Türk devletinin Kürt halkına karşı başlattığı yeni soykırım savaşı-3
Ahmet Aydın
18. 03. 2016
İnsanlık tarihi boyunca emperyalistler ve diğer sömürgecilerin, ezilen halkları ve toplumsal grupları boyunduruk altına almak amacıyla yürüttükleri soykırım ve ezme saldırılarının yöntemleri ve araçları temelde aynıdır. Geriye dönüp baktığımızda, insanlık tarihinin bu alanında neredeyse şiddet ve katliamdan başka bir şey görülmez. Bu tarihsel ortaklık; hem taraflar arasındaki çelişkinin aynı niteliğe sahip olmasından, hem de egemenlerin birbirilerinin tecrübelerinden öğrenmesinden kaynaklanmaktadır. Elbette ezilenler de, kurtuluş mücadelesi yürütürlerken dünyadaki diğer ezilenlerin mücadele deneyimlerinden öğreniyorlar.
Türk devletinin Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşının planlamasını içeren ‘Çöktürme’ adlı belgede, yukarıda izah ettiğimiz tarihsel işleyişin izlerini görebiliyoruz. ‘Çöktürme’ planında[1], Çeçenistan, Afganistan ve Kolombiya’da yaşanan savaşlara, özellikle de Sri Lanka modeline atıfta bulunulmaktadır. Hatta belgenin içeriğinde yer alan ‘Sri Lanka’da ne olduysa ve ne yapıldıysa, PKK’ye karşı bizde uygulayabiliriz’[2] ifadesi, Sri Lanka modelinin, bu planın en önemli referans kaynaklarından biri olduğunu göstermektedir.
Sri Lanka devleti 2009 yılında Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları hareketinin öncülüğünde gelişen Tamil halkının ulusal kurtuluş hareketini şiddetle bastırdığında, kuşkusuz bu gelişmeden kendisi için olumlu sonuçlar çıkaran güçlerin başında Türk devleti gelmekteydi. Sri Lanka devletinin askeri zaferinden sonra, Türkiye’de devletçe desteklenen ‘düşünce kuruluşları’ Sri Lanka modeli konusunda araştırmalarını yoğunlaştırdılar. Her kesimden ‘onlar başardı biz neden başarmayalım’ sesleri yükseldi.[3]
Aslında, 2010 yılına gelindiğinde Türkiye’de geleneksel bastırma çizgisinde ısrar eden kesimler varlıklarını sürdürmekle birlikte, askeri ve siyasi bürokrasi içinde ve siyasi çevrelerde, PKK ve Kürt sorununun ‘sadece güvenlik politikalarıyla çözülemeyeceği, bu sorunun siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarının olduğu ve bu alanlarda reformlar yapılması gerektiği’ anlayışını dile getirenlerin sayısı da az değildi. Fakat iç ve dış durumda meydana gelen gelişmeler, bu anlayışın giderek gerilemesine ve Türk devletinin geleneksel çizgisi ile örtüşen, Sri Lanka tipi ‘askeri zaferle kesin çözüm’ diyebileceğimiz bir anlayışının gelişmesine neden oldu. Sri Lanka örneği, kuşkusuz ulusal sorunların çözümü noktasında siyasi ve barışçıl çözüm kültürü olmayan Türk devleti için, geleneği canlandıran kötü bir örnek olmuştu.
