakat bugün daha rahat bir biçimde görüyoruz ki, eski rejim karşısında bir değişim ve demokrasi vaat eden AKP iktidarı, tüm demokratik ve liberal söylemine karşın, işçi sınıfının, Kürtlerin, Alevilerin sosyal ve siyasal durumunda bir değişim ve iyileşme sağlamadı. Tam tersine sermayenin hegemonyasının daha da pekişmesine yol açarak, bu kesimler üzerindeki baskıyı pekiştirdi.
Burjuva siyasi çevreleri, bu devletin ve rejiminin ta kuruluşundan itibaren sermayenin çıkarlarına hizmet edecek, sermayenin büyüyüp gelişmesini ve toplum üzerinde hegemonyasını sağlayacak şekilde kurulduğunu ve o günden bugüne devletin ve rejimin esasta sermaye sınıflarına hizmet ettiğini söylemiyordu. Mesela, Kemalist rejim kurulduğunda işçilerin sendika kurmalarını ve grev yapmalarını fiilen ve hatta hukuken yasaklamıştı. Tersine “milli bir burjuva’’ sınıfının gelişip güçlenmesi için, Batı sermayesi ile işbirliği içinde, elindeki tüm imkanları kullanmıştı. Kimse bunun nedenini ve günümüze dek uzanan etkisini görmek istemiyordu. Kemalist rejim Kürt ulusunun varlığını inkar etmiş ve asimilasyon, fiziki imha yoluyla bu ulusu ortadan kaldırmaya çalışmıştı. Kimse, ''Acaba bugün yaşanan savaşın nedeni bu inkar ve imha siyaseti midir?’’ diye sormuyordu. Bu rejim laiklik ilkesini benimsediğini söylese de, fiilen Aleviliği yasaklamış ve bir Sünni mezhebi adeta devletin resmi mezhebi haline getirip, topluma empoze etmeye çalışmıştı.
Kemalist rejim ve devlet, kapitalist üretim ilişkileri üzerinde kurulmuş ve toplumun, ekonominin gelişmesini; sermaye sınıfının gelişmesi temeline ve önceliğine bağlayan kapitalist işleyişi esas almıştı. Kürdistan pazarı da, yine sermaye sınıfının çıkarları ve kapitalist tüketim ilişkileri doğrultusunda işgal edilmiş, bu pazarın uzun vadeli güvenliğinin sağlanması için, tekçi-üniter ulus devlet yapısı oluşturulmuş, Kürt ulusunun varlığı inkar edilip, yok edilmeye çalışılmıştı. Kısacası ifade edersek Türkiye’de hiç bir zaman sermaye sınıflarının bir demokrasi ve özgürlük sorunu olmadı. Çünkü Türkiye bu sınıflar için, neredeyse her istediklerini yapabildikleri bir cenneti. Türkiye’de sermaye sınıfları için her dönem demokrasi ve özgürlük vardı. Coğrafyamızda bu yaşam koşullarına sahip olmayanlar, yani adil bir gelir dağılımına, demokrasiye ve özgürlüğe ihtiyaç duyanlar işçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar ve diğer ezilen toplumsal kesimlerdir.
Türkiye’de demokrasinin, özgürlüğün ve sosyal adaletin gelişmesinden bahsedenler, eğer ciddi ve tutarlılarsa, öncelikle emek-sermaye çelişkisi, Kürt sorunu, kadın sorunu ve laiklik gibi temel sorunlarda, ezilen kesimler lehine bir değişim ve ilerlemeden bahsetmek zorundadırlar. Sermayenin %150 kar elde ettiği, her gün yeni yeni milyarderlerin türediği, ama işçilerin, diğer emekçilerin uzun ve ağır çalışma süreçlerine rağmen açlıkla boğuştuğu bir ülkede, daha adil bir bölüşüm dengesi ve geril dağılımı sağlamadan demokrasiyi, iç barışı geliştirmeniz mümkün değildir. Hala Alevilerin inancını ve Kürtlerin ulusal varlık ve haklarını kabul etmemiş bir toplumda demokrasiyi geliştiremezsiniz. Bu temel sorunlarda esaslı bir değişim amacı taşımayan her çaba, nihayetinde egemen yapının korunmasına ve bu devletin kuruluşundan bu yana gelen çatışma ve gerilimlerin daha da derinleşmesinden başka bir işe yaramaz. Çünkü sahte, yüzeysel ve günü kurtarmaya yönelik her adım, taraflar arasında güvensizliğin artmasına ve birlikte yaşam iradesine zarar vererek, daha büyük çatışmaların yaşanmasına neden olacaktır. Nitekim, yüz yıllık süreç, Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Erdoğan gibi alternatif olarak ortaya çıkan, ancak her defasında daha ağır bir durumun oluşmasına yol açan sahte burjuva demokratlarının örnekleri ile doludur.