Bölücülük-mezhepçilik suçlamaları altında siyasal İslam ve “siyasal Alevilik” kavramlarını anlamak
Ahmet Aydın
12 Temmuz 2023
Büyük çoğunluğu, çoğulcu burjuva demokratik kültürle bile tanışmamış olan egemen ulusa ve dine mensup siyasetçi ve aydınlar, ezilen etnik ve inanç gruplarının hak ve özgürlük mücadelelerine karşı ideolojik savunmalarını, genellikle basit bir çarpıtmaya dayandırırlar. Bu kesimler; ezilen grupları sosyal-siyasal durum ve statülerinden yalıtarak, onları “milliyetçilik ve mezhepçilik” düzlemlerinde, egemen kesimlerle eşit konumdaymış gibi ele alırlar. Böylece, ezen-ezilen ilişkisini ortadan kaldırarak, sorunu ''eşitler arasındaki benzerlik'' düzeyine indirgerler. Mesela bir Kürt, ulusal kimliğini özgürce ifade etmek istediğinde ya da ana dilde eğitim talep ettiğinde, bu çaba; bazı solcular tarafından bile, olumsuz anlamlar yüklenen ''kimlik siyaseti'' ya da milliyetçilik olarak yaftalanmakta, sonrasında Kürt milliyetçiliği Türk milliyetçiliği ile özdeşleştirilerek, ezilen Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri manipülatif ve sahtekarca bir oyunla bastırılmaya çalışılmaktadır. Halbuki, Türk ulusu ile Kürt ulusu eşit haklara sahip değildir. Arada büyük bir eşitsizlik vardır. Kürt insanın ve halkının mücadelesi, eşit olma ve özgürleşme mücadelesidir. Dolayısıyla, ulusal varlığın ve hakların korunup geliştirilmesini esas alan Kürt milliyetçiliği, bu eşitsizlik ve baskı koşullarında, esas yanıyla bir hak ve özgürlük mücadelesidir ve ilerici bir niteliğe sahiptir.
Türk milliyetçiliği ise, var olan düzeni ve egemen konumunu sürdürme, diğer ulus ve etnik grupların statükoyu değiştirmeye dönük her türlü çabasını bastırma ve farklılıkları yok etme esasına dayalıdır. Evet, Türk milliyetçiliği 1920’li yılların başında göreceli de olsa anti emperyalist konumlanışıyla, ulusal kurtuluşçu, ilerici bir rol oynadı. Ancak bu coğrafyada egemen konuma geldikten sonra, bu kez kendisi diğer ulusları boyunduruk altına aldı. O süreçten itibaren tümden gerici bir niteliğe büründü. Sol-demokratik kültüründen beslenen bir Türk yurtseverliği damarı da elbette her zaman var oldu. Ancak ulusların, dillerin eşitlik ve özgürlüğünü savunmayan Türk milliyetçiliği, kesinlikle gerici bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla Türk ve Kürt milliyetçiliğini aynı konumda gören her türlü çaba manipülatiftir.
Gerici-şoven kesimlerin Kürtlerin ve Alevilerin eşitlik ve özgürlük taleplerine karşı tutumu ise, daha açık ve elbette açıkça düşmancadır. Bu kesimler, Türk devleti sınırları içinde sadece Türk ulusunun var olma hakkı olduğuna inandırılmışlardır. Türk devleti, sınırları içinde yaşayan herkese vatandaşlık ve onunla birlikte ‘’şerefli’’ bir ulus kimliği bahşetmiştir. Bundan gayrısını talep etmek, bu kesimlerce, var olduğunu varsaydıkları eşit yurttaşlık halinin ve ulusal bütünlüğün bozulması ve parçalanması olarak görülür ve dolayısıyla ‘’bölücülük-terörizm’’ suçlamalarıyla karşılanır.
Benzer bir çarpıtma ve manipülasyon Alevilik karşısında yapılıyor. Alevilerin yıllar önce, baskı, horlama ve ayrımcılık nedeniyle sosyal yaşamda kimliklerini açıklayamama ve ibadetlerini açıkça yapamama durumunu, normal durum olarak kabul edip, bugün Alevilerin kimliklerini açıkça ifade etme ve inançsal-kültürel olarak görünür olma hallerini, “bölücülük, mezhepçilik, siyasal Alevilik” olarak nitelendirme eğilimi giderek güçlenmektedir. Halbuki, bahsedilen bütün bu olumsuzluklar, var olan egemen ulus ve din anlayışının baskın özellikleridir. Tüm inançlara eşit mesafede durduğunu iddia eden devlet bile, din işlerini diğer mezhepleri dışlayarak, Hanefi mezhebinin esaslarına göre yürütüyor. Alevilerin bu tarz ve düzeyde mezhepçilik yapacak ne anlayışları ne de güçleri vardır. Alevilerin uğradığı katliam, ayrımcılık ve devletin bundaki rolü ise başlı başına bir tarihi süreçtir.
Sünni Türklerin sosyal yaşamda kendi kimliklerini özel olarak açıklamalarına gerek yoktur. Çünkü aksi söylenmedikçe, ya da karaktersitik bir özellikle gösterilmediği sürece, genel bir eğilim olarak her yurttaş Türk ve Sünni olarak kabul edilir. Sünni Türk'ün bir şey söylemesine gerke yoktur, çünkü, zaten kamusal alan bütün varlığıyla bu kimliğin ifadesidir. Bu toplumda, Türk ve Sünni olmayan herkes; bu dayatmacı egemen zihniyeti ve atmosferi hisseder. Ezilen kesimler açısından, bu atmosferde kimliğini açık olarak ifade etme cesaretini göstermek, özgürleşmenin ilk adımıdır. Doğal olarak bu adım, var olan statükoyu normalite olarak kabul eden hakim ulus ve din mensuplarınca, düzeni, statükoyu bozan “mezhepçilik ve bölücülük” olarak görülür.
Neo Kemalistler hakim ulus konumlarını, alt-kimlik üst-kimlik manipülasyonu ile meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Mesela Kılıçtaroğlu’na ahlaksızca ve bayağı bir dille saldıran ırkçı-faşist Tanju Özcan, Kılıçtaroğlu’nun “Ben Aleviyim, ben Dersimliyim” demesini, “mezhepçilik ve alt kimlik milliyetçiliği” olarak nitelendirmekte ve üst kimliklerin olduğu bir yerde, bu ''alt'' kimliklerin ifade edilmesini yasaklamaktadır. Bu faşistler kendi kendilerince bir üst kimlik icat edip, herkesi bu kimliği kabullenmeye zorluyorlar. Kabul etmeyenleri de, suçlu ilan edip cezalandırmaya çalışıyorlar.
Levent Gültekin gibi egemen güçlerin siyaseti dizayn etmekte kullandığı kişiler de, siyasal İslam kavramına misilleme olarak “siyasal Alevilik” kavramını ürettiler. Seçim sonrası oluşan siyasal durum içinde bu çabanın amacını anlamak zor değildir. Amaç, bugünkü İslamcı-faşist iktidar ile örgütlü siyaset içindeki Alevileri aynı kefeye koyup linç ettirmek ve siyasal alanı Alevilerden arındırıp, var olan kurumları ele geçirmektir. AKP iktidarının ilk döneminde, AKP ve Gülen Cemaati'nin ittifakıyla, devletin Alevilerden arındırılması politikası uygulandı. Bugün de daha ileri bir aşamaya geçilerek, zımni ya da açık bir ortaklıkla, ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerinin de katılımıyla, siyaset alanını Alevilerden arındırma politikasının uygulandığını görüyoruz. Kuşkusuz bu politika genel olarak muhalefetin ezilmesi, bozguna uğratılması siyasetinden bağımsız değildir. Çok kimsenin fark ettiğini sanmıyorum, ancak seçim sürecinde Kılıçtaroğlu’na en azgınca saldıran kesimlerden birisi de İsrail lobisiydi. Anlaşılıyor ki, İsrail, olası bir CHP iktidarında, Türkiye, Suriye ve İran’ın ilişkilerinin normale döneceğini düşünüyordu. Bu anlamda, Kılıçtaroğlu’nun Alevi kimliği onlar tarafından bir tehdit olarak görülüyordu. Dolayısıyla, Alevilerin siyasetten tasfiyesinin uluslararası yanını küçümsememek gerekiyor.
İşin en komik tarafı ‘’siyasal Alevilik’’ kavramını ileri süren kesimlerin, siyasal İslamcı gelenekten gelmeleri ve var olan İslamcı-faşist rejimin inşasına büyük bir katkı sunmuş olmalarıdır. Burada çok kurnazca bir taktik izleniyor: Bir yandan başkalarını siyasal İslamcılık ve ''siyasal Alevilik'' kavramlarıyla suçlayarak, kendilerini siyasal İslam dairesinin dışına çıkarıyorlar ve eski siyasal İslamcı pratiklerinin suçlarından kurtarıyorlar, diğer yandan tertemiz bir ‘’demokrat-laik’’ pozisyon elde ediyorlar.
Doğrusu, bu kişiler; olayların peşinden sürüklenen, olayları bile doğru dürüst anlayamayan, bağlı oldukları egemen güçlerin önlerine koydukları direktifler doğrultusunda konuşan, dolayısıyla olayların arkasındaki olguları kavrayamayan ve bu olguları kavramlaştırma kapasiteleri olmayan kişilerdir. Bu durumu, piyasaya sürdükleri ‘’siyasal Alevilik’’ kavramının çürüklüğünden de görebiliyoruz.
“Siyasal İslam” kavramı, dindar Müslümanların öncülük ettiği ve yine Müslüman bir kitle tabanına dayanan her hareketi hareketi ifade etmez. Başka bir ifadeyle, bir hareketin liderleri ya da kitle tabanı dindar Müslümanlardan oluşuyor diye, o harekete siyasal İslamcı denilemez. Bu kavramın kullanılmasında esas alınan kriterler ideolojik çizgi, siyasal program ve toplumsal pratiktir.
Siyasal İslam kavramı, esas olarak dine dayalı bir siyasal iktidar yani ‘’şeriat devleti’’ ve rejimi kurmayı amaçlayan hareketleri ifade etmek için kullanılır. Bu hareketler, doğal olarak başta laiklik, demokrasi ve kadın hakları olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarında hak ve özgürlük kaybına yol açan gerici hareketlerdir. Bu hareketlerin ortak özelliği, laikliğe, demokrasiye ve temel insan hak ve özgürlüklerine düşman olmalarıdır. İran, Afganistan ve kısmen şeriatla yönetilen diğer ülkelerdeki sosyal durum böylesi gerici hareketlerin eseridir. IŞİD ve benzeri selefi hareketler bu alanda tepe noktasını temsil ederler. İşin en önemli yanı; siyasal İslamcı hareketler, iktidara yakınlaştıkça ve tekelci sermaye ile birleştikçe, hızla faşist bir karaktere sahip olurlar. Normal dönemlerde de, faşist hareketlerle siyasal İslamcı hareketler arasında çok ince bir çizgi vardır.
Fakat örneğin; ABD’de Temsilciler Meclisine seçilen Ilhan Omar, Müslümanların desteğiyle seçilip, Müslümanların haklarını savunduğu için ve başı örtülü dindar bir Müslüman olarak siyaset yaptığı için, siyasal İslamcı olarak kabul edilemez. Tersine yabancı ve Müslüman düşmanlığının ve ırkçılığın güçlü olduğu Batı metropollerinde, Müslümanların haklarını demokratik ve özgürlükçü bir temelde savunmak ilerici bir duruştur.
Alevilere dönersek: Aleviliği çıkarları doğrultusunda kullanan, istismar eden kişiler elbette vardır. Hatta Aleviliği iktidara pazarlayıp bundan kazanç sağlamaya çalışanlar da vardır. Sonuç itibariyle Aleviler de diğer kesimler gibi, kapitalist bir toplumda yaşıyorlar. Kapitalist bir toplumun insanlarda yarattığı her türlü dejenerasyonu Alevilerde de görebiliyoruz. Ancak, ‘’Alevi şeriatına’’, inancına dayalı bir din devleti kurmaya çalışan, bir siyasal Alevi hareketi yoktur. Alevilerin hakları için mücadele eden kitle örgütleri ve tek tek siyasetçiler vardır. Özellikle sol partilerde Alevi kimliğini gizlemeden ve Alevilerin talepleri konusunda duyarlılık gösteren Alevi siyasetçiler de vardır. Ancak programını, ideolojisini ve pratiğini Alevi inancına dayandıran bir siyasal hareket yoktur. Dolayısıyla ‘’siyasal Alevilik’’ kavramı, toplumsal ve siyasal realiteyle bağdaşmayan, uydurma ve daha çok Alevi siyasetçileri sindirmeye ve suçlamaya yönelik propaganda argümanıdır.