Suudi Krallığı'nın Suudi Arabistan'daki Şiilerin en yüksek temsilcisi olan Ayetullah Nimr Bakır en-Nimr'i idam etmesi, İslam dünyasındaki mezhepsel yarılmayı daha da derinleştirecek görünüyor. Dahası bu gelişme, vesayet üzerinden yürümekte olan mezhep çatışmalarının doğrudan devletsel aktörlerce yürütüleceği bir aşamaya yükselmesi olasılığını ciddi bir hale getiriyor.
Milyonlarca insanın hayatına ölüm, yıkım, sürgün, tecavüz, travma olarak yansıması, demokratikleşmeyi daha da imkansızlaştırması, siyaseti hukuksal zeminde değil, düşmanlık, ölüm, yasak uzmanı zihniyetlerin elinde tekelleştirmesi nedeniyle bu sorun tüm Müslüman dünyası için yaşamsal önem taşıyor.
Ancak bu noktada sadece dışsal bir sorundan söz etmediğimizi de özellikle anımsamak gerek. Bizzat iç siyasal dengelerce İslamcı ve Osmanlıcı cendereye sokulduğu oranda Türkiye’yi de içine çeken bir sorun karşısındayız ve bu durum, sorunu aynı zamanda bir iç sorun olarak irdelememizi gerektiriyor.
***
Suriye rejiminin düşürülmesi yönündeki uluslararası müdahaleyle yeniden gemi azıya alan mezhep çatışmasının geldiği nokta oldukça kritik... Öyle ki İslam coğrafyası, adeta Muaviye’ler döneminden sonraki en kritik mezhepsel çatışmalarını yaşıyor.
Üstelik bu kez taraflardan birinin o zamanki kadar kısa bir zamanda galebe çalması da mümkün görünmüyor. Nitekim tüm Sünni siyasal egemenlik odaklarının, üstelik emperyalizmin de açık desteğine rağmen bir Suriye rejiminin bile hakkından gelememiş olması, genişleyecek bir savaşın tüm Müslüman dünyasını, bu güne kadarkilerden çok daha büyük ve sonu gelmez bir yıkım ortamına sokması kaçınılmaz görünüyor.
Sünni siyasal egemenlik odaklarının tüm küresel, ekonomik, askeri avantajlarına ve dünyanın dört bir tarafından seferber ettikleri cihatçılara rağmen karşılaştığı başarısızlık, bundan sonrası için de ciddi bir gösterge oluşturuyor.
İslamcısı, Siyonisti, emperyalisti tüm bu küresel saldırıya karşın Suriye rejimi, devrilmemek bir yana uluslararası dengeler nezdinde yeniden muhatap haline gelmiş bulunmaktadır. Daha önemlisi Şii merkez İran, hem Batıyla nükleer uzlaşmaya vararak karşı karşıya olduğu küresel kuşatmayı aşmış hem de Irak ve Suriye’den başlamak üzere, Yemen, Lübnan ve Bahreyn’e uzanan bir hegemonya geliştirmiş durumda.
Oysa 2011’de, Suriye rejimini düşürmek üzere başlatılan hamlede her şey Sünni İslamcı odaklardan yana görünüyordu. NATO, önce Suriye’yi, ikinci hamle olarak da İran’ı düşürme planının merkez karargâhıydı; Sünni İslamcı odaklar da bu yıkım projesinin taşeronluğunu üstlenmişti. Bir meşruiyet dayanağı olarak kullanılan Sünni “Müslüman Kardeşler” örgütü, Ortadoğu’da yükselen toplumsal değerdi.
***
Ancak Sünni İslamcı merkezlerin bu avantajlara rağmen başlattıkları hâkimiyet genişletme hamlesi, son dört yılın bilançosu olarak belirtilmeli ki ağır bir hezimete uğramıştır.
Her şeyden önce Suriye ve İran’ın iyi hesaplanmamış potansiyel ve direnci, bu hezimetin öncelikli nedenidir.
Batı’nın rezervsiz desteği de 2014’ten sonra kaybedilmeye başlamıştır; çünkü Sünni İslamcılık içinde üreyen radikalizmin çok daha kontrol edilemez bir yıkım ürettiği görülmüştür.
Yine Mısır darbesiyle Sünni blokta iç bölünme yaşanmış, keza Müslüman Kardeşler’in saygınlığı ve toplumsal etkisi de radikal bir şekilde kırılmıştır.
“Suriye’ye demokrasi götürmek” iddiasıyla emperyalizme taşeronluk yapan devletlerin, kendi ülkelerinde artan oranda hukuksuzluk ve muhaliflerine karşı şiddet uygulamaları da desteklenmeyi gerektiren partnerler olmalarını imkânsızlaştırmıştır. Dahası bu devletlerin, Alevilere, Şiilere ve Hıristiyanlara karşı Sünni İslamcı bir Suriye’yi, bölgenin yükselen toplumu Kürtlere karşı da Arap bir Suriye’yi dayatan kendi mezhêbi ve milli hedeflerinden vazgeçmemeleri, Batının Suriye politikasını değişime uğratacaktı.
Öyle ki hem Esat yerine IŞİD’in ezilmesini önceleyen, hem de İran ve Rusya’yla uzlaşma eksenli yeni Suriye politikası, Viyana mutabakatıyla dünyanın görüşü haline gelmiştir. Kısacası Dimyat’a pirince gitme hesabı yapan Suudi Krallığı ve AKP Türkiye’si açığa düşmüştür.
***
Tüm bu gelişmeler karşısında hem Suudi Arabistan hem de Türkiye, hem bu mutabakatı işlevsizleştirerek NATO’nun desteğini geri kazanacağı düşünülen hem de bölgedeki etkileri ciddi anlamda artan Rusya’ya ve İran’a karşı hamleler geliştirecekti.
Yemen’e müdahale, petrol fiyatlarının düşük tutulmasına yönelik arzının arttırılması, Rus uçağının düşürülmesi, ancak İran’a karşı olabilecek olan Katar’da askeri üs, Başika’daki eğitim kampını askeri üsse dönüştürme tahkimatı, Suudilerin öncülüğünde Sünni egemenlik altındaki devletlerce oluşturulan 'Teröre Karşı İslam İttifakı” ve son olarak da Suudi Arabistan ile Türkiye’nin “stratejik ortaklık” açıklaması…
Ayetullah Şeyh Nimr’in, Kral Selman Bin Abdülaziz'in onayı ile idamının tam da bu son iki gelişmenin üstüne gelmesi, belli ki bunlardan da cesaret alarak gerçekleşmesi, tüm Müslümanları “kıyamete” sürükleyebilecek bir gelişme olarak düşünülmelidir.
Özellikle de hiç yoktan Ortadoğu’ya yönelik imkânsız hayallere sürüklenen Türkiye’yi düşündürmelidir. Ama görülen o ki Türkiye’nin egemen aklı, üstelik son dönemlerde attığı tüm adımlar aksi sonuçlar ortaya çıkarmasına rağmen böyle bir kaygı duymuyor.
Aksine gün günden savrulduğu Ortadoğululaşma içinde, iki Müslüman ülkenin mezhep kavgasında durdurucu bir faktör bile olamıyor. İslamcılaştığı ve Osmanlıcılaştığı oranda bunu yapacak dayanaklarını kaybetmesi bir yana, asgari bir tarafsızlık görüntüsü vermenin gereklerini bile yerine getiremiyor.
Nitekim Suudi rejiminin meşruiyet dışı idamını kınamazken İran’daki yine meşruiyet dışı elçilik baskısını kınayarak aslında bu karşılaşmada taraf oluyor. Son dönemde artan dış ticaret açığını kapatmaya gereksinimiyle de Suudi rejimini kollaması bir yana, esas olarak sistematik bir hal alan mezhêbi refleksini bu kritik karşılaşmada bir kez daha yineliyor.
***
İslam içinde olup da saygınlığıyla taraflara sözünü dinletebilecek bir gücün olmaması, halen İslam dünyasının karşı karşıya olduğu riski daha da arttırıyor. Ancak bundan daha yapısal olan bir sorunu var ki, bu sorununu çözememesi halinde her türden gerilim, tanrıyı kendine yandaş yapan mezhêbi taassup içinde savaş konusu haline gelecektir. Bu taassubun kırılamaması halinde ise ortaya çıkacak sonuç, sözcüğün gerçek anlamında bir “kıyamet” olacaktır.
Tam bu noktada tüm Müslüman dünyasının, artık daha çok öteleyemeyeceği soru, ne yapılması gerektiğidir.
Sorunun cevabı ise açık ki laik bir hukuka, laik bir kültüre olan gereksinimin belirginleştirilmesidir.
Kuşkusuz tek başına laikliğin yetmeyeceği bir sorunlar yumağı, bir kangren durumu karşısındayız; ama en azından başlangıç ilacı laiklik olan ve onun haklara saygı eksenli bir barışçılıkla, milliyetçi taassuba karşı enternasyonalizmle, hak ve özgürlükler eksenli demokratik bir yönetim sistemiyle desteklenmesi gereken bir durum karşısındayız.
Çünkü ancak laikliğin hazmı sayesindedir ki İslam dünyası, başka mezhebe inanmanın, en az kendisininki kadar dokunulmaz, saygı duyulması gereken bir tercih olduğu gerçeğini hazmedebilecektir.
Ancak laikliğin hazmıyladır ki farklı olmanın bir “küfür” durumu değil, kutsal bir hak olduğunun, farklı inanmanın asla bir savaş, düşmanlaşma nedeni oluşturamayacağının hazmını getirebilecektir.
Halen karşı karşıya gelip tüm İslam coğrafyasını tehdit eden Suudi Arabistan ve İran’ın ortak paydaları da bu vesileyle anımsanmalı: Her ikisi de dünyanın en çok idama başvuran ülkeleri, kadın haklarının en geri, eşitsizlik makasının en açık, farklı dünyevi veya dini inanca sahip olanların hak skalasının en düşük olduğu ülkelerinden.
Salt bu “olağan” (ve Suudi rejiminde çok daha kötü olan) paydalar bile, laikliğin bu ülkelere ve bunların da bir parçası olan diğer paydaş ülkelere, savaşsız hallerinde bile ne denli yaşamsal gereksinim olduğunu gösteriyor.
Ancak Şeyh Nimr’in öldürülmesiyle güncellenen gerilimin neden olduğu tehdit, daha Suriye faciasının yıkımı sürerken, yeniden milyonlarca Müslümanın birbirini öldürmesine neden olabilecek bu riske karşı laikliğe olan gereksinimi binlerce kez daha çok arttırmış bulunmaktadır.