Sri Lanka modelinin şabloncu ve çok istekli bir biçimde benimsenmesinin bir nedeni de, ABD ve diğer batılı devletlerce desteklenen siyasal İslamcı AKP iktidarının, Kemalist iktidarların sahip olmadığını düşündüğü bir silaha, yani ‘İslamcılık’ silahına sahip olduğuna inanmasıydı. AKP iktidarı ‘İslamcılık’ silahıyla dindar olan Kürt toplumunu kazanacağını ve dolayısıyla PKK’yi yalnızlaştırıp kolaylıkla askeri olarak yenebileceğini öngördü.[4] Aslında Kürt toplumunu etkileme gücü açısından bu öngörü hiç de yanlış değildi. AKP, 2014 yılına kadar Kürt toplumundan büyük bir destek gördü. Hatta AKP iktidarı ideolojik-politik yakınlık nedeniyle, 90’lı yıllarda PKK’ye karşı kullanılan Türkiye Hizbullahı’nı ve diğer bazı dinci grupları yeniden paramiliter güç olarak daha yaygın bir şekilde kullanmak amacıyla planlar yaptı. Kemalist iktidarların Kürt toplumu üzerinde etkinliklerini tümden yetirmesi karşısında, AKP’nin sahip olduğu bu etki, Sri Lanka ve hatta Çeçenistan, Kolombiya örneklerinden alınan ilhamla birleştirildiğinde, Türk devleti açısından zafer kesin gibi görünüyordu.
2010-11 sürecinde, ABD’nin de AKP iktidarını ‘askeri zafer’ noktasında cesaretlendirdiğini ve ittifak halinde olduğu siyasal İslamcı bloku imhacı bir yönelim konusunda teşvik ettiğini söylemek gerekiyor. Bunun birinci nedeni, ABD’nin PKK’yi kontrol altına alamaması ve Ortadoğu politikasına hizmet edecek bir çizgiye çekememesidir. Diğer bir neden ise; esas olarak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra gelişen; iç çatışmaları diyalog ve müzakere yoluyla sona erdirme politikasının, ABD’nin beklentilerini karşılamamasıdır. Özellikle Latin Amerika’da gelişen barış süreçleri kıta boyunca ABD karşıtı sol iktidarların gelişmesine yol açtı. El Salvador deneyimi bu konuda en çarpıcı örnektir. Bu nedenle, ABD Kolombiya’daki barış sürecini tıkamıştır. ABD’nin amacı FARC’ı iyice zayıflatmak ve siyasi olarak teslim aldıktan sonra masaya oturtmaktı. ‘Çöktürme’ planında da atıfta bulunulduğu gibi, ABD’nin desteği ve hatta direk katılımıyla FARC önderlerinin büyük bir kısmı suikastlar sonucu katledilmiştir.[5] Fakat ABD bu yöntemle istediği sonuca ulaşamamış ve FARC’ı siyasal çizgisinden uzaklaştıramamıştır.
ABD’nin PKK karşısındaki kaygıları FARC’a karşı duyduğu kaygılarla aynıdır. ABD’nin amacı sol damarı çökertilmiş ve düzene tümüyle uyumlu hale getirilmiş bir PKK yaratmaktır. Ayrıca, bu politika sadece Kuzey Kürdistan’ın siyasal yapısıyla ilgili değildir. ABD, sol damarı güçlü bir PKK’nin, Türkiye’deki devrimci hareketi de güçlendireceğinin farkındadır.
Günümüzde, AKP ile yaşadığı bütün çelişkilere rağmen, ABD’nin Kürdistan ve Türkiye’de devrimci bir hareketin yükselişi konusundaki korkuları devam etmektedir. Mesela, Kobani direnişinde Türkiyeli devrimcilerin yer alması sadece Türk devletini değil, aynı zamanda ABD’yi de oldukça rahatsız etmektedir. Gezi direnişlerinin devrimci bir sosyal kalkışmaya dönüşmesi eğilimi belirdiğinde, ABD’nin giderek bu eylemliliklere soğuk yaklaştığını da biliyoruz.
‘Demokratik reformlarla Kürt sorununu çözme ve güvenlik sorununu demokratik açılımlarla birlikte ele alma’ anlayışının henüz doğum aşamasındayken güdükleşmesinin en önemli nedeni ise, AKP’nin 2010 yılından itibaren iktidarını güçlendirmesi ile birlikte, Kürt sorununu yadsıması ve demokratikleşme konusunda atacağı adımların kendi iktidarına zarar vereceğini düşünmesidir. Denilebilir ki, 2010 yılında iktidarını önemli ölçüde güvence altına almasıyla, AKP için Kürt sorunu bitmiştir. İşin doğrusu, öncesinde de AKP’nin kullandığı ‘Kürt sorunu’ ifadesinin, anladığımız anlamda Kürt sorununa karşılık düşmediğini söylemek gerekiyor. Ancak, içeriği ne olursa olsun, 2010 yılı sonundan itibaren AKP için ‘Kürt sorunu’ söylemi bile rahatsız edici olmuştur.
Recep Tayyip Erdoğan’ın pek çok konuda olduğu gibi, Kürt sorunu konusunda yeterli bilgi birikimi ve tutarlı düşünce sistematiğine sahip olmadığını bilmekle birlikte, onun güncel politik söyleminde AKP’nin politik dönüşümünün izlerini görmek mümkündür. Erdoğan 27 Aralık 2010 tarihinde TBMM'de yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
"73 milyon insanımız Türkiye Cumhuriyeti üst kimliği altında birdir. Üst kimlik TC vatandaşlığıdır. Bunun altında bir çok etnik unsur vardır. Başbakan olarak Kürt sorununu savunuyorum, savunmaya devam edeceğiz.’’[6]
Bu görüşler bir düzen partisi için ileri sayılabilecek görüşlerdir. Fakat aynı Erdoğan dört ay sonra, 30 Nisan 2011 tarihinde yaptığı konuşmada Kürt sorununu inkar ediyordu:
‘’Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur. Kabul etmiyorum. Bu ülkede Kürt kardeşimin sorunu var, ama Kürt sorunu artık yok.’’ [7]
Kısa bir zaman dilimi içinde, Kürt sorunu konusunda AKP’nin söyleminde dramatik bir dönüşüm yaşandığı açıktır. Ancak buradan hareketle AKP’nin niteliksel bir dönüşüm yaşadığını söylemek doğru olmaz. Belki, AKP’nin çizgisinin giderek netleşmesinden ve kendisini daha açık bir şekilde dışa vurmasından söz edebiliriz, ancak sonuç itibariyle inkarcı söylemin öne çıkmasıyla birlikte; AKP’nin özü, gerçek biçimine ya da söylemine kavuşmuştur.
AKP kuruluş sürecinde ve iktidarının ilk yıllarında, Batı’daki Hıristiyan demokrat partilerin İslam dünyasındaki karşılığı gibi bir görünüm sergilemiştir. Bu görünümü sadece hareketin lokomotif gücü olan siyasal İslamcı ‘Milli görüş’ geleneğinin takiye çabasının bir ürünü olarak açıklamak doğru olmaz. AKP ilk yıllarda, başta ABD olmak üzere; batılı devletlerle iyi ilişkiler kurdu ve kapitalist sistemle uyumlu bir çizgi izledi. En önemlisi de AKP, çöküş yaşayan Kemalist rejim karşısında değişim ve reform talep eden farklı kesimlerin taleplerini karşılamak gibi bir iddia ile ortaya çıktı. Bu durum hem AKP’ye ‘değişimci, reformcu’ imajı kazandırdı hem de farklı kesimlerin ve eğilimlerin onun bünyesinde buluşmasının maddi temelini oluşturdu. Nitekim, AKP’nin belirleyici gücünü siyasal İslamcı ‘Milli görüş’ kanadı oluşturmakla birlikte, bünyesinde liberal demokratlar, sağ muhafazakarlar, Türk milliyetçileri gibi farklı eğilimleri barındırıyordu. Üstelik AKP’nin parti yapısı bugünkü gibi tek adamın hakimiyeti altında değildi. Bu durum AKP’ye, çok farklı etnik, dinsel, kültürel ve ideolojik gruplara seslenmek için gerekli söylemleri oluşturma olanağı sağladı. Zaten oldukça pargmatik olan AKP zihniyeti, yapısının ve konjonktürün sağladığı olanakları; adeta ‘her kesimin nabzına göre şerbet verme’ tarzında bir söylemle birleştirerek çok iyi değerlendirdi. Farklı kesimlere karşı kullanılan söylemler arasındