Perşembe, Kasım 21, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 


 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Faşist Rejimin Kriz Dinamikleri

 

Faşist Rejimin Kriz Dinamikleri

 

Ahmet Aydın

27.07.2021

 

Pandemi’nin de etkisiyle, Türkiye’de ekonomik-siyasal kriz ve sosyal sorunlar giderek ağırlaşıyor. TUİK verilerine göre; 2021 Haziran aynıda ‘’İşsizlik oranı 0,9 puanlık artış ile %13,9 seviyesinde gerçekleşti.’’[1] Yine bu kurumun yılın aynı ayı ile ilgili verilerine göre ‘’Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) aylık 1,94 arttı. Yıllık enflasyon yüzde 17,53 oldu.’’[2]  OECD’nin 2021 raporunda da ‘’Türkiye hem eğitim hizmeti hem adalete güvende sınıfta kaldı. Türkiye hukukun bağlayıcılığı ve yolsuzlukla mücadelede de yetersiz bulundu.’’[3]

Üç yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, Türkiye ekonomik krizden çıkamadı. Bir ekonomik-siyasal bunalım ve bir rejim krizi yaşandığını söyleyebiliriz. Bu koşullar, AKP-MHP iktidarının kitle tabanını eritiyor ve iç dengelerini zorluyor. Kriz ve kitle tabanın erimesi, bir yandan faşist iktidar blokunun toplum üzerindeki ideolojik ve siyasal hegemonyasını yitirmesine yol açıyor, diğer yandan Erdoğan ve AKP’nin, iktidar bloku üzerindeki egemenliğini zayıflatıyor. Gerek farklı muhalefet güçleri, gerekse iktidar bloku içindeki klikler, hegemonya boşluğunu doldurmak yönünde doğal bir itki kazanıyorlar. Muhalefet, sarsılan iktidarı yıkmak için erken seçim çağrılarını yüksek bir tonda dile getirmeye devam ediyor. İktidar bloku içindeki klikler ise, saray darbeleriyle blokun inisiyatifini ele geçirmeye çalışıyorlar. Bu koşullar coğrafyamızda siyaset alanını giderek hareketlendiriyor.

1- İktidar ideolojik-siyasal ve kültürel hegemonyasını yitiriyor

2001 ekonomik krizinden çıkış sürecine denk gelen AKP iktidarı, dünyada yaşanan kredi bolluğundan ve uluslararası destekten de yararlanarak, ilk on yılda ekonomide ve siyasal durumda göreceli bir iyileşme ve istikrar sağladı. Bu durum, AKP’nin kitle desteğini büyüttü ve iktidarını sağlamlaştırmasını sağladı. Eski rejimin yarattığı sorunlar ve 2001 ekonomik krizinin etkileri kitlelerin hafızasında canlılığını koruduğu için, göreceli iyileşme ve istikrar, AKP’nin siyasal propagandasına ciddi bir geçerlilik, buna bağlı olarak da; AKP iktidarına meşruiyet kazandırdı. AKP’nin ‘’ekonomik büyümenin öncüsü, milli iradenin temsilcisi, yeniden büyük Türkiye’nin kurucusu’’ söylemi ve iddiaları, bu süreçte kitleler nezdinde kabul gördü.  Fakat günümüzde bu argümanların önemli ölçüde geçerliliklerini yitirdiklerini gözlemliyoruz. AKP-MHP iktidarı artık ne milletin çoğunluğunun desteğine sahiptir, ne de ekonomik büyümenin şampiyonudur. Aksine bu iktidar; çoğunluğun desteğini kaybettiği gibi, 2001 krizinden daha büyük bir ekonomik krizin sorumlusudur.

İslam dini, AKP’nin ideolojisinin ve siyasal faaliyetinin en değerli sosyal sermayesi ve meşruiyet kaynaklarından birisidir. AKP, dinin Ortadoğu bölgesinde oluşturduğu sosyal-kültürel birikimi, kendi iktidar mücadelesinde fazlasıyla kullandı. Sahte bir gerçeklik özerine kurulmuş ‘’fazilet ve ahlak sahibi dindar‘’ imajı, kitlelerin AKP ile sıcak bir aidiyet bağı kurmasında önemli bir rol oynadı. Ancak, toplumun artık çıplak gözle bile görebildiği yolsuzluklar, adaletsizlikler, karanlık ve kirli ilişkiler; AKP’nin ‘’temiz ahlaklı dindar’’ imajını da yerle bir etti. Yaratılmaya çalışılan imajın aksine, Türkiye toplumu belki de, tarihinin hiçbir aşamasında bu kadar kirlenme ve çürüme yaşamamıştı.

AKP iktidarı, 2001 ekonomik krizi ve tek ulus temeli üzerinden inşa edilen Kemalist rejimin, Kürt ulusal varlığının kendisini her alanda güçlü bir biçimde var etmesiyle yaşadığı çöküntü sonucunda kuruldu. Türk devleti; hemen hemen her yıl tekrarladığı ‘’bu yıl terör bitecek’’ sloganı eşliğinde, 90’lı yıllar boyunca, tam bir ulusal seferberlik halinde ve NATO’nun büyük desteğiyle, Kürt halkına ve ulusal harekete karşı yoğun ve kuralsız bir özel savaş yürüttü. Binlerce insan ‘’faili meçhul’’ cinayetlerde katledildi, binlerce köy boşaltıldı ve milyonlarca insan sürgün edildi. Ancak bütün bu ağır saldırılara ve Kürdistan’da yaratılan tahribata rağmen, sürecin sonunda görüldü ki, Kürt ulusu, onun ulusal bilinci ve sorunları oldukları yerde duruyorlar. Dahası savaş ortamı, devlet kurumları içinde çeteleşmeyi, yolsuzluk ve kayırmacılığı büyütmüş, devletin hiyerarşik işleyişini bozmuştu. Kürdistan’da yürütülen kuralsız savaş, giderek Türk devletinin çürüyüp yıkılmasına yol açıyordu. Bu koşullar, en başta savaşın yürütücüleri olmak üzere, içerde ve dışarda pek çok çevrenin savaş yoluyla bu sorunun çözülemeyeceği gerçeğini görmelerine yol açtı. Çünkü gerilla hareketinin yok edilmesi ve ulusal taleplerin bastırılması için her türlü imkan seferber edilmiş ve her türlü yöntem denenmişti. Buna rağmen, bütün o askeri zafer söyleminin altından gerçeklik kendisini en çıplak haliyle göstermişti. Kürt sorunu karşısında izlenen yüz yıllık strateji ve taktikler işlevlerini yitirmişlerdi. Kemalist rejimin Türk milliyetçiliği ideolojisi artık Kürt ulusu üzerindeki hegemonik gücünü tümden kaybetmişti. Tüm TC vatandaşlarını Türk ilan eden ve vatandaşlardan oluşan homojen bir Türk ulusu oluşturmaya çalışan proje, açık bir biçimde çökmüştü. Kürtler kendilerini Türk ulusunun bir parçası olarak değil, ayrı bir ulus yani Kürt olarak görüyorlardı ve Türk milliyetçiliği ideolojisi kesinlikle onlara hitap etmiyordu.

Devletin Kürtler üzerindeki ideolojik etkinliğini yitirmesi, onun toplumu bir arda tutma, birleştirme gücünün giderek yok olması ve nihayetinde düzenin çökmesi demektir.  İşte siyasal İslamcı ideolojiye sahip olan AKP, Kemalist rejimin kriz yaşadığı bu noktada, tam bir kurtarıcı rolüyle öne çıktı. AKP siyasal İslamcı ideolojisi ve Müslüman kimliği ile; Kürtleri ve Türkleri bir arada tutabilecek ve düzenin varlığının sürmesini sağlayabilecek bir hareket olarak görüldü. Deyim yerindeyse düzenin yaşaması için aranan kan, AKP’de bulunmuştu. AKP Türk milliyetçiliğini ret etmiyordu, ancak İslamcı-ümmetçi ideoloji bu partinin baskın ideolojisiydi. Türk milliyetçiliği ise bu ideolojisinin bir alt bileşeniydi. Kemalist rejim de ise, İslamcılık bir alt ideolojik bileşen olmakla birlikte, oldukça geri plana itilmişti. Laik karakterli Türk milliyetçiliği ideolojisi bu rejimin baskın ideolojisiydi.

AKP’nin ‘’kapsayıcı Müslüman’’ kimliği, Kürtlerin AKP’ye umutla bakmasına yol açtı. AKP yüz yıl boyunca işlenmiş suçların sorumluluğunu Kemalist rejime yükleyerek ‘’Müslüman kardeşliği’’ imajıyla; Kürtlerle adeta yeni ve temiz bir sayfa açacakmış gibi bir izlenim yarattı ve oluşan bu beklentiyi siyasal ranta çevirerek iktidarını güçlendirdi. AKP’nin yarattığı bu sahte kardeşlik ve Kürt sorununa Kemalist rejimden farklı yaklaşacakmış imajı, maalesef bugün bile hala pek çok Kürdü beklentiye sevk etmektedir. Halbuki, Erdoğan ve AKP’nin sahip olduğu siyasal İslamcı gelenek, ulusal sorun diye bir sorun tanımaz. Onlar için bir ulusal sorun; vatandaşlık haklarından, kimliğin tanınması ve dilin günlük yaşamda serbestçe kullanımından öteye geçmez. Ötesi ‘’kavimcilik’’ ve ‘’ümmet düşmanlığı’’dır. Bu nedenle Erdoğan kolaylıkla ’Artık Kürt sorunu diye bir sorun yoktur’’ diyebiliyordu.

AKP, Kürtlerin Kemalist rejimle var olan kadim çelişkisinden yararlandı ve iktidarını güçlendirdi. ‘’Çözüm süreci’’ bu yararlanma çabasının en üst noktasıydı. Ancak sürecin gelişme eğilimi, onun iktidarını güçlendirme yönünden uzaklaştığı anda, süreci bitirdi. Bu noktadan itibaren, artık ‘’kapsayıcı’’ siyasal İslamcı ideoloji ve ‘’Müslüman kardeşliği’’ kimliği de Kürtleri kontrol etmeye yetmiyordu. Düzen yeniden Kürtleri kaybetmişti. Kürtlerin yasal alandaki siyasal gücü ve talepleri AKP’nin kurmak istediği totaliter ve otoriter rejim önünde büyük bir engel oluşturmaya başlamıştı. Bu noktada AKP; ideolojisinin bir alt bileşeni olan Türk milliyetçiliği ideolojisini, İslamcı yanı dengeleyecek bir biçimde ve Sünni Türk sosyal temeline oturacak şekilde öne çıkardı. Bu gelişmeye paralel olarak, devlet içindeki Türk milliyetçisi faşist kliklerle ittifak kurarak; Kürt halkına ve ulusal harekete savaş açtı. Fakat, tıpkı 90’lı yıllarda olduğu gibi, tüm saldırılara rağmen ne Kürt halkının ne de ulusal hareketinin direncini kırabildi. AKP-MHP rejimi, dönüp dolaşıp Kemalist rejimin son bulduğu çözümsüzlük noktasına ulaşmıştır. AKP-MHP rejimi bir Gordion düğümünün karşısındadır. Rejim aslında bu düğümü kılıçla, yani savaş ve yok etme yoluyla çözme konusunda kararını çoktan vermişti. Fakat iç ve dış şartlar bu kararın uygulanmasını olanaklı kılmıyor. Şimdi bu çıkmazı aşmak için, bir yandan Kürtlere karşı savaşı sürdürürken, diğer yandan yeniden sahte barış umutları yeşertmeye çalışıyor.

2- Rejimin kitle tabanı eriyor ve sınıfsal temeli sağlam değil

İktidara gelişinden günümüze kadar, işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve toplu pazarlık gücünün kırılması yönünde, en sert adımları atmaktan çekinmeyen AKP iktidarı; kitlesel tabanını oluşturan orta sınıfları, son kriz öncesine kadar kollamaya çalışıyordu. Hatta kriz döneminde de bazı korumacı girişimler oldu. Ancak, krizin derinleşmesiyle; rejimin ekonomik manevra kabiliyeti önemli ölçüde zayıfladı ve orta sınıfları kaderine terk etmek zorunda kaldı. Şimdi bu rejimin tek öncelliği, sınıfsal dayanağını oluşturan tekelci büyük sermaye sınıfının rantçı İslamcı bir fraksiyonunu korumaktır. Bu durum, rejimin kitlesel temelini zayıflatan temel bir etkendir.

‘’Mülkiyet, düzen, din, ulus ve aile’’ sosyal-kültürel temeli üzerinde, ideolojik-siyasal bir uzlaşma ile kurulan yeni iktidar bloku, orta sınıfların ve farklı sermaye sınıflarının önemli bir kesimini birleştirmişti. Bununla birlikte, siyasal İslamcı ideolojinin öne çıkması, buna bağlı olarak; Arap mali sermayesi ile güçlü bağları olan ve rantçı karakteri ağır basan bir İslamcı büyük sermaye fraksiyonun imtiyazlı hale gelmesi ve iktidar tarafından özel desteklerle büyütülmesi, laikliği ve göreceli olarak burjuva demokrasisini benimsemiş Türk mali sermayesinin önemli bir kesimini rahatsız etmiştir.  Bu durum, mali sermayenin güçlü bir biçimde faşist rejimle birleşmesini ve bu rejimin sınıfsal karakterini belirleyen hegemon sınıfı olmasını önlemiştir. Arap mali sermayesinin ve uluslararası mali sermayenin sağladığı sınıfsal zemin ve mali kaynak, dış politikadaki çelişkiler nedeniyle istikrarlı bir temel sunamaz. Güçlü bir mali sermaye sınıfı temeline ve bu sınıfın ideolojik-siyasal hegemonyasına dayanmayan faşist rejimler ise, kurumsallaşıp stabil hale gelemezler.

Günümüzde sıklıkla iktidar bloku içinde çelişkilerden bahsedilmektedir. Hatta bazı çevreler siyasetlerini iktidar bloku içinde yaşanacak çatlaklara dayandırmaktadır. Bu yanılgı, iktidar bloku içindeki çelişkilerin kaynağını ve niteliğini tersten okumaktan kaynaklanmaktadır. Klikler arasındaki çelişkiler, iktidarın stratejik doğrultusu ve uzlaşma zemini konusunda, klikler arasında oluşan görüş farklılıklarından kaynaklanmıyor. Uzun bir tarihsel kesit içinde oluşmuş ve belirli sosyal dayanakları olan bu kliklerin, kolayca niteliksel bir dönüşüme uğramaları da beklenmez.

İktidar bloku, İslamcı Türk milliyetçiliği ideolojisi zemininde; içerde homojen bir ulus temeline dayanan otoriter-totaliter bir devlet ve rejim ve Türk-İslam coğrafyasına hükmeden emperyalist bir Türkiye’nin inşası hedefleri üzerinde bir uzlaşıya dayanmaktadır.[4] Geçici uzlaşma ve işbirliklerine gitse de, bu iktidar aslında, ne Batı blokuna ne de ‘’Avrasya bloku’’ denilen güçlere bağımlı olmak istiyor. Aksine, bu iktidarın hedefi, bağımsız bir emperyalist güç ve blok oluşturmaktır. Yani, yeni iktidar blokunun hedefi oldukça büyüktür.  Hedefin büyüklüğü ile Türkiye’nin reel gücü arasındaki uçurum elbette dikkat çekicidir. Türkiye emperyalist devletlerle rekabet edecek düzeyde güçlü bir mali sermaye birikimine ve ileri teknolojiye sahip değildir. Bu nedenle Erdoğan, Türkiye’de iktidarı ele geçirme stratejisine benzer bir emperyalistleşme stratejisi izliyor. O emperyalistlerin mali ve teknik gücüne karşı, İslamcılık ve pan Türkçülük sosyal sermayesini ve bu değerler temelinde harekete geçirilmiş büyük kitlesel gücü çıkartmak istiyor. Kabul etmek gerekir ki, bu projenin dayandığı zemin oldukça geniştir ve bu zemin bünyesinde büyük çelişki ve risklerle birlikte, büyük bir potansiyel de barındırmaktadır. İslamcılık ve Türkçülük, Sahra çöllerinden Sincan’a; Rusya’nın içlerinden Sudan’a uzanan geniş bir coğrafyada güçlü bir etkiye sahiptir. Daha da önemlisi, Erdoğan emperyalistlerin atom silahlarının karşısına dinci terörü çıkartıyor. Ki bu silah, belki de atom silahlarından daha da tehlikelidir.

Elbette iktidar bloku tam anlamıyla homojen bir yapıya sahip değildir. İktidar klikleri arasında, Türk-İslam sentezine dayanan resmi ideolojinin hangi yönünün (yani İslamcı mı Türk milliyetçiliğinin mi?) baskın olması gerektiği ve genel olarak din-siyaset ilişkisi konusunda, devlet kadrolarının ve yürütme gücünün paylaşımı konusunda ve elbette buna tekabül eden büyük sermaye sınıfının hangi fraksiyonunun iktidar bloku içinde hegemon olacağı konusunda bir mücadele vardır. Fakat bu mücadele, stratejik yönelime göre tali bir öneme sahiptir. Tüm klikler, var olan iktidarın güçlendirilerek sürdürülmesini; hem kendi stratejik hedeflerine ulaşma açısından hem de kendi varoluşları için olmazsa olmaz bir adım olarak görüyorlar. Dolayısıyla klikler arasındaki stratejik konsensüs, taktik alanlardaki farklılıkları örtecek düzeyde derindir.

Gerçekte, iktidar blokunu zorlayan ve klikler arasındaki çelişkileri derinleştiren iki temel etken vardır: 1) Ekonomik kriz, 2) Halk muhalefetinin gelişen mücadelesi.

Kriz ve yerel yönetimlerin kaybedilmesi sonucunda rant kaynaklarının kesilmesi, klikler arasındaki rant paylaşım mücadelesini keskinleştiriyor ve tasfiyeleri zorunlu hale getiriyor. Bunun yanı sıra, krizden etkilenen halkın iktidara güveni azaldı ve muhalefetin desteği giderek yükseldi. Muhalefetin gelişmesi de iktidarın kaybedilmesi riskini doğuruyor. Bu durum, kliklerin giderek iktidardan dolayısıyla birbirilerinden umutlarını kesmelerine ve yeni ittifak arayışlarına yol açabilir. Ancak unutmayalım ki, özellikle faşist iktidarlar ayakta kalmak için şiddet, savaş başta olmak üzere, tüm yolları kullanırlar ve sona ana kadar direnirler. Onların direncini ve umutlarını kıracak tek şey, faşizmi ezme hedefinden sapmadan yürüyen halkın gücüdür.

3- Emperyalist eğilim ve yayılmacı politikalar tıkandı

Sadece içte düzenin sürdürülmesi açısından değil; Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla işlevsizleşen ve giderek terör faaliyetleri ile Batı’yı tehdit eden ‘’radikal İslam’’ın tasfiyesi ve Orta Doğu’da yeni bir düzenin kurulması için ‘’ılımlı İslam’’cı bir güce duyulan ihtiyaç da, AKP’yi dönemin aranan partisi haline getiriyordu.  ABD için, AKP ve bu partinin yöneteceği bir Türkiye, İslam dünyası için; hem yeni bir rol model hem de bir jandarma gücüydü. ABD’nin Ortadoğu ve İslam dünyasıyla ilgili yeni planları Türkiye’ye bir alt emperyalist, bir bölge jandarması rolü biçiyordu. Türkiye’de siyasal İslamcı AKP’nin iktidara gelmesinde, ABD’nin bu yeni düzen planlarının büyük rolü vardır. Fakat bu plan Suriye’de uygulanırken, Türkiye ABD’nin ve Körfezin Arap devletlerinin kendisine biçtiği rolün ötesine geçerek, kendi oyununu kurmaya başladı, yani emperyalist bir yönelime girdi. Bu durum; başta ABD olmak üzere, Batı ve Körfezin Arap ülkeleriyle Türkiye arasındaki ilişkileri gerginleştirdi, çelişkileri derinleştirdi. Türkiye’nin dış politikasında gelişen yayılmacı, emperyalist eğilim, aynı zamanda içerde aşırı Türk milliyetçiliğinin daha da öne çıkmasını sağladı. Nitekim bu değişim, Erdoğan’ın söyleminde de açık olarak görüldü. Ümmetin birliğini öncelikli hedef olarak gösteren Erdoğan, birden ‘’Kızıl Elma’’cı oldu.[5] Bu arada iktidar blokunun sahte bir anti-emperyalist söylem geliştirdiğine de tanık olduk. Emperyalistlerle birlikte Suriye’ye saldırıp bu ülkeyi paylaşmak isteyen Erdoğan, birden bire anti-emperyalist kesilmişti. Nüfuz mücadeleleri üzerinden Batı ile yaşanan çelişkiler, Türkiye’ye dış kredilerin akışını engelleyen ve ekonomik krizi derinleştiren ciddi bir faktördür. Keza AKP-MHP iktidarının Neo-Osmanlıcı yayılma politikaları Arap dünyasında ve bölgede Türkiye karşıyı geniş bir cephe oluşmasını sağladı.

Şimdi AKP-MHP iktidarı, Batı’ya bazı tavizler vererek Batı dünyası ile arasında güven tazelemek ve dış sermaye akışını sağlamak istiyor. İktidar, Doğu Akdeniz’de geri adım attı. Mültecilerin Türkiye’de tutulması konusunda Avrupa ile anlaştı. Ve Afganistan’ın başkenti Kabil’de havaalanın güvenliğinin sağlanması görevine talip oldu. İktidar, bütün bu tavizler karşılığında bir mali kaynak sağlayabilirse, ekonomik krizi atlatacağını, halkın desteğini yükseltebileceğini ve yapılacak erken seçimde zafer kazanabileceğini hesaplıyor. Bu alanda kısmi bazı ilerlemeler sağlandığı görülüyor. IMF Türkiye’ye 6.5 Milyar Dolar kredi sağlayacak. AB ise yeni mülteci antlaşması karşılığında 3.5 Milyar Euro ödemeyi taahhüt ediyor. Ancak sağlanan bu kaynakla, Türkiye’nin ekonomik krizi aşması oldukça zordur. Çünkü, Türkiye’nin yaşadığı kriz esas olarak yapısaldır ve bu yapısal sorunların en büyük kaynağı da, bu rejimin kendisidir.

4- Halk muhalefetinin direnişi bastırılamıyor

Uluslararası mali sermayenin çıkarlarını ifade eden neo-liberal kapitalist programı benimseyen ve bu programı acımasızca uygulayan AKP iktidarının; ilk saldırdığı sosyal kesim işçi sınıfı olmuştur. 2009-2010 sürecinde ülke genelinde 40 Tekel işletmesinin kapatılması ya da özelleştirilmesi ile binlerce Tekel işçisi işsiz bırakılmıştı.[6] Özelleştirme, işten çıkarma ve ülke kaynaklarının yerli ve yabancı sermaye gruplarına peşkeş çekilmesi politikası bugüne kadar pervasızca sürdürülmüştür.

AKP iktidarı, Hitler ve Mussolini rejimlerinin grev yasağı siyasetini fiilen uygulamıştır. Erdoğan grev yasaklarını şöyle savunmuştu: “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı. Şimdi grevler yok. Grev olmuyorsa işçinin hakkını veriyorsun, hukukunu gözetiyorsun demektir”[7] Halbuki, grevler genellikle ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle bizzat iktidar tarafından ertelenmiş ya da yasaklanmıştır.[8] Nitekim, ''12 Temmuz 2017'de yabancı sermayeli yatırımcılara hitap eden Erdoğan, olağanüstü hal uygulamasının iş dünyasının rahat çalışabilmesi için yapıldığını ifade ederek, "Biz göreve geldiğimizde Türkiye'de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifade ederek anında müdahale ediyoruz" diye konuşmuştu.''[9]

Türkiye’de işçi sınıfı hareketi, 12 Eylül darbesiyle aldığı yenilginin etkilerini üzerinden atmadan, yeni bir faşist saldırıya maruz kaldı. Bugün işçiler 70’li yıllardan bile daha örgütsüz bir konumdadırlar.[10] Bu nedenle ulusal ölçekli, birleşik ve dinamik bir işçi sınıfı hareketinden söz edemeyiz. Ancak yerel direnişler şeklinde de olsa, işten atılan; hakları gasp edilen işçi gruplarının direnişi sürüyor. Devrimci-sosyalist hareketin durumu da işçi sınıfı hareketinin durumu ile paralel gelişme gösteriyor. Bununla birlikte, işçi sınıfının potansiyel gücü oldukça yüksektir. Bağımsız ve bilinçli bir sınıf hareketi düzeyine ulaştığında ve devrimci sosyalist bir öncülükle birleştiğinde, rahatlıkla bir siyasal ve sosyal devrim gücüne dönüşür.

Kadınlar, bu rejimin düşmanca saldırılarına maruz kalan diğer bir sosyal guruptur. Kadın hareketi, cinsiyet eşitliğini savunduğu için, bugünkü dinci-faşist rejimin; evde, işyerinde ve ülkede kısaca ‘’her yerde bir şef’ ve her yerde şefe itaat’’ anlayışına dayanan, erkek egemen düzeni ve kültürü için bir tehdit oluşturmaktadır.

Tüm ulusu bir tek şefin mutlak hakimiyeti altında birleştirmeye çalışan bu rejim, egemenlik ilişkilerini toplumun en küçük birimine kadar yaymaktadır. Ulusun bir şefi(reisi) vardır ve o şefin gücü, daha alt düzeydeki şeflerin(reislerin) gücünün bir bileşkesidir. Ailenin şefi erkektir. Cinsler arasında üstün ve egemen olan da erkektir. Çünkü tanrı kadını zayıf, erkeği güçlü yaratmıştır. Ve kadın erkeğin hakimiyetine boyun eğmek zorundadır. Tıpkı işçinin sermayeye ve tüm toplumun yöneticilere itaat etmesi ve boyun eğmesi gibi.

Faşizmin kadına bakışı, genel olarak dinlerin kadına bakışı ile hemen hemen aynıdır.  Kadın erkeğe göre ikinci sınıf bir insan olarak görülür. O, erkeğin zevk ve üreme aracıdır. Toplumun çoğalmasını ve varlığını sürdürmesini sağlar, savaşçılar yetiştirir. Kadının yeri evidir ve görevi erkeğe hizmet etmektir. AKP rejimi bütün bu değerleri zaten toplumda hazır halde buldu. Ancak önceki rejimde esas olarak toplumsal-kültürel yapının içinde, yatay düzlemde varlığını sürdüren ilişkiler ve değerler, yeni rejimle birlikte tüm topluma tepeden dayatılan ideolojik-siyasal ve kültürel hegemonik ilişkilerin parçası oldular. Bu nedenle; bu rejimin erkeği kayıran kadın düşmanı siyasetinden cesaret alan erkekler, nerdeyse her gün sokaklarda kadınları öldürüyorlar, yaralıyorlar. Kadına şiddet ise artık olağan ve yaygın bir uygulamaya dönüştü. Bu saldırılara karşın kadınlar rejime ve erkek egemenliğine teslim olmadılar. Kadın hareketi giderek güçlendi, ulusal ölçekte, kitlesel bir eylemlilik düzeyine ulaştı. Coğrafyamızda kadın hareketi hem demokrasi mücadelesinin önemli bir dinamiğidir hem de direngen yapısı ile toplumsal mücadele güçlerine örnek olmaktadır.

Alevi toplumu; bu rejimin, toplumu homojenleştirme ve tekleştirme politikalarının ve saldırılarının en öncelikli hedeflerinden birisidir. Sünni İslam’ın bir yorumunu kendi resmi dini olarak benimseyen bu rejim, Alevi inancını, ibadethanelerini yok saymakta ve onların değerlerine saygı göstermemektedir. Aleviler her alanda ayrımcılığa uğramakta ve eşit vatandaşlık haklarından yararlanmamaktadırlar. Aleviler bugün neredeyse tümden devlet kurumlarından dışlanmışlardır. Onların vergileriyle başka inançlara hizmet götürülürken, Alevilere hizmet, bu rejim tarafından asimilasyon yolunda bir şantaja dönüştürmüştür. Buna rağmen Aleviler kendi inançlarının gösterdiği yoldan gitmekte kararlıdırlar. Rejimin saldırıları Alevileri de teslim alamamıştır. Alevi toplumu bugün, işçi sınıfı, Kürt halkı ve kadınlar gibi demokratik muhalefetin en önemli toplumsal dayanaklarından birisidir.

Faşist rejimin doğası muhalefete yaşama hakkı tanımaz. Bu nedenle, faşizm; kesin zaferini ilan etmek için tüm muhalefeti ortadan kaldırmak zorundadır. AKP-MHP iktidarının tüm muhalefeti ortadan kaldırmak istediği ve bu konuda hayli mesafe kat ettiği konusunda uzun bir tartışma yürütmek gereksizdir. Erdoğan ‘’Türkiye’nin kaderi, AKP’nin kaderiyle birleşmiştir’’ derken, tam da bu muhalefetsiz rejim hedefini dile getiriyordu. HDP’nin ve Kürt siyasal hareketinin kayyumlar, tutuklamalar, düşmanlaştırma ve linç kampanyaları ve nihayetinde kapatma davalarıyla tasfiye edilmeye çalışıldığını sanırız herkes görmektedir.

Kürt muhalefetine yönelik saldırı, faşizmin genel olarak muhalefete karşı geliştirdiği saldırıların sadece öncelikli bir adımıdır. Bu ilk adımda zafer kazanılırsa, gerisi getirilmeye çalışılacaktır. Tıpkı Nazilerin önce Yahudilere ve komünistlere, sonrasında tüm muhalefete saldırması gibi. Fakat, şimdilik iç ve dış güç dengesi ve yaşadığı ekonomik-siyasal tıkanma, AKP-MHP rejiminin istediği nihai adımları atmasını önlüyor. Bu durum, rejimin kabuğuna çekildiğini ve iktidarı sessizce muhalefete bırakmaya hazırlandığı anlamına gelmiyor. Bazı kesimler, adeta iktidarın kendiliğinden yıkılacak bir durumda olduğu şeklinde, kitleleri atalete ve beklentiye sokacak, çok tehlikeli bir alığı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu rejimin önemli ölçüde bir tıkanma ve daralma yaşadığı doğrudur. Ancak yine de, bu rejimin yaşadığı krizi aşma noktasında; tüm olanak ve gücünü yitirdiğini söyleyemeyiz. Özellikle zor-şiddet yoluyla krizini aşama olanaklarını hala güçlü bir biçimde elinde tuttuğunu hatırlamakta fayda vardır. Rejim her ne kadar bazı alanlarda geri adım atmışsa da, bu çekilmenin daha çok; toparlanmak ve yeni bir sıçrama yapma amacına dönük, göreceli bir çekilme olduğunu kabul etmeliyiz. Hatta çoğunlukla bu adımlar, geri adım atılıyormuş izlenimi veren oyunlardır. Bu taktiklerin ne derecede başarılı olacağı ayrı bir meseledir. İktidarın manevraları konusunda dikkat çekilmesi gereken en önemli nokta şudur: İktidar karşısında güçlü ve birleşik bir muhalefetin oluşmaması için; bugüne kadar muhalefet içinde başarıyla sürdürdüğü parçalama ve zayıflatma operasyonlarını hiç hız kesmeden ve büyüterek sürdürmektedir. Sadece HDP değil, Saadet Partisi, İYİ Parti ve CHP; kısacası tüm muhalefet, iktidarın bu operasyonlarının kapsamındadır.

Bu rejim; kitlelerde beklenti yaratma, bu yöntemle onları oyalama ve mücadeleden alıkoyma teknikleri konusunda tam anlamıyla uzmanlaşmıştır. İktidar bu teknikleri en çok Kürtlere karşı kullanmaktadır. Bir zamandır, AKP’nin farklı tarzda da olsa, yeniden bir ‘’çözüm süreci’’ başlatacağı yönünde haberler basında yer alıyor. ABD’de Biden yönetiminin iş başına gelmesiyle, Erdoğan’ın zorunlu olarak bir ‘’U dönüşü’’ ve ‘’demokratik reformlar’’ yapacağı konusunda gelişen yorumlar da, bu tür beklentileri besliyor. Aslında Erdoğan’ın, görüntüde de olsa, pozisyonunu yeni ABD yönetimi doğrultusunda düzenleme girişimleri oldu. Örneğin, Biden’dan telefon beklediği günlerde, Mart ayında; yeni bir ‘’İnsan Hakları Eylem Planı’’ açıkladı. Bu planın açıklanmasının üzerinden beş ay geçti. Sonuç sıfır. Hatta, Türkiye’de insan hakları ihlalleri giderek arttı. Keza bu ay içinde Erdoğan Diyarbakır’a gitti. Bu ziyaret yeni ‘’çözüm süreciyle’’ ilişkilendirildi. Erdoğan’ın bu gezide söylediklerinden akılda kalan tek şey ise ‘’Çözüm sürecini biz bitirmedik’’ yalanıdır.

 

Sonuç

Bu rejimin stratejik doğrultusu, ülke zenginliklerinin giderek dar bir büyük sermaye grubunun elinde merkezileştirilmesi ve yoğunlaştırılması; bununla bağlantılı olarak; iktidar gücünün giderek bir şefin elinde toplanması eğilimine dayandırılmıştır. Dolayısıyla bu iktidarın ve rejimin stratejik doğrultusu demokrasi, özgürlük ve sosyal adalet yönünde değil, tekçilik, otoriterlik, totaliterlik, kısaca faşizm ve emperyalizm yönündedir. Rejimin bu karakteri yaklaşık yirmi yıllık pratiğinde kendisini açık bir biçimde açığa vurmaktadır. Faşist bir karaktere sahip olan bu rejim, geldiği aşama itibariyle; bırakalım köklü bir demokratik dönüşüm yapmayı, sahte demokratik açılım manevraları yapabilecek kapasiteden bile yoksundur.

Halk muhalefetinin direnişi; ekonomik kriz, ağır dış borç yükü ve dışarda yayılmacı amaçlarla yürütülen savaş ve operasyonların tıkanması, 2010 yılında itibaren daha da belirginleşen faşist rejim inşası sürecini tıkatmıştır. Faşist rejim kurumlaşmasını tamamlayamamış ve stabil bir duruma kavuşamamıştır. Gelinen süreçte güdükleşmiş bir faşist rejimle karşı karşıyayız.

Rejim, halk muhalefetinin önüne kurduğu barikatı ve yaşadığı tıkanmayı; öncelikle polis-milis-yargı terörüyle ve otoriter-totaliter yapıyı geliştirerek aşmaya çalışıyor. Fakat, bu politikanın tıkandığı noktada, geri adım atıyor ve reform beklentisi yaratarak; zaman kazanmaya çalışıyor ve muhalefeti içten bölerek zayıflatma yöntemini devreye sokuyor.

Faşist rejimlerin kitle desteğini arttırma ve muhalefeti bastırma yönünde kullandığı en büyük silahı, yayılmacı-emperyalist savaştır. AKP-MHP rejimi Suriye, Libya ve Karabağ’da bu yöntemi kullandı. Güney Kürdistan’da bir ölçüde bu silahı kullanmayı sürdürüyor. Ancak Güney Kürdistan’da gerilla direnişi karşısında çok etkili olamaması ve ekonomik krizin ve uluslararası koşulların kapsamlı bir savaş izin vermemesi, rejimi bu alanda da tıkanmaya itiyor.

Bu koşullar bize; bir iç savaşa yol açamadan, kitlesel direnişle birleştirilmiş bir seçim zaferi sonucunda faşizmin yıkabileceğini gösteriyor. Fakat yine de bir iç savaş riski vardır. Çünkü iktidar sahipleri her koşulda iktidarlarını devretmek istemiyorlar ve onlar, polis-asker ve bekçi güçleri dışında, içerde ve dışarda büyük bir cihatçı milis ordusuna sahiptirler. Bütün bu etkeneler, iç savaşın ciddi bir risk olarak karşımızda durduğunu gösteriyor. Her halükarda belirleyici olacak olan, örgütlü halkın gücüdür.

 

Dipnotlar

--------------------------

 

[1] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Isgucu-Istatistikleri-Nisan-2021-37488

[2] https://www.trthaber.com/haber/guncel/haziran-ayi-enflasyon-rakamlari-aciklandi-tuik-2021-haziran-enflasyon-orani-593308.html

Nerdeyse tüm muhalifler ve bağımsız bilim adamları, TUİK’in verilerinin gerçek tabloyu gizlediği yönünde bir fikir birliği içindedirler. Dolayısıyla, gerçek işsizlik ve enflasyon rakamlarının en azından bir kaç puan daha yüksek olduklarını kabul etmeliyiz.

[3] OECD ülkelerini kapsayan raporuna göre: ‘’ Türkiye eğitim hizmetlerinde memnuniyette yüzde 27 oranla son sırada yer aldı. Türkiye’yi yüzde 36 ile Yunanistan takip etti. Şili yüzde 43 ile sondan üçüncü.’’

‘’Türkiye OECD ülkeleri arasında adalete güven en fazla azaldığı ülkeler arasında. Son 10 yıl içinde 22 puan düşüşle Türkiye’de adalete güven yüzde 38’e geriledi.’’

Türkiye ‘dürüstlük ve yolsuzlukla mücadele stratejisi’ alanında da çizginin altında kaldı.

https://www.diken.com.tr/turkiyenin-oecd-notlari-dokuluyor/

[4] Türkiye'de bugün var olan faşist iktidar bloku başlıca dört klikten oluşuyor: 1) Siyasal İslamcı gelenekten gelen AKP ve onun dayandığı tekelci büyük sermayenin İslamcı fraksiyonu, iktidar blokunun hegemon gücüdür. 2)  60'lı yıllardan bu yana; sivil alanda ve devlet bünyesinde faşist hareketin vurucu gücü olmuş MHP. 3) Ağar-Soylu ekibince temsil edilen, NATO ile bağlantılı eski Kontrgerilla yapılanmasının ve Susurluk Çetesi'nin uzantısı olan, daha çok polis bürokrasisi içinde etkili olan kanat. 4) Özellikle ordu ve güvenlik bürokrasisi içinde ağırlığı olan Ergenekoncu kanat. MHP ve Susurlukçu kliklerin birlikte hareket ettikleri görülüyor. Dolayısıyla bir klik olarak görülebilirler.

[5] ‘’Faşist ideolojiden daha çok hiçbir şey, bukalemuna benzeyemez. Faşizmin, belirli bir zamanda, belirli bir ideoloji ile, ulaşmayı amaçladığı hedefleri gözönüne almadan faşist ideoloji incelenmemelidir.’’ Palmiro Togliatti, (1935) Faşizm Üzerine Dersler, Ser Yayınevi, s. 33-34

[6] https://www.evrensel.net/haber/194591/tekel-iscileri-akp-yi-kusatti

[7] T24, 31 Aralık 2018,

https://t24.com.tr/haber/erdogan-bizimle-beraber-grev-denilen-olaylar-ortadan-kalkti-dedi-iste-akp-doneminde-yasaklanan-grevler,786083

[8]  https://t24.com.tr/haber/iste-son-16-yilda-yasaklanan-grevler,792984

[9] https://t24.com.tr/haber/erdogan-bizimle-beraber-grev-denilen-olaylar-ortadan-kalkti-dedi-iste-akp-doneminde-yasaklanan-grevler,786083

[10] ''DİSK-AR tarafından hazırlanan Sendikalaşma Araştırması'na göre, Türkiye'de işçilerin yüzde 90'ı sendikasız iken yüzde 93'ü toplu iş sözleşmelerinden yararlanamıyor. Ocak 2019 tarihli bakanlık verilerine göre 1 milyon 859 bin sendika üyesi olarak gözükse de bunların 727 bini (yüzde 39’u) toplu iş sözleşmesi kapsamında değildir.''

Birgün, 27 Şubat, 2019, https://www.birgun.net/haber-detay/turkiyede-iscilerin-yuzde-90i-sendikasiz.html