Kasım Süleymani suikasti Ortadoğu'da yeni dönemin işareti
Ahmet Aydın / 4 Ocak 2020
İran'ın en önemli komutanlarından Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis ve diğer bazı İranlı ve Iraklı komutanlar Bağdat'ta ABD saldırısı sonucunda katledildiler. Herhangi bir örgüt ya da bir devlet bu tür bir saldırıda bulunmuş olsaydı, ABD ve onun destekçileri bu eylemi ''terör'' olarak nitelendirirlerdi. Ancak onlar kendileri yaptıkları için, bu saldırıyı ''adeleti yerine getirme görevi'' olarak lanse ediyorlar.
Kasım Süleymani'ye karşı girişilen bu saldırı fiilen herhangi bir İran şehrine karşı düzenlenen bir saldırı ile özdeştir. Başka bir ifadeyle, aslında ABD İran'a karşı fiilen bir savaş başlatmıştır. Savaş açılan sadece İran değildir, aynı zamanda IŞİD'e karşı başarılı bir mücadele yürütmüş Irak'lı Şiilerin çoğunluğuna karşı da açık bir savaş ilanıdır bu saldırı. Bilindiği gibi; Kasım Süleymani de IŞİD'e karşı savaşta önemli bir rol oynamıştı. Kısa vadede bu savaşın alacağı boyutları, İran'ın bu saldırıya vereceği karşılık belirleyecektir. Fakat her halükarda, Ortadoğu'da yaşanan çatışma ve savaşın yeni bir aşamaya ulaştığını söyleyebiliriz. Obama döneminde İran'la varılan nükleer silah antlaşmasını tek yanlı iptal eden ve İran'a karşı ağır ekonomik yaptırımlar uygulayan Trump yönetiminin, bu sertlik politikasının İsaril'in ve ABD'deki neoconcu güçlerin ısrarla sürdürdükleri İran'a karşı açık savaş politikası düzeyine ulaşıp ulaşmayacağı bugüne kadar tartışla geldi. Bugün bu tartışmanın çok kesin olmasa da bir sonuca ulşatığını söyleyebiliriz. Evet, bugünkü ABD yönetimi, İran'a karşı kapsamlı bir savaş başlatabilecek düzeyde çılgın bir niteliğe sahiptir. Kasım Süleymani'nin katledilmesi, böylesi bir çılgınlğın açık işareti olarak görülebilir. Elbette Trump yönetiminin içte yaşadığı tıkanmışlık durumu da, bu çılgınlık halinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Görüldüğü kadarıyla, ABD şimdilik direk olarak İran topraklarına saldırmak yerine, İran'ı Irak'ta bir yıpratma savaşının içine çekme ve mümkünse oradan sağlanan meşruiyetle İran'a direk olarak müdahale etme gayreti içindedir. Irak'ta aylardır süren ve giderek İran'ı hedefleyen gösteriler, hükümet kriziyle doruğa ulaşan siyasal kriz, Haşdi Şabi güçlerine karşı ABD ve İsrail tarafından düzenlenen saldırılar, bütün bu gelişmelerin, ABD ve İsrail'in İran'ı çökertmeyi esas alan Ortadoğu stratejisinden bağımsız olduğunu düşünemeyiz. Anlaşılıyor ki, Irak, İran'ın yumuşak karnı olarak görülüyor. Irak'ın iç siyasal ve sosyal dengeleri de, müdahaleci güçleri teşfik eder bir durumdadır. Öyleki, sadece Sünni Araplar ve Kürtler içinde değil, Şii gruplar içinde bile İran karşıtlığının zemin bulduğu görülmektedir. Tabi bu karşıtlığın sadece iç sosyal-siyasal çelişkilerden kaynaklandığını söylemek zordur. ABD ve Suudi Arabistan uzun bir zamandır bu alanda yoğun bir çaba göstermektedirler. Kısaca söylersek, Irak üzerinde bir hegemonya çatışması ve savaşı yaşanmaktadır. Ancak sorunun boyutu Irak sınırlarını aşan bir düzeydedir. Bu çatışma, Irak'ta yeni bir iç savaşın ve oradan İran'a karşı bir savaşın gelişmesine kadar varabilir.
İran devletinin Ortadoğu bölgesinde yayılmacı bir politika izlediği, Kürt ve Beluci halklarını sömürgeci bir boyunduruk altında tuttuğu, dahası tüm İran toplumunu ortaçağ politikalarıyla ezdiği doğrudur. Ancak, ABD ve İsrail'in bu ülkeye karşı politikasının tüm bu ezilenlerin kurtulmasına ve İran'da demokratik bir yönetim kurulmasına yönelik olduğunu düşünmek saflıktan öte bir durumdur. Kaldı ki, ABD ve İsrail'in ne ezilen halkları kurtarma misyonu vardır ne de böylesi bir sorumlukları. ABD ve İsrail'in Ortadoğu'da izlediği strateji, kelimenin tam anlamıyla ancak bir ''yıkım stratejisi'' olarak nitelendirilebilir. Ve bu strateji, özgürlük ve eşitliği değil, emperyalist bir gücün hegemonyasını ve bölgenin zenginlik kaynaklarının talanını esas almaktadır.
ABD Ortadoğu'da nasıl bir strateji izliyor?
ABD'nin dünya üzerindeki hegemonyasının gün geçtikçe zayıfladığını gösteren pek çok somut veri vardır. Trump yönetiminin ''First Amerika'' sloganıyla iş başına gelmesi ve giderek içe kapanmacı politikalar izlemesi, bu gerileme durumunun ABD'li egemenlerce de bilindiğini göstermektedir. ABD, Ortadoğu'da hegemonyasını sürdürmek için gerekli olan siyasal ve sosyal dayanaklarını da büyük ölçüde yitirmiştir. Askeri imkanlarla bu hegemonyayı en azından bir süre daha sürdürmek mümkündür. Nitekim Irak ve Afganistan işgalleriyle böylesi bir yol dennendi. Ancak, bu tarz bir hegemonyanın maliyetinin de çok yüksek olduğu görüldü. ABD'nin kendisi, Ortadoğu üzerindeki eski hegemonyasını uzun bir süre daha sürdüremeyeceğini çok iyi bilmektedir. ABD başarısız olan açık işgal denemelerinden sonra, hegemonyasını kısmen bölgesel güçlerle paylaşarak Ortadoğu'da yeni bir düzen kurma stratejisini geliştirdi. Bu strateji bölgede ''ılımlı İslam'' olarak nitelendirilen kesimlere dayanarak bölgenin yeniden dizaynını hedeflemekteydi. Böylece, ABD hem bölgede kendisi için gerekli sosyal-siyasal ve ideolojik dayanakları sağlamlaştıracak, hem de bölgedeki hegemonyasını tehdit eden güçler karşısında bir yerel bir denge gücü oluşturararak, daha az maliyetle hakimiyetini sürdürecekti. Siyasal İslamcı AKP ve bu partinin yönetimindeki NATO üyesi Türkiye, ABD'nin bu satratejisinin uygulanması için, nerdeyse ''ideal'' denilecek düzeyde uygun bir müttefikti. Fakat ABD, AKP ve Türkiye'nin aşırı hırslı yayılmacı eğilimlerini doğru tespit edemediği için, bu strateji de çöktü. ABD, Türkiye'yi Ortadoğu'daki bekçisi olarak kullanmak isterken, bugün Türkiye'yi nasıl NATO'da tutabilirim hesapları yapmaktadır. İşte, IŞİD'in ortaya çıkışıyla maddi bir biçim kazanan ''yıkım satratejisi'', başarısızlıkla sonuçlanmış bütün bu denemeler sonucunda ortaya çıktı. ABD artık, ''Ben Ortadoğu'yu kontrol edemiyorsam kimse kontrol edemesin, etse bile, bu kontrol, hakim güçlere bir fayda sağlamasın'', anlayışıyla hareket ediyor. Bu nedenle, bölgede sürekli bir savaş ve istikrarsızlık durumunun sürmesini istiyor. Nitekim Libya ve Suriye ve Irak'ta yaşanan böylesi bir durumdur.
II. Dünya Paylaşım Savaşı'ndan Sovyetler Birliği'nin yıkılışına kadar, ABD'nin küresel egemenlik stratejsi, Sovyetler Birliği ile her alanda (özellikle askeri alanda) yarış ve bu ülkenin yıkılması, sosyalizmin kapitalizm karşısında bir alternatif olmaktan çıkartılması ve dünyanın tek pazar olarak kendi egemenliğinde birleştirilmesi amacına dayanıyordu. Bu dönemde, Batılı diğer kapitalist-emperyalist ülkeler ABD'nin müttefikiydi ve onun dünya hegemonyasına bir tehdit oluşturmuyorlardı. Fakat Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra, kapitalist dünyanın müttefikleri giderek, ABD açısından zorunlu küresel rakabetin rakiplerine dönüştüler. Bugün ABD sadece kendisiyle küresel hegemonya mücadelesi içinde olan Çin ve Rusya karşısında hegemonik konumunu sürdürmek için değil, rakip diğer Batılı kapitalist-emperyalist ülkeler karşısındaki hakim konumunu korumak için de, zorlu bir mücadele vermek zorundadır. ABD dünya hakimiyetini, diğer ülkeler karşısında, çok ileri bir ekonomik-teknolojik ve askeri üstünlük sağlayarak sürdüremez. Kısaca; ABD barışçıl bir rekabetle hegemonyasını koruyamaz. Aslında emperyalizmin doğası da bunu mümkün kılmaz. Bu durumda, ABD'nin hegemonyasını sürdürmek için başvuracağı en etkili strateji, barışçıl bir ekonomik ve teknolojik yarış ve rekabetten çok, rakiplerinin gelişme olanaklarını ve dinamiklerini kıstlanmayı ya da tahrip etmeyi esas alan, dolaylı ve direk savaşları da içeren bir yıkım stratejisidir. Bunun anlamı şudur: ABD kendisi gerilerken ya da çökerken, dünyanın geri kalanını da kendisiyle birlikte geriletme ve çökertmek eğilimi içindedir. ABD ancak böylece rakipleri ile rasındaki farkı koruyabilir. Bu eğilimin en bariz gözlemlendiği alan Ortadoğu alanıdır.
ABD, henüz böylesi bir savaş ve istikrarsızlık durumunu İran'da tam olarak oluşturamadı. İran, ABD açısından iki açıdan çok önemlidir: birincisi İsrail'in güvenliği açısından, ikincisi küresel düzeyde kendisiyle rakabet halinde olan Çin'in petrol ihtiyacının önemli bir kısmını karşılamsı açısından. İran'ın Rusya ve Avrupa ülkeleriyle olan pazar ilişkleri de, elbette ABD açısında önemlidir. Bu temelde, ABD aşısından İran'ın yıkıma uğratılması ve sürekli biçimde istikrarsızlaştırılması küresel ve bölgesel hegemonya açısından oldukça önemlidir. Dikkat edilirse İran'ın ABD tarafından direk olarak işgali ve kontrol altına alınmasından bahsetmiyoruz, çünkü İran'a göre daha uygun koşullara sahip olan Irak örneğinde görüldüğü gibi, ABD'nin böylesi bir kontrolü sağlaması mümkün değildir. O halde ABD'nin yapabileceği tek şey, İran'ın başka güçler tarafından kontrolünü imkansız kılacak ya da kontrol edilse bile bu güçlere büyük fayda sağlamayacak şekilde yıkıma uğratmaktır.
ABD amacına ulaşabilir mi?
ABD ve İsrail'in müdahalesi İran'daki dinci rejimin ömrünü uzatmak dışında bir işe yaramadı ve yaramayacaktır. Hatta, ABD, Irak zemininde İran'la giriştiği nüfuz rekabetinden de büyük bir olasılıkla yenilgiyle çıkacaktır. Çünkü, Irak halkı'nın önemli bir talebi İran dahil dış güçlerin Irak'ın iç işlerine müdahale etmemesidir. Gösterilerde İran'a yönelik tepkilerin en önemli daynağı buydu. Fakat bu saldırı ile görülmüştür ki, Irak yasalarını hiçe sayarak ülkede at oynatan dış güç en başta ABD'dir. Bu durumda, dış müdahalelere karşı gelişen halk tepkisi giderek daha büyük oranda ABD'ye yönelecektir. Öte yandan bu saldırı Iraklı Şiileri de hedeflemiştir. Bu durum Şiileri giderek İran'a yaklaştıracak ve Irak topraklarında ABD hedeflerine karşı saldırıları arttıracaktır. Üstelik İran ABD'yi bölgeden atmak ve misilleme yönünde elinden geleni yapacaktır. Bu koşullarda ABD'nin Irak'ta kalması zordur. ABD'nin çok uzak olmayan bir gelecekte Irak'tan atılacağını öngörebiliriz.
İran yönetiminin durumuna gelince, aslında ABD'nin tespitinin aksine İran'ın yumuşak karnı toplumsal yaşamı boğan gerici ve anti demokratik uygulamalarıdır. Bu gerici ve anti demokratik uygulamalar başta kadınlar olmak üzere toplumun büyük bir tepkisini çekmektedir. Kendi dinamikleri üzerinden gelişen halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesi, gerici rejimin yıkılmasını sağlayacak temel güçtür. Bugüne kadar, dışardan yapılan emperyalist müdahaleler bu yerel dinamiği baltalamak dışında hiç bir işe yaramadı. ABD ve İsrail'in amacı da, böylesi bir demokrasi dinamiğinin gelişmesine katkı sunmak değildir. Aksine sadece muhalefeti kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktır. Nitekim bu ülkeler Halkın Mücahitleri üyelerini kullanarak İranlı bilim adamlarına karşı suikastler ve sabotajlar düzenlediler. Bu müdahaleler giderek muhalefetin önemli bir kesiminin dejenere olmasına yol açtı. Diğer yandan, ABD'nin müdahaleleri, İran rejiminin Rusya ve Çin'le ilşkilerini geliştirmesine, giderek bu ülkelere daha fazla bağımlı hale gelse de, dış destekle varlığını sürdürmesine yol açmaktadır.
Özellikle sosyal medyada Kasım Süleymeni'nin katledilmesi sonrasında bazı Kürtlerin kutlamalar yaptığı görülüyor. Onlar, bu suikasti, Dr. Kasımlo ve İran rejimi tarafından katledilen Kürtlerin intikamının alınması olarak görüyorlar. Gerçi bu grup dar bir gruptur ve pek çoğu da trol hesabıdır. Kürtlerin gerici İran rejimine tepki duymaları anlaşılır bir şeydir. Ancak, ABD'nin kendi emperyalist politikaları doğrultusunda geliştirdiği kirli eylemleri böylesine sahiplenmek, buradan da mazlum Kürt halkına bir pay çıkarmak, hem katledilen o insanların hatırasını kirletmektir hem de Kürt halkının meşru mücadelesine zarar vermek demektir. Bu kesim zamanında, Dr. Kasımlo'nun veya diğer insanların katillerini kendileri cezalandırsaydı o zaman bir ''intikam''dan ya da adaletten bahsedilebilirdi. Fakat bugün Süleymeni'yi katledenlerin derdi ne Kürtlerin intikamını almaktır ne de adaleti sağlamak. Onların tek derdi önlerindeki bir engeli ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla bu kesimin durumu, düğün sahibinden daha çok oynayan konukların durumuna benziyor.
Söylemek zorundayız ki, Kürt toplumu içinde ''Ortadoğu'da savaş çıksın Kürt devleti kurulsun'' diyerek, ABD ve İsrail'in bölgeye her müdahalesi sonrası ellerini ovuşturup söylenen bir akbabba türü oluştu. Bunlar gerçekte ne yurtseverdir ne de insani bir duruş içerisindedirler. Çünkü, bağımsızlığın ve özgürlüğün ancak Kürt halkının kendi öz gücü ve mücadelesi ile kazanılabileceğini bilmeyen, kendi ulusal gücüne değil, dış güçlerin lütuflarına umut bağlayanlar yurtsever olamazlar. Ve yine savaşın yarattığı yıkımı dikakte almayan, binlerce belki milyonlarca insanın ölümüne sabep olacak haksız-gerici savaşları destekleyenler insani bir duruş içinde değildirler. Üstelik, bölgede yaşanan savaşların, sadece bölgenin diğer halklarına değil, Kürt halkına da büyük bir zararlar verdiğini biliyoruz. Bu işbirlikçi damarın tavrı, aslında Kürt halkının bağımsızlığı ve özgürlüğü uğruna yıllardır mücadele yürüten güçlere de büyük bir leke sürmektedir.