Rejimin yumuşama manevrası ve Kürt halkına karşı geliştirilen yeni bir faşist zorbalık
Ahmet Aydın
4 Haziran 2024
31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde Colemêrg (Hakkari) Belediyesi Eşbaşkanı olarak seçilen DEM Parti’li Mehmet Sıddık Akış, dün gözaltına alındı. Akış’ın gözaltına alınmasının ardından “İçişleri Bakanlığı” tarafından Colemêrg Belediyesine kayyum atandı. Colemêrg Belediye binası Türk polisi tarafından işgal edildi. Valilik ise, on gün boyunca sürecek bir “eylem yasağı” ilan etti. Bütün bunlar birer faşizm uygulamasıdır. Yani, “istediğim hukuksuzluk ve haksızlığı yaparım, gelebilecek itirazları ve tepkileri de zorla bastırırım” zorbalığıdır bu. Başka bir ifadeyle keyfilik, hukuksuzluk ve zulümdür.
“İçişleri Bakanlığı” bu uygulamaya gerekçe olarak, seçilen belediye başkanı hakkında süren bir mahkemede ileri sürülen suçlamaları gösteriyor. Bu gerekçeleri tartışmanın hiç bir anlamı yoktur. Çünkü, Türkiye'de öylesine ucube bir hukuk-yargı-polis düzeni oluşturulmuştur ki, bir gizli tanık ayarlayıp, her hangi bir yurtaşı suçlamak ve onu ömür boyu ceza evinde tutumak mümkündür. Görevden alınan belediye başkanının yerine, belediye meclisinden yeni bir başkanın seçimine olanak tanımak yerine, direk valinin kayyum olarak atanması, bu operasyonun esas hedefinin seçilmiş belediye başkanınından öte, belediyenin DEM Parti'nin elinden alınması olduğunu zaten gösteriyor. Ki muhtemelen bu yeni kayyum saldırısı, Güney Kürdistan'a yönelik daha kapsamlı bir savaşın hazırlıklarıyla da bağlantılıdır. Çünkü, Güney Kürdistan sınırında yer alan illerdeki belediyelerin devletin tam kontrolünde olması, ordunun lojistik ihtiyaçları ve olası kitle eylemlerinin önlenmesi açısından önemlidir.
Seçimlerin hemen ardından Van’da benzer bir zorbalık ve gasp girişimi yaşanmıştı. Hatta Amed belediyesi için benzer planlar hazırlandığı görülüyordu. Fakat Van halkının direnişi ve demokrasi güçlerinin dayanışmasıyla bu girişimler boşa çıkarıldı. Anlaşılan şimdi bu saldırıların ikinci dalgası yaşanıyor.
Türk devleti kuruluş felsefesi itibariyle Kürt halkının varlığına ve doğal olarak onun her düzeyde örgütlenmesine, bir irade geliştirmesine ve kendi kendisini yönetmesine karşıdır. Bu devlet her zaman Kürtleri, devletin şiddetinden korkup sinen, onun hakimiyetine koşulsuz boyun eğen, ulusal ve toplumsal bilinçten yoksun, kendi hakkını aramaktan aciz, yoksulluk içinde çaresizce debelenip duran bir “zavallılar” yığını halinde tutmak istemiştir. Dolayısıyla, Kürdün yerel yönetimlerde bile olsa, etkinlik kazanması, kendi kendisini yönetmesi Türk devleti açısından bir “beka” sorunudur.
Türk devletinin bu politikası sadece Kuzey Kürdistan ile sınırlı değildir. Bütünüyle her parçadaki Kürt varlığı, Türk devletinin bu düşmanlık politikasının hedefindedir. Rojava Kürdistan’ına karşı geliştirilen saldırılar bu politikanın somut ve aktüel örnekleridir. Rojava Kürdistanı'nda bu ay içinde yerel seçimler yapılacak. Bu gelişme Türk devletini adeta kudurtmuştur. Türk devleti seçim nedeniyle bölgeye yönelik askeri saldırılarını ve tehditlerini yoğunlaştırmıştır. Bu saldırılara Rojava'daki PKK varlığı gerekçe olarak sunulmaktadır. Diyelim ki, PKK tehditi nedeniyle Rojava Kürdistan'ına düşmanlık yapılıyor. Peki Türkiye, Güney Kürtleri'nden Türkiye'ye yönelik bir askeri tehdit olmadığı halde, 2017 yılında Güney Kürdistan'da düzenlenen bağımsızlık refenadumuna neden karşı çıktı ve Güney Kürdistan'ı tehdit etti? Yukarıda belirttiğimiz gibi, ''terörle savaş'' benzeri tüm perdeleme çabalarına rağmen, Türk devleti genel olarak Kürt ulusal varlığına ve iradesine düşmandır.
Sermaye fraksiyonları arasında yumuşama ve halka karşı savaş
Faşist rejimin ve bu rejimle birleşme hazırlıkları yapan sözde ana muhlaefet partisi CHP'nin ''yumuşama'' ya da ''normalleşme'' politikasının gerçek karakteri çok geçmeden ortaya çıkmıştır. 1 Mayıs kutlamalarına katılan sosyalistlere ve DEM Parti örgüt ve üyelerine karşı yürütülen operasyonlar ve Colemêrg belediyesine kayyum atanması gibi uygulamalar, rejimin ''yumuşama'' olarak lanse ettiği politikanın, paratikte halk muhalefetinin ezilmesi ve Kürt halkına karşı savaşın hazırlığı anlamına geldiğini gösteriyor. Rejimin şefi Erdoğan da, bu politikanın gerçek amacını konuşmalarında çok açık bir biçimde ifade ediyor.
Dikkat edilirse Erdoğan bugünlerde sıklıkla ''hukuka bağlılıktan'' ve ''yumuşamadan'' bahsediyor. Erdoğan'ı tanıyanlar bilirler ki, eğer o ''yumuşak'' ve ''kucaklayıcı'' konuşmalar yapıyorsa, biliniz ki, o anda saldırmak ve ilerlemek için yeterli güce sahip değildir. Bu nedenle, güç toplamak ve uygulayacağı sert ve saldırgan politikalar için bir meşuriyet zemini ve geniş bir siyasal-toplumsal destek oluşturmak için, bukalemun gibi davranmak zorunda kalmıştır. O, kendisini güçlü hissettiği zamanlarda kesinlikle ''yumuşak'' ve ''şefkatli'' konuşmaya tenezzül etmez. Tam tersine böylesi dönemlerde alabildiğine saldırgan ve pervasızdır.
Erdoğan'ın, AKP'nin "Türkiye'nin Ortak Aklı" temasıyla 01.02.2024 tarihinde Ankara'nın Kızılcahamam ilçesinde düzenlenen "31. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı"nda yaptığı konuşma, yakın ve uzun vadede onun izleyeceği siyasetin karakterini fazlasıyla açığa vuran önemli bir konuşmadır.1 Erdoğan bu konuşmada öncelikle ''siyasette hukuku referans aldıklarını'' söylüyor.
Aklı başında her insan biliyor ki, Erdoğan siyasal-toplumsal faaliyetlerinde kesinlikle demokratik kamuoyunun bildiği anlamda bir hukuku esas almıyor. Kısacası Erdoğan'ın hukukla ilgili söylediği koca bir yalandır. Hemen hemen her uygulamada onun inşa ettiği rejimin keyfiliğini ve adaletsizliğini görmek mümkündür. Ama özellikle Anayasa mahkemesi ve AHİM kararlarına uyulmaması, Kobani davası gibi siyasi muhalefete karşı yargı eliyle bir tasfiye operasyonu yürütülmesi gibi pratikler, -somut ve spesifik olarak- Erdoğan'ın hukuku çiğnediğini ve askıya aldığını gösteren örneklerdir.
Kuşkusuz Erdoğan bizim bildiğimiz anlamda, demokratik toplumsal düzenlerde benimsenen nitelikte bir hukuktan, başka bir ifadeyle teorik düzeyde anayasada belirtildiği gibi, istisna ve ayrıcalık tanımadan tüm yurtaşlar için geçerli olan ve her yurttaşa eşit biçimde uygulanan bir hukuktan bahsetmiyor. Ancak o yine de kendince bir tür ''hukuktan'' bahsediyor elbette. Erdoğan ''hukuku referans aldıklarını'' söylerken, 22 yılık iktidarları döneminde yapılanların hukuka uygun ve meşru olduğunu ve dahası bu iktidar döneminde oluşan rejimin de, yeni hukuk sisteminin temelini oluşturduğunu söylüyor aslında. Kısacası onun hukuk referansı, esas olarak 22 yıllık rejimin uygulamaları ve oluşturduğu kurallardır. Erdoğan, iktidarın sahibi olan egemen güçlerin çıkarlarını ve hegemonyasını korumayı esas alan bir ''hukuk''tan, başka bir deyişle; bir kararnameler, yönetmelikler ve kurallar toplamından; düpedüz bir diktatörün emir ve direktiflerinin hukuk yerine geçtiği bir kurallar dizisinden bahsediyor.
Erdoğan dönemiyle birlikte Türkiye'de, öz itibariyle eski rejimden çok farklı olmasa da, adım adım yeni bir işleyişe, yeni kurallara ve yeni bir devlet kurumlaşmasına sahip olan yeni bir rejim inşa edilmiştir. Bu rejimde Erdoğan kararnamelerle Türkiye'yi yönetmektedir. Erdoğan'ın ve onun iktidarınının faaliyetlerini denetleyip dengeleyecek hiç bir kurum yoktur. Yargı erki siyasal iktidarın basit bir cezalandırma aparatına dönüşmüştür. Seçim sistemi dejenere edilmiştir ve meclis, yetkisiz bir kurum olarak göstermelik bir konuma sahiptir. Halkın muhalefeti Gezi parkı direnişinde olduğu gibi, elbette iktidar karşısında zaman zaman bir baskı gücü oluşturmaktadır. Ancak bu güç de, ağır polis ve yargı terörü ile büyük ölçüde geriletilmiştir. İşte Erdoğan, kurduğu bu düzeni bize ''demokrasi'' ve rejimin işleyiş kurallarını da ''hukuk'' diye yutturmaya çalışıyor. Mütevazilik pozları takınarak, ''bakın ben bu kurallara uyuyorum'' diyerek, muhalefeti de bu kurallara uymaya çağırıyor. Ancak devamında ''hukukun dışına çıkıldığında ülkenin mahkemeleri, hakimleri, savcılarının elbette gerekeni yapacaktır...'' diyerek, muhalefete karşı ''benim koyduğum kurallara uymazsanız cezalanadırılırsınız'' tehditini savuruyor.
''Hukuka uymadığınızda yargı hesabını sorar'' tehditini, bugünkü rejim koşullarında, bilinen anlamda evrensel bir hukuki normmuş gibi göstermek için, bu kural ''Bizim için de muhalefet için de bu ülkede yaşayan her bir birey, faaliyet gösteren her bir kurum için de geçerlidir'' diyen Erdoğan, hemen devamında, bu kuralın aslında kimleri hedeflediğini çok açık bir dille ifade etmiş:
''Terör, terörü meşrulaştırmak, sırtını terör örgütlerine dayamak, şiddet, şiddeti övmek, darbe, sokak eylemleri ile darbe girişimi, hakaret ve iftira hukuk dışıdır. Çok açık söylüyorum, bizim hukuk karşısında boynumuz kıldan incedir, Şeriatın kestiği parmak acımaz. Aynı tavrı aynı tutumu muhalefetten de bekleriz. Onların da hukuka saygı duymasını isteriz."
22 yıllık Erdoğan rejimi sürecinde yukarıda aktardığımız pragrafta yer alan suçlamaların biri ya da tümüyle suçlanmamış bir muhalefet grubu var mıdır? Özellikle ''sokak eylemleri ile darbe girişimi'' suçlaması çok önemlidir. Bu suçlama, başta Gezi parkı direnişi olmak üzere, sokakta iktidarın politikalarına karşı tepkisini dile getiren halkın geliştirdiği hareketleri ''hukuk dışı, darbeci'' ve ''düşmanca faaliyetler'' olarak nitelemektedir. Bu açıkça her türlü sokak eylemini, her türlü protesto ve hak arama hareketini suç sayan ve yasaklamayı hedefleyen faşist bir zihniyeti ortaya koymaktadır. İşin en komik tarafı, Erdoğan'ın dediğine göre ''hakaret ve iftira hukuk dışıdır.'' Ancak, Türkiye'de bu tür suçları en yaygın ve en sık biçimde işleyen bazzatihi Erdoğan'ın kendisi ve onun adamlarıdır. Erdoğan defalarca toplumun bazı kesimlerine ve bazı kişilere hakaret etmiştir. Yine Erdoğan Kılıçdaroğlu'na açıkça iftira atmıştır. O, seçim döneminde Kılıçdaroğlu'nun PKK yöneticileri ile bir stüdyoda birlikte bir video çektiklerini iddia edip, kamuoyuna montaj-sahte bir video izletmiştir. Üstelik daha sonra bu videonun sahte olduğunu yine kendisi itiraf etmiştir. Ancak buna rağmen Türkiyede hiç bir savcı çıkıp Erdoğan hakkında bir iftira davası açmamıştır. Demek ki, Erdoğan'ın ''hukuk karşısında herkes eşittir'' sözleri tam anlamıyla bir palavradan ibarettir. Hayır, Türkiye'de hukuk Erdoğan ve onun rejiminin adamları için ayrı, muhalefet ve halk için ayrı bir düzlemde işlemektedir.
Biraz uzun ancak Erdoğan'ın bahsettiğimiz konuşmasında yer alan bu pasajları dikkatlice okumak fazlasıyla gereklidir. Erdoğan'ın sözlerinde, onun ustaca gizlenmiş faşist zihniyetini, pervasızlığını usta manipülatörlüğünü ve iki yüzlülüğünü görmek mümkündür:
"Siyasette yumuşamaktan kastedilen hukuka, demokrasiye, insan haklarına saygı duyulmasıdır...
Bizden hukuksuzluk karşısında kimse yumuşak bir tavır beklemesin. Demokrasiyi ortadan kaldırmaya, insan haklarını çiğnemeye yönelik eylemler karşısında kimse bizden yumuşak tavır beklemesin. Özgürlükleri kısıtlamaya yönelik girişimler ya da özgürlük adı altında başkalarının özgürlüğünü daraltmaya yönelik eylemler karşısında bizden kimse yumuşak tavır beklemesin. Milletin inanç değerlerine, kutsallarına, mukaddesatına yönelik karşısında kimse bizden yumuşak tavır beklemesin."
Bunca yıllık iktidarı sürecinde Erdoğan'ı ve onun inşa ettiği rejimi tanımamış ve hala ''çözerse Erdoğan çözer'' nakaratını tekrarlyan bazı muhalif çevreleri hayal kırıklığına uğratmaya yeter mi bilemeyiz, ancak bu sözlerden anlıyoruz ki, Erdoğan ''yumuşama'' ya da ''normalleşme'' derken, iktidarın politikalarında ve uygulamalarında bir değişimden bahsetmiyormuş. Ona göre iktidar ve kendisi zaten ''hukukun, demokrasinin ve insan haklarının temsilcisi ve koruyucusudur. Bu değrlere dayalı düzeni bozmak isteyen muhalfettir. Yumuşama ve normalleşme için muhalefetin bu bozguncu tavrından vazgeçerek, iktidarın kurduğu düzene tam olarak uyması gereklidir.''
Yıllardır ''yerli ve milli'' muhalefetten bahseden Erdoğan, şimdi daha açık bir biçimde bu tür muhalefetten ne anladığını ve bu muhalefetten ne beklediğini açıklıyor:
"Türkiye'ye saldıranlar, Türkiye'nin çıkarlarına zarar verenler, ülkemizin hak ve hukukunu çiğnemeye kalkan müstevliler karşılarında kimse bizden yumuşak tavır beklemesin. Biz işte ana muhalefetten ve muhalefetten de bunu bekliyoruz. Türkiye'nin bazı meselelerinin siyaset üstü bir yaklaşımla ele alınması, gerilimi zaten kendiliğinden düşürecektir. Milletin siyaset kurumundan beklentisi de bu yöndedir. Milletimiz, bizden sandıkta kendisini temsil yetkisi verdiği siyasetçilerden ortak bir zeminde bir araya gelip derdine derman olmamızı bekliyor. Örneğin, terör karşısında iktidarı, muhalefeti, ortak bir tavır geliştirebildiğinde sadece gerilim düşmekle kalmayacak terör de artık tamamen miadını dolduracaktır. Mesela darbe anayasasının, sivil, yeni, kuşatıcı ve özgürlükçü bir anayasa ile değiştirilmesi konusunda hep beraber el ele verebilirsek sadece siyasetin havası değil inşallah ülkemizin bahtı da değişecektir." 2
Sonuç: Erdoğan iktidarının stratejik yöneliminde en küçük bir sapma görülmüyor. Rejimin otoriter-totaliter ve rantçı karakteri de ''yumuşama ve reform'' yönünde bir değişime izin vermemektedir. Nitekim, aksi yönde yaratılmaya çalışılan algı ve imajların aksine, iktidar, muhalefetin tümden bastırılması ve faşizmin geri dönülemez bir biçimde kurumsallaşması yolunda son adımları atma yönünde ilerlemektedir. Yerel seçimlerde başarılı göründüğü halde, burjuva muhalefetin siyasal olarak etkisizleştirilmesi ve rejimin bir uzantısı haline dönüştürülmesi ve işbirlikçi burjuva muhalefeti eliyle, işçi sınıfı hareketinin ve sol-sosyalist hareketin kontrol altına alınması yönünde atılan adımlar, rejimin nihai hedefine doğru ağır da olsa ilerlediğini göstermektedir. Kuşkusuz yeni uzlaşmalar, iktidar bloku içinde bazı kopuş ve tasfiyelere de yol açabilir. Fakat sanılanın aksine, yeni konjonktüre uygun olduğu taktirde, bu kopuş ve tasfiyeler, faşist rejimin daha da güçlenmesine yol açabilir. Tıpkı Hitlerin tekelci sermaye ile daha sağlam bir biçimde birleşmek uğruna, 1934 yılında SA şefi Röhm ve ekibini tasfiye etmesi örneğinde görüldüğü gibi.
Ekonomik kriz ve siyasal muhalefet nedeniyle düzende yaşanan tıkanma, yerel sermaye fraksiyonları arasında yeni bir uzlaşma zeminin oluşturulmasını ve iktidar blokunun güçlendirilmesi yoluyla rejimin ''reforme'' edilmesi zorunluluğunu dayatmış ve bu yönde göreceli de olsa bir ilerleme yaşanmasına yol açmıştır.Ancak bu etki, emek ile sermaye, ya da sermaye iktidarı ile halk arasındaki çelişki ve çatışmalarda bir yumuşamaya ve uzlaşmaya yol vermemektedir. Çünkü sermaye, ekonomik krizin yükünü halka yükleyerek, tıkanmayı aşma amacındadır.
Sermaye fraksiyonları arasındaki uzlaşma çabaları, aldatıcı bir biçimde, genel anlamda toplumdaki siyasal gerilimlerin ve atmosferin yumuşatılması olarak sunulmaktadır. Sermaye güçlerinin bu manevrası, sadece ekonomik-siyasal düzlemde sermayenin yaşadığı tıkanıklığın aşılması için, toplumsal muhalefetin en azından bu süreçte sakinleştirilmesini hedeflemektedir. Aynı taktik, daha bariz bir biçmide Kürt ulusal hareketine karşı da uygulanmaktadır. İktidar ve ilkesiz düzeyde uzlaşmacı bir klik tarafından sürekli bir biçimde gündemde tutulan ''yeni çözüm süreci'' beklentisi, Kürt halkının edilgen bir konumda tutulması yönünde kullanılan önemli bir manevradır. Bu çaba Kürt ulusal hareketinde çok ciddi bir stratejik bulanıklığa yol açmaktadır. En kötüsü de bu bulanıklığın aşılması yönünde, etkin güçler içinde atılım yapılması yönünde umut veren bir odağın olmamasıdır. Bu durum Kürt ulusal hareketinin sürekli bir git gel dalgsı içinde salınımına neden olmaktadır.
Rejimin toplumsal muhalefeti her yönden kuşatarak kontrol altına almaya ve boğmaya çalıştığı bu aşamada, devrimci-demokrat, komünist siyasal-ideolojik hattın ve örgütlülüğün, ilkesiz uzlaşmacı ve işbirlikçi örgütlenme ve akımlar karşısında belirgin bir biçimde, alternatif-bağımsız varlığını, duruşunu ve pratiğni ortya koyması, yaşamsal bir öneme sahiptir.
Dipnotlar
-------------
1 https://www.aa.com.tr/tr/gundem/cumhurbaskani-erdogan-darbe-anayasasinin-degistirilmesi-konusunda-el-ele-verebilirsek-ulkemizin-bahti-da-degisecek/3237045
2 https://www.aa.com.tr/tr/gundem/cumhurbaskani-erdogan-darbe-anayasasinin-degistirilmesi-konusunda-el-ele-verebilirsek-ulkemizin-bahti-da-degisecek/3237045#