Yeni bir Manifesto’ya ihtiyaç var/
Tarık Ali
Çeviri: Serap Güneş / Özgür Politika
16 Mart 2017
Bugün (21 Şubat) dünya tarihinin en etkili belgelerinden biri olan Komünist Manifesto’nun yayınlanışının 169. yıldönümü. Tarık Ali, Lenin’in Nisan Tezleri ile birlikte yayınlanan yeni baskı için yazdığı bu giriş yazısında, Marx ve Engels’in başyapıtını, kaleme alındığı 1848 devrimlerinin arifesi olan dönem çerçevesinde ele alıyor ve onun bir ardılına umutsuzca ihtiyaç duyduğumuzu belirtiyor.
Komünist Manifesto, Avrupa Aydınlanmasının son büyük belgesi ve tamamen yeni bir düşünce sistemini, tarihsel materyalizmi ortaya koyan ilkidir. Aynı şekilde, hem bir devam hem de kopuşa işaret eder. Muazzam bir siyasal yenilginin etkisinin geçmeye başladığı bir zamanda yazılan ve Fransız ve Amerikan öncellerinden çok daha radikal olan bu metin, ikisi de yirmilerindeki entelektüeller olan ve ikisi de on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Berlin’de ve diğer Alman üniversitelerinde egemen olan Hegelci felsefe geleneğinden gelen iki genç Alman’ın zihninin ürünüdür. Devrimin, sanayileşmiş modern toplumlarda, kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olduğundaki ısrarı ile bu metin, son iki yüzyılın devrimci teorisi ve pratiğinde büyük bir dönüm noktasıdır.
Almanya solundaki felsefi tartışmalar kimi zaman çağın düello yaralarından daha çirkin izler bırakıyordu. Marx ve Engels’in önemli rol oynadığı yeni bir sol radikal çevrenin doğuşu, bu tartışmalarla felsefede yaşanan evrimin sonucuydu. Kaleme aldıkları tüm metinler, özellikle de bu metin, yazıldığı dönemin toplumsal, ekonomik ve felsefi bağlamı içinde incelenmeli. Onlara dini risale muamelesi yapmak, hem anlamlarını hem de metotlarını değersizleştirmek, özel olarak Manifesto’nun durumunda ise, onu zararsız kılmaktır. Reçete ve öngörülerin bugünün şartlarına uymadığı ve kapitalizmin kendisinin, 1991’deki zaferine rağmen, insanlığı ileriye taşıyabilecek bir organizma olmaktan ziyade, daha çok bir tedirgin düzensizliğe benzediği açık. Bugünün ve geleceğin zorluklarına yanıt vermek için yeni bir manifestoya umutsuzca ihtiyacımız var ama o zamana dek (ve hatta sonrasında da) bu eserin metodundan, şevkinden ve dilinden öğrenilecek çok şey var.
Politika, on dokuzuncu yüzyılın genç Alman entelektüellerinin daha da radikalleşmesinde belirleyici oldu. Başka hiçbir seçenekleri kalmamıştı. Ya Hegel’e katıldılar ya da onu aşmak zorunda kaldılar. 1789 Fransız Devrimi ile açılan dönem, Napolyon’un 1815’te Waterloo’daki yenilgisiyle sona erdi. O yılın sonunda Viyana’da toplanan Galipler Kongresi, Avrupa haritası üzerinde anlaştı ve muhalefetin dizginlenip ezilebileceği mekanizmalar planladı. Viyana Konsensüsü’nün polisliğini Rusya, Prusya ve Avusturya yapacak ve Britanya Donanması, sırtlarını dayayacakları bir güç, başvurulacak son hal çareleri olacaktı. Gericiliğin zaferi entelektüel cephede bir ricata neden oldu. Sürekli hareketin teorisyeni Hegel, tarihin asla statik olmadığı, tarihin kendisinin fikirlerin çarpışmasının, geçmiş ile bugünün geleceği belirlediği bir diyalektiğin sonucu olduğunda ısrar ediyordu. Bu tarihin kaçınılmaz, öngörülemez ve en önemlisi de durdurulamaz olduğunu söylüyordu. Ama Waterloo yenilgisinin sarsıntısıyla artık ‘tarihin sonunu’ kabul etmişti. Bir zamanların dinamik ‘dünya tini,’ Napolyon’un büyük pelerini, şapkası ve üç renkli bayrağını Prusya aristokratlarının çelik miğferleri ve kartalı lehine kenara atmıştı. Feldmareşal Blücher, sonradan görme bir Korsikalıyı yenmişti. Muzaffer bir Prusya, tarihsel süreci ebedi bir mozoleye hapsedecek bir model devlet olabilirdi.
1815, Fransız Devrimi’ne sessizliği dayatmış olsa bile, toplumsal ve hukuksal kazanımlar esasen korundu: feodal mülkler eski lortlarına iade edilmedi. Devrimin özgürleştirici etkisi sıradan insanların hafızalarında – ve sadece Fransa’da da değil – yaşamayı sürdürdü. Rousseau’nun şiarı unutulmadı: ‘O toprağın hiç kimseye ait olmadığını ve meyvelerinin herkese ait olduğunu unutursanız kaybolursunuz.’
İki yazarımız da dahil Hegel’in en yetenekli öğrenci ve takipçilerinden bazıları, Fransa’daki gelişmeleri dakikası dakikasına takip ediyordu. Devrimi izleyen ‘Eşitler Komplosu’nun farkındaydılar. Bir ‘plebyen Vendee’ kurma girişimi yenilgiye uğramış ve halkçı/komünist planlayıcıları infaz edilmişti. François Babeuf (Gracchus takma adını kullanıyordu), 26 Mart 1797’de infazdan kaçabilmek için kendisini bıçaklamıştı. Devrimin kendi hikayelerinin yanı sıra bu canlı hikayeler, Almanya ve başka yerlerdeki genç radikaller tarafından bir çırpıda tüketiliyordu. Gizli topluluklar, yeraltı faaliyeti, direniş, bireysel şiddet eylemleri her yerdeydi. Robespierre’in Termidoryen Gericilik tarafından mağlup edilmesi ardından Fransa’daki ‘ikinci devrim’e ne olduğuna dair tartışmalar hiç kesilmemişti. Ne de olsa, sonrasında kıtayı saracak olan evrensel oy hakkı, kilise ile devletin ayrılması, servetin yeniden dağıtılması gibi talepleri öngören, radikallerin Direktuvar ve Napolyon tarafından reddedilmiş dili idi.
Bu nedenle, 1815 sonrası Hegel’i ile vardığı sonuçları yetersiz bularak yaşadıkları kopuşmaya rağmen, Alman radikalleri, dünyayı incelemek için bu metodun önemli unsurlarını kullanmaya devam ettiler. Entelektüel üretkenlik ustanın ricatı ile sona ermedi ve ürünleri, hem hacim hem de içerik olarak arttı. Feuerbach, varlığı fikirlerin belirlediği nosyonunu çürüterek Hegel’i ayakları üzerine oturttu. Ona göre durum aksiydi: bilinci belirleyen şey varlıktı. Erken gelişmiş bir başka Sol Hegelci eleştiriyi daha da ileri taşıdı. Marx, toplumda mevcut bulunan toplumsal ve sınıfsal farkları bir bütün olarak açığa koydu. Bunların, Prusya Kralı ile bir Moselle köylüsü ve bir fabrika işçisi arasındaki statü farkıyla bir ilgili olabilir miydi? Bir sınıfın diğeriyle arasındaki farkı belirginleştiren toplumsal ilişkiler bütününü üreten neydi? Dünyanın nasıl işlediğini anlamak için daha ayrıntılı olarak incelenmesi ve açığa çıkarılması gereken şey bu idi. Mülkiyetin hırsızlık olduğunu veya insanların içinde bulundukları koşulların ürünü olduğunu söylemek yetmezdi. Gemi azıya almış gericilik tarafından yurdundan sürgün edilen ‘dünya tini’nin Marx ve Lenin sayesinde kendisini Petrograd ve Moskova’da bulacağını, sonra da diğer kıtaları kat edip yerli tinleri ile karışacağını kim hayal edebilirdi?
Kısa süre içinde Avrupa kıtasının farklı köşelerini bir baskı dalgası sardı. Egemenler Fransa’da üç renkli bayrağın yeniden ortaya çıkmasıyla paniklemişti ve gizli polis ülkenin birçok yerinde hoşnutsuzluğun büyüdüğünü rapor ediyordu. Doğu, gayriihtiyari olarak, büyük ölçüde Avusturya-Macaristan ve Rus imparatorluklarının işgali altındaydı. Burada radikal milliyetçi bir ruh hali, kendi kaderini tayin ve bağımsızlık arzusu popülerlik kazanıyordu. Galipler Kongresi’nin coşkusu sönmüştü—zaten halk kitlelerini hiç sarmamıştı—ve çeşitli muhalefet biçimleri sınıf mücadelesi, demokratik talepler ve radikal milliyetçilik şeklinde belirlemeye başlıyordu; Avrupa seçkinleri kasvetli bir ruh haline bürünmüştü (zengin ve güç sahibi olanların 2008’deki Wall Street çöküşü ardından Davos ve başka yerlerde toplanmasına benzemiyor değil). En küçük direniş bile yeni düzene tehdit olarak görülüyor ve halihazırda kısıtlanmış olarak siyasal haklar daha da budanıyor; basın, ifade ve eylem özgürlüklerine ciddi kısıtlamalar getiriliyordu. Marx sürgüne zorlandı, önce Fransa’ya, sonra Belçika’ya, son olarak da İngiltere’ye gitti. Engels’in ailesinin Manchester’da bir fabrikası vardı, bu yüzden onun sürgün tercihi önceden belliydi. Diğerleri Avrupa’yı hepten terk etti ve faaliyetlerini sürdürüp Avrupa’daki yoldaşlarıyla düzenli irtibat halinde kalacakları Birleşik Devletler’e göç ettiler. Marx’a Birleşik Devletler’e taşınması için çok baskı yaptılar ama o Batı Avrupa’yı gelecek devrimlerin merkezi olarak görerek buna direndi.
Marx, kendisi henüz daha Trier’de büyümekte iken entelektüel ve siyasi çekim merkezi haline gelmiş bir ülke olan Fransa’da yaşamayı tercih edecekti. Büyülenme ve heyecan karışımı duygularla Count de Saint-Simon’un eserlerini okumuştu ve sosyalizmle bir sözcük ve embriyon halinde bir kavram olarak ilk kez karşılaşması bu metinlerde olmuştu. Fransa’daki sosyalist gelenek, ülke sanayileşip de radikal fikirler ile yeni bir toplumsal tabakanın ortaya çıkması arasındaki bağları mümkün kıldığında kök salabilecekti. Huzursuz burjuvazi bunun farkındaydı, seçiciler kurulu ile basının işlevini ciddi şekilde tırpanlayan 1835’in Eylül yasalarını bu yüzden çıkardı. Özel mülkiyete veya devlete karşı kışkırtıcı faaliyette bulunanlara sert cezalar öngörülüyordu. Burjuva devrimleri kendi şiarlarından geri adım atıyordu ve bu yeni burjuvaziye—Stendhal’in iğrenerek betimlediği o ‘ultralar’a—meydan okunması ve mağlup edilmesi gerekiyordu. Bunun anlamı, Alman felsefesinin sınırlarının ötesine geçilmesi demekti—Hegel ve Feuerbach yeterli değildi. Anlamlı bir ilerleme sağlanacaksa, modern Avrupa’daki (İngiltere, Fransa, Belçika ve Hollanda) mülk sahibi seçkinlerin aşikâr sınırlılıklarının da aşılması gerekiyordu.
Manifesto’nun yazılmasından dört yıl önce yayınlanan aydınlatıcı bir makalede Marx, ‘Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir, ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç haline gelir,’ diyordu. Hem o hem de Engels için insanlığı gerçek anlamda radikalleştiren şey dinin ‘olumlu’ anlamda aşılması olmuştu; o noktadan itibaren kendi ayakları üzerinde durabilmiş, yüce varlığın sadece ve sadece kendisi olduğunu ancak bu şekilde anlayabilmişti insanlık. Temel referans noktası elbette ki Fransız Devrimi idi ama bu yeni radikaller yaşayıp soludukları Alman tarihi konusunda son derece bilinçliydi. Alman Reformasyonu sırasında inisiyatifi ele alıp Roma’ya meydan okuyan bir keşiş olmuştu, şimdi yeni muktedirlere meydan okuyacak olansa bir filozoftu. Almanya, kurtuluşa tam olarak ulaşmak için Britanya, Hollanda ve Fransa’nın halihazırda ulaştığının ötesine geçmeliydi.
1847 yazında Londra’da buluşan Alman sürgünler ile birkaç Belçikalı ve İngiliz destekçi, Manifesto’nun Komünist Lig’in kuruluş programı olarak yazılmasıyla görevlendirildiler. Merkez Komite o ara Brüksel’de olan Marx’a bir manifesto yazma görevi verdi. Marx kabul etti ancak resmi talimatı öncelikli bir iş olarak ele almadı. Kesin bir son tarih varken metinleri daha kolay tamamlıyordu. Birkaç ay sonra bir miktar huysuzlanmış olan üçlü yönetim—yurttaşlar Karl Schapper, Heinrich Bauer ve Joseph Moll—kesin bir son tarih verdiler ve uyulmadığı takdirde bunun karşılığı olacağı tehdidinde bulundular:
Merkez Komite (Londra’daki) işbu yazıyla, Brüksel Bölge Komitesi’ne, Yurttaş Marx’ı, son Kongre’de yazma görevini üstlendiği Komünist Parti Manifestosu 1 Şubat [1848] Salı’dan önce Londra’ya ulaşmazsa, kendisine karşı daha başka tedbirler alınacağı konusunda uyarma görevi vermektedir. Yurttaş Marx, Manifesto’yu yazmayacaksa, Merkez Komite kendisine Kongre tarafından teslim edilen belgelerin derhal iadesini talep etmektedir.
Korkmakta haklıydılar. Sayısız Avrupa başkentinden aldıkları bilgiler özellikle işçiler arasında 1815 Viyana Konsensüsü’ne karşı kaynayan hoşnutsuzluğu ortaya koyuyordu. Almanya’da demokratik bir kabarış bekleniyordu. Yurttaşlar işçilerin hem umutlarını ifade edebilecek hem de siyasal enerjisini yönlendirebilecek bir manifestoya acilen ihtiyaç duyuyordu. Peki öyleyse Marx neyle meşguldü? Aslında bir belge üzerinde çalışıyordu ama memleketteki durumu tartışmaya can atan Alman işçileri ile aydınları tarafından sürekli dürtüklenip duruyordu. Marx içgüdüsel olarak bu belgenin öneminin farkındaydı. Bu yüzden her sözcüğü dikkatle ölçüp tartıyor, her cümleyi mükemmelleşene dek gözden geçiyordu. Engels ile birlikte meşgul oldukları iş tam da buydu ve birçok kişinin dikkat çektiği gibi, belgeye o etkileyici edebi gücü kazandıran bu oldu.
Belge Şubat 1848’in ilk haftasında son halini aldı ve Fransa’da 1848 devrimi patlak verip hızla kıtanın geri kalanına yayıldığında matbaadan yeni çıkmıştı. Manifesto mücadelelerin hazırlanması veya tetiklenmesinde hiçbir rol oynamamıştı ama o yıl Avrupa’yı tutuşturan ayaklanmalarda öncü rol almış veya katılmış olanlar arasında çok yaygın şekilde dolaştı ve okundu. Takip eden on yıllarda, fiilen, birçok sosyal demokrat partinin (1848’in hiç uğramadığı Britanya en önemli istisna olarak) kurucu belgesi haline gelecekti. Manifesto’nun ilk kez 1872’de Chicago’nun Almanca yayın yapan basınında yayınlandığı Birleşik Devletler’de böyle bir parti hiç olmadı.
İki Anglo-emperyalizm de Şubat 1848’de yükselişteydi. Britanya Sih ordularını evvelki ay yenmişti ve Kuzey Hindistan’daki kontrolünü sağlamlaştırıyordu. Birkaç on yıl önce, güneydeki Maisur’un aydınlanmış Müslüman hükümdarını, kendisine ‘Yurttaş Tipu’ diyerek Britanya’ya karşı Napolyon’a başvurmuş olan Tipu Sultanını ezmişti. Dostça mektuplaşmalar olsa da hiçbir yere varmamıştı. Birleşik Devletler’de ise, savaş çığırtkanı Başkan Polk Meksika topraklarını—California ve New Mexico—ele geçiyor ve tüm ülkeyi almayı planlıyordu. Ulusun daha az ayrıcalıklı yurttaşları da bu fetihlerde yer alıyor ve o zaman için, Manifesto’nun daha radikal mesajına karşı bağışık duruyorlardı. Fakat İngiltere ve Birleşik Devletler, yayılmacı kapitalizmin araçları olarak, bu en yeni üretim tarzının önüne çıkan her şeyi—yerli nüfusları, tüm ülkeleri, kadim gelenekleri—nasıl dümdüz edeceğine dair öngörüleri gerçekleştiriyorlardı. Yanıtı verilmemiş soru ise böylesi bir sistem için dövüşüp ölenlerin aynı zamanda onun mezar kazıcıları da olup olamayacağı idi. Öyle olacakları bekleniyordu ama olmadılar. Tarihsel geleneklerdeki farka rağmen, hiçbir emperyalist devlet—Britanya, Fransa, Hollanda, Belçika veya Birleşik Devletler—hiçbir zaman sosyalist bir devrimin yakınına gelmedi. Egemen bir güç olma peşindeki Almanya ise ciddi ayaklanmalar yaşamış ama nihayetinde sermaye Sağın zaferini temin etmişti. Sermaye ile kitle faşizmi, İtalya ve Almanya’da tüm ümitleri yıkmak üzere birleştiler. Tarihsel kaçınılmazlık bu belgenin zayıf halkası çıktı.
Bu metnin dili ile ilgili daha önce söylenmemiş ne söylenebilir? Çok az şey. Bu kitapçığın önceki bir giriş metninde, Eric Hobsbawm, en çekici özelliklerinden bazılarının ‘tutkulu inancı, konsantre kısalığı, entelektüel ve stilistik gücü … siyasi tartışma dünyasının çok ötesinde bilinirliğe ulaşmış olan ve neredeyse kendiliğinden hafızaya kazınan aforizmalara dönüşen özlü cümleleri’ olduğunu söylemişti. Bunun on dokuzuncu yüzyıl Alman edebiyatında ne denli nadir bir şey olduğuna işaret etmişti. İçerik, Lenin’in de belirttiği üzere, Alman felsefesi, İngiliz ekonomisi ve Fransız siyasetinin, iki yazarının bilincini de ortaya koyan, çarpıcı bir senteziydi. Kapitalizmin dönüştürücü özelliklerinin lirik övgüsü (‘Mısır piramitlerinden, Roma’nın su kanallarından ve gotik katedrallerden çok başka harikalar yaratmış’), kapitalizmin halefinin neler başarabileceğini vurgulama amaçlıydı. Dünyanın yeni harikaları tarihte ilerlemeyi göstermek için gururla öne sürülüyordu:
Burjuvazi, yüzyılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretici güçler oluşturdu. Doğanın güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanımı, buharlı gemiler, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın tüm kıtalarında toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, toprağından ayrılması sağlanan tüm o nüfuslar—daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir!
Bu temeller üzerine inşa edilen sosyalist bir devrim ‘gereklilikler alemini’ ‘özgürlükler alemine’ dönüştürebilir miydi? Tarih Manifesto’daki öngörülerin pek azının doğruluğunu kanıtladı. Gücü iddiasının kapsamlılığında, bir dünyayı dönüştürme çağrısı olmasında yatıyor. Ama Marx’ın daha sonra birçok kez kabul ettiği gibi sermayenin tam kalbinde proletarya içindeki bölünmeler—ücret hiyerarşileri, yedek işgücü olarak işsiz orduları, din, milliyetçilik vb.—kolayca ortadan kaldırılabilir değildi. Sosyoloji yetersiz kalıyordu. Siyaset gerekliydi. Marx ve Engels’in bir sosyalist ya da komünist toplumun nasıl olması gerektiğine dair hiçbir ayrıntılı taslak bırakmadıkları bilinir. Bu, akademideki Marksistlerin Marx’ın özgünlüğünün felsefesinde ve ekonomisinde yattığını ileri sürmesine yol açmıştır. Diğer bazıları ise, sermayenin devrimci özelliklerini methetmesini, mezar kazıcıların kapitalistlerin kendisi olduğunu öne sürmek için kullandı. Bunları kendi hallerine bırakıp toplu intihar edişlerini kenardan izlemek en iyisiydi. Daha yakın tarihli olarak ise, 2008 Wall Street krizi öncesinde, pek de önemsiz olmayan sayıdaki eski Marksist, son ‘küreselleşme’yi Marx’ın haklı çıkışının ispatı olarak kutluyordu. Ve 2008’i kısa süre içinde aşılıp unutulacak geçici bir hıçkırık sayarak küreselleşmenin sözcülüğüne soyundular ve başlarını rahatça yastığa koydular. Ekonomik kriz Marx’ı yeniden öne çıkardı. Manifesto’nun iki yazarından biri olarak değil, bu üretim tarzını o güne kadar ve o günden bu yana herkesten daha ayrıntılı şekilde analiz etmiş olan Kapital’in Marx’ı olarak.
Cevapsız sorular vardı. Dünyanın büyük çoğunluğunu teşkil eden ve proletaryanın diğer sosyal tabakaların yanında cüce kaldığı; ekonomik, sosyal ve siyasi olarak önemsiz olan ülkeler ne olacaktı? Toplumda ezici ağırlığa sahip güçler ona karşı birlikte cephe aldığında tek başına bir devrimi ateşleyebilecek miydi? Bu mesele, 1914-1918’in ilk büyük çaplı emperyalistler arası savaşına giden süreçte uluslararası sosyal demokrasi içinde sıcak tartışmalara sebep oldu. Tartışmanın içinde Lenin de vardı. Marx’ı çoğundan daha iyi anlıyordu. Öte yandan Avrupalı mevkidaşlarının dikkatine gelmeyen bir şeyi de kavramıştı: ciddi kriz zamanlarında, ‘kapitalist zincirin en zayıf halkası’ ilk önce koparak sistemde daha genel bir çöküşü tetikleyecekti. Nisan 1917’de, Çarlık Rusya’sını dönüştüren iki devrimin arasında bir dizi tez kaleme aldı ve kendi partisini bir toplumsal devrim için gereken hazırlıkları yapmaya çağırdı. Bunlar şu an sayfalarını çevirmekte olabileceğiniz bu kitabın öbür yüzünde yer alıyor. Ekim 1917 Rus Devrimi olmasaydı Komünist Manifesto modern tarihin en çok tercüme edilmiş metni olarak İncil’le yarışmak yerine uzman kütüphaneleriyle sınırlı olurdu.