Faşizmi durdurmak ve yenmek
Ahmet Aydın
25. 08. 2017
16 Nisan’da düzenlenen ‘Başkanlık referandumu’ sonucunda sahte bir zafer kazanan Erdoğan ve AKP, bu operasyonun inşa edilmeye çalışılan yeni rejime; yerel ve uluslararası planda meşruiyet ve istikrar kazandırmadığını, aksine rejimi daha fazla yasadışı ve gayri meşru bir konuma soktuğunun farkındadırlar. Hem ilan edilen “referandum” sonucunun halkın gerçek iradesini yansıtmadığını bilmeleri, hem de halktan ve dünya kamuoyundan aldıkları tepkiler; bu gerçeği onlara fazlasıyla hatırlatmaktadır.
Erdoğan’ın diliyle söylersek, atı çalan Üsküdar’ı geçmiş ama Kadıköy’de önü kesilmiştir. Yani, Üsküdar’ı geçmek onu kurtarmamıştır. Dahası, hırsızlığı sineye çekmeyen ve hırsızı yakalayıp hesap soracak birileri oldukça, hırsızın Üsküdar’dan sonra bir yerlerde enselenmesi mümkündür.
Faşizm artık çıplaktır
Faşizmin önünü kesen halkın demokrasi bilinci ve kültürüne dayanan iradesidir. Halkın büyük bir kesimi; “referandum” sürecinde yaşanan adaletsizliklerin, hilelerin farkındadır ve bu nedenle referandum sonucunu ve ondan da öte; yeni kurulmaya çalışılan rejimi meşru olarak görmemektedir. Temmuz ayı içinde düzenlenen ve milyonlarca insanın katıldığı Adalet yürüyüşü ve mitingi, bu tavrın açık bir göstergesidir.
“Referandum” sürecinde yaşanan diğer usulsüzlük ve anti demokratik uygulamaların ardından, YSK’nın mühürsüz pusula ve zarfları geçerli saymasıyla, “referandum”un yasadışılığı ve gayri meşruluğu da bizzat resmi makamlar tarafından ilan edilmişti. Çünkü; YSK’nın bu kararı açık bir biçimde yürürlükteki seçim kanuna aykırıdır. Adalet yürüyüşü ve mitingi bu gerçekliği ve artarak süren baskıları görüp öfkelenen halkın; geçte olsa tepkisini dışa vurma eylemidir. Adalet yürüyüşü ve mitingi ardından gelişen HDP eylemlilikleri ile toplumun verdiği mesaj şudur: Bu adaletsiz zulüm rejiminin meşruiyetini tanımıyoruz ve bu rejime boyun eğmiyoruz.
Uluslararası kamuoyunun “referandum”la ilgili değerlendirmesi de halkın çoğunluğunun değerlendirmesi yönündedir. AGİT “referandum”un ‘’eşit koşullarda yapılmadığını’’ belirterek, Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) ‘’şeffaf davranmadığını’’ açıkladı. G 20 zirvesinde, Erdoğan’ın eski Batılı dostlarının ondan vebadan kaçar gibi kaçmalarının nedeni de budur. AİHM referandumdaki usulsüzlüklerle ilgili yapılan şikayetleri gündemine aldı. Mahkemenin “referandum”u yasadışı ve geçersiz sayması olasılığı yüksektir. Böylesi bir gelişme gerici-faşist rejimin yasadışı-gayrimeşru konumunu pekiştirecektir. Dolayısıyla, ‘demokratik seçim’ perdelemesi arkasında, yeni faşist rejimi inşa etme stratejisi deşifre olmuştur ve hileli seçim taktiği önemli ölçüde işlevsiz hale gelmiştir.
Önemli ölçüde diyoruz; çünkü bu noktada başta CHP olmak üzere, tüm muhalefetin ilkeli bir tavır takınması belirleyici bir rol oynayacaktır. 16 Nisan ‘referandum’u aslında devlet ile muhalefet arasındaki bir mücadeleye sahne oldu. Yürürlükte olduğu söylenen anayasaya göre; bulunduğu makam itibariyle Erdoğan’ın tarafsız kalması gerekirken, o bir siyasal parti başkanı gibi seçim kampanyası yürütmüş, üstelik devletin olanaklarını kullanmıştı. Gizli ödeneklerden seçimler için ne kadar harcama yapıldığını ise kimse bilmiyor. TRT muhalefete kapatılmış, adeta Erdoğan ve AKP borazanı haline getirilmişti. Meclisteki üçüncü büyük partinin eş genel başkanları, ondan fazla milletvekili, onlarca belediye başkanı ve binlerce üyesi tutuklanmıştır. Kısaca OHAL koşullarında bir seçime gidildiğini söylemek yeterlidir aslında. Bunların üstüne bir de YSK’nın mühürsüz pusula ve zarfları geçerli kabul etme kararını eklediğinizde, ‘referandum’un yasadışı ve gayri meşru olduğu, gün gibi ortaya çıkmaktadır. Bu durumda muhalefet ‘referandum’ sonucunu meşru görüp kabullenirse, bundan sonra faşizmin yapacağı her türlü adaletsizliğe, hile ve uygulamaya da onay vermiş olacaktır. Böylesi bir tavır, hem muhalefetin meşruiyetini bitirir, hem de muhalefetin kendi idam fermanını imzalaması anlamına gelir. Mesela; bu ‘referandum’da sandıklara iki buçuk milyon mühürsüz oy pusulası atıldı ve muhalefet bunu kabullendi. Gelecek seçimlerde sandıklara beş milyon mühürsüz oy pusulası atılırsa muhalefetin bir itiraz hakkı olur mu? Ya da diyelim ki gelecek seçimlerde muhalefete TRT’de hiç söz hakkı tanınmadı, hatta güvenlik gerekçesiyle miting yapmasına bile izin verilmedi. Şimdiye kadar yapılan hile ve adaletsizlikleri sineye çeken muhalefet; bunları da sineye çekmek zorunda kalmaz mı?
Seçim sistemini düzenlenmeden; daha demokratik, şeffaf, denetlenebilir güvenilir bir yapıya kavuşturmadan yeni bir seçime gitmek de; muhalefet açısından yukarıda belirttiğimiz ağır sonuçlara yol açacaktır. Bu söylediklerimizin asgari ölçülerde işleyen bir demokrasinin olmazsa olmaz kurallarına işaret ettiği açıktır. Peki bu asgari kuralları bile tutarlı, ilkeli bir şekilde savunmayan bir muhalefete gerçek anlamda muhalefet, yani demokratik bir muhalefet denilebilir mi?
Muhalefet öncelikle demokrasi ile faşizm arasına, dolayısıyla halkın iradesiyle diktatörlüğün hegemonyası arasına net bir kırmızı çizgi çekmelidir ve faşizmin bu çizgiyi geçmesine izin vermemelidir. Bu çizgi belirsizleşirse, halkın iradesinin kırılması kolaylaşır.
Faşizmin yükselişini perdeleme işlevini 15 Temmuz darbe girişimine kadar daha çok Meclis çalışmaları görmüştür. Sanki Türkiye’de parlamenter demokrasi işliyormuş, sanki Meclis anayasada belirtildiği gibi, yasama ve hükümeti denetleme görevini yerine getiriyormuş gibi bir görüntü sergilendi. Gerçekte ise, AKP çoğunluk gücüne dayanarak uzlaşmaz bir şekilde kendi rejimini kurumsallaştıran adımları attı. Mecliste özellikle HDP tarafından yürütülen mücadeleyi küçümsemiyoruz. Ancak 7 Haziran seçimi sonrasında adım adım geliştirilen darbe süreci, fiilen meclisi; daha çok faşizmin ayıbını örten bir İncir yaprağı konumuna düşürmüştü. Nitekim, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra OHAL‘in ilan edilmesi ve KHK çıkarma yetkisinin alınmasıyla, Meclis resmen de devre dışı bırakıldı.
Özetle ifade edersek, Türkiye’de Erdoğan-AKP liderliğinde oluşturulan faşist blok, burjuva demokrasisinin asgari ölçüleri içinde kalarak yönetme olanak ve kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiştir. 16 Nisan “referandum”u sonuncunda da görülmüştür ki; 15 yılı aşan çabalara rağmen toplumda var olan demokrasi kültürü yok edilememiş ve toplum çoğunluğunun iradesi kırılamamıştır. Halkın çoğunluğu; tüm usulsüzlük ve baskılara rağmen pasif bir tarzda da olsa, faşist diktatörlüğe hayır demiştir. Bu nedenledir ki; artık Erdoğan ve AKP, seçime dayalı meşruiyet sorununu bir kenara bırakıp, yeni rejimi; fiilen ve zora dayalı olarak, toplumun iradesini şiddetle ezerek yerleştirmeye çalışacaklardır.
Kuşkusuz seçim ve parlamento alanlarında sınırlar daha da zorlanacak, hile ve yalanla mümkün olduğu kadar iç ve dış ilişkileri yönetme kabiliyeti arttırılmaya çalışılacaktır. Fakat tekrar etmekte fayda var: Erdoğan ve onun etrafında oluşan faşist blok için meşruiyet sorunu artık tali bir sorundur. Türkiye’deki en gerici ve en şoven güçlerin oluşturduğu Kara blok demokratik yöntemleri kullanarak iktidarını koruyamayacağını biliyor. Dahası, dış dünya ile ilişkilerde yaşana kırılma ve güvensizliği kısa vadede aşacak imkanlara sahip olmadığını da görüyor. Bu durumda, kara blokun bundan sonra izleyeceği taktikler; büyük ölçüde bu yeni koşullara, yani çıplaklığa uygun olacaktır. Bu şu anlama geliyor: Artık açık terör, şiddet ve savaş önümüzdeki dönemde faşizmin esas yöntemleri olacaklardır.
Bu terör ve şiddet esaslı yeni dönemin en önemli işareti, ‘Tek tip elbise’ gerekçesi ile cezaevlerinde yatan devrimcilerin; tıpkı 12 Faşizmi ve 19 Aralık 2000 dönemlerinde olduğu gibi hedeflenmesidir. Cezaevleri her dönem faşizme karşı gelişen toplumsal direnişin en güçlü odaklarından birisi olmuştur. Bu nedenle de; toplumun direncini kırıp teslim almayı hedefleyen faşizmin ilk hedefi cezaevlerindeki devrimciler olmuştur. Dolayısıyla bu ‘tek tip’ dayatması aslında, tüm toplumu hedefleyen bir terör ve katliam politikası olarak görülmelidir.
Faşist blok aslında muhalefetin ezilip, faşist rejimin kurumsallaşmasını en rahat şekilde, bir savaş durumunda sağlayabileceğini düşünmektedir. Bu nedenle Rojava ve Güney Kürdistan’a karşı savaş başlatmak için; sabırsızlıkla bir fırsat yaratmaya çalışmaktadır. Ancak uluslararası dengeler kendi yıkımını da çabuklaştıracak böylesi bir hamleye izin vermemektedir. Erdoğan’ın Afrin ile ilgili sarf ettiği ‘Gözümüzü karartır gireriz’ sözlerinden, faşist blokun bir savaşa ne denli ihtiyaç duyduğunu anlamak mümkündür. Faşist blok Rojava meselesini ‘milletin bekası sorunu’ olarak gösterse de, bu işin esası değildir. İşin esası şudur: Faşist blok içerde iktidarını sağlamlaştırmak için büyük bir kitle desteğine ve bununla birlikte muhalefetin ezilmesine ihtiyaç duymaktadır. ‘Vatanın ve milletin bekasını korumak’ yalanıyla yürütülecek bir savaş, şovenist eğilimlerin yükselmesine ve kitlelerin bu faşist bloku etrafında birleşmesine neden olacaktır. Yani aslında sorun milletin değil; faşist blokun bekası sorunudur. Bu anlamda günümüzde savaşa karşı çıkmak; aslında Türkiye’de demokrasinin gelişmesi için mücadele etmek anlamına da gelmektedir.
Faşizmin ömrünü halkın bilinçli, örgütlü gücü ve mücadelesi belirleyecektir
Adalet yürüyüşü ve sonrasında milyonların katıldığı miting, farklı kesimlerden oluşan faşizm karşıtı potansiyeli ortaya çıkarmıştır. HDP’nin gerçekleştirdiği Adalet ve Vicdan Nöbetleri de ağır polis ablukası olmasa, benzer bir kitleselliğe ulaşacaktı. Elbette HDP, polis ablukasını kıracak düzeyde gelişkin eylemler örgütleyebilirdi. Her halükarda; var olan koşullarda bu eylemlilikler önemlidir, değerlidir. Çünkü; faşizm sadece meşruiyet kazanmak için halkın çoğunluğunun desteğine ihtiyaç duymaz. Faşizm aynı zamanda; bir yandan iç muhalefetin ezilmesi, diğer yandan da dışa karşı yürütülen savaşlarda kullanmak üzere; kitlelerin vurucu gücüne ve şiddet potansiyeline ihtiyaç duyar. Dolayısıyla, faşizm için kitlelerin biat etmesi yeterli değildir. Faşizm, gerici-şoven-ırkçı nitelikli bir ideolojiyle kitleleri etki altına aldığı gibi, onları sürü psikolojisiyle hareket eden ve şefin yani reisin her emrini sorgulamadan militanca uygulayan savaşçılara dönüştürmek zorundadır. Bu anlamda faşizme biat etmemek ve onun ideolojik etkisi altına girmemek bile, bir direnme durumu olarak kabul edilmelidir. Kaldı ki, Adalet ve Vicdan başlıkları ile düzenlenen eylemler; kitlelerin faşizme biat etmeme duruşundan öte, faşizmin baskılarını ve yaymaya çalıştığı korkuyu kıran bir meydan okumaydı. Bu durum yaşanan eylemlilikleri elbette daha değerli kılıyor.
Fakat bu noktada yani faşizme karşıt bir pozisyonda durmak, faşizmin açık terör uyguladığı koşullarda yetersiz kalır. Faşizmin henüz kendisini yeterince kurumsallaştırmadığı ve yeterli saldırı gücü biriktiremediği; dolayısıyla kitlelere karşı açık ve yaygın terör ve şiddet uygulamadığı aşamadayız. Bir anlamda, faşizmin yükselişinin demokratik-meşru kitlesel direniş ve zorlama yolu ile durdurulabileceği kritik aşamada bulunduğumuzu söyleyebiliriz. İleriki aşamalarda faşizm, kitlelere bu olanakları tanımayacaktır.
İktidarda bulunan faşist blok, kalabalık ve çoğunluğu siyasal İslamcı ideolojiyi benimseyen bir polis gücüne, MİT’in ve ordu içindeki gerici-şoven kesimlerin desteğine sahip olsa da, halkın çoğunluğunun desteğine sahip değildir. Sahip olduğu kitlesel destek ise, henüz tümüyle militan bir güce dönüştürülememiştir. Bugünlerde Erdoğan’ın ‘metal yorgunluğu’ gerekçesiyle AKP örgütünü yeniden dizayn etme girişimini, aslında AKP örgütünü, yeni koşulların ihtiyaç gösterdiği tarzda, yani Nazi partisi tipinde bir savaş örgütüne dönüştürme gayreti olarak görülmelidir.
Öte yandan, faşist blok adeta dış dünyadan tecrit olmuş durumdadır. Yaşadığı tecridi Rusya-Çin eksenine yaklaşarak aşmaya çalışsa da, faşist blok Rusya ve Çin ile kendisini ayakta tutacak güvenilir ittifaklar kuramaz. Çünkü bu devletler de, faşist blokun stratejik ilişkiler geliştirilecek düzeyde güvenilir olmadığını gayet iyi bilirler.
Faşist blok iktidarı elinde bulundurmaktadır. Fakat devlet yapısında istikrarlı ve bütünlüklü bir kurumsallaşma sağlayamamıştır. En önemlisi de, çekirdek devlet çatlamıştır. Eski çekirdek devlet NATO kontrolündeydi ve onun desteğine sahipti. Şimdi bu çekirdek yapı NATO’dan neredeyse kopmuştur. Oluşturulmaya çalışılan yeni çekirdek devlet ise, henüz istikrarlı bir iç bütünlüğe sahip değildir. Hatta ulusalcı-siyasal İslamcı ittifakı üzerinde inşa edilmeye çalışılan bu yeni yapı, iç patlamalara gebedir.
Siyasal istikrarsızlık, kayırmacılık, rant ve yağmaya dayalı işleyiş, Türkiye ekonomisini hızla bir çöküşe doğru sürüklemektedir. Ekonomik çöküş halkın gündelik yaşamında pratik olarak hissedilmektedir.
Görüldüğü üzere aslında faşist blokun orta vadede bile varlığını sürdürme olanakları zayıftır. Yerel ve uluslararası koşullar faşist diktatörlüğün varlığını sürdürmesine uygun bir zemin sunmuyor. Uluslararası dengelerde beklenmedik değişimler yaşanmadığı sürece, içerde ve dışarda oluşan demokratik dalga karşısında faşist blok ömrünü sadece ve sadece şiddetle ya da dışarda yürüteceği bir savaşla uzatabilir.
Dönemin temel görevi faşist diktatörlüğü durdurmak ve alaşağı etmektir
Bir araya gelemez denilen toplumsal kesimlerin yeni oluşturulmaya çalışılan rejimin sona erdirilmesi hedefinde birleşmeleri, yeni rejimin niteliği konusunda çok önemli işaretler veriyor. Demek ki, yaşanan dönüşüm ve yaşanan çelişkiler oldukça köklüdür. Bu nedenle geniş bir yelpaze oluşturan toplumsal kesimleri etkilemektedir. Dönüşüm ve çelişkiler başlıca dört temel alandadır: Birincisi, tek bir kişi ve onun etrafındaki bir avuç siyasetçi ve bürokrat, ‘en çok oyu biz aldık o halde bizim dediğimiz olacak’ anlayışıyla toplumun büyük bir kesiminin iradesini hiçe sayarak ‘kabul etseniz de etmeseniz de…’ hoyratlığıyla topluma hukuksuz, kuralsız bir diktatörlük yönetimi dayatıyor. İkincisi; siyasal iktidara dayanan bir avuç rantçı sermaye kesimi, hemen hemen tüm diğer toplum kesimlerin zararına, ülkenin zenginliklerini yağmalamakta, el koymaktadır. Üçüncüsü, topluma dinici bir dünya görüşü-ideoloji ve yaşam biçimi-kültür dayatılmaktadır. Dördüncüsü; başta Kürt halkı olmak üzere coğrafyamızdaki halklara ve etnik gruplara tekçi bir milli kimlik dayatılmaktadır. Görüldüğü üzere, 19. Yy vahşi kapitalizmi uygulamalarına ve ortaçağ yönetim anlayışına ve kültürüne dayanan yeni bir rejim kurulmak isteniyor. Böylesi bir rejimin önceki rejimi bile arattıracağı açıktır. Toplumun geniş kesimlerini bu rejimin alaşağı edilmesi hedefinde birleştiren de bu objektif durumdur.
Türkiye’de bu rejim değişmedikçe, bırakalım özgürlük, demokrasi ve refah içinde yaşamayı, iktidardaki bir avuç kişi ve onların sadık köleleri dışında hiç kimsenin can ve mal güvenliği olmayacaktır. Bu rejimde hiç kimse; bir gün kapısına ‘kelle almaya geldik’ ya da ‘Karınız, kızınız, malınız ve canınız bize helaldir’ diye slogan atan güruhun dayanmayacağı garantisine sahip değildir.
Kısaca söyleyelim, coğrafyamızda özgürlük, demokrasi, barış ve refahın sağlanmasının ilk adımı bu gerici-faşist rejimin yıkılmasıdır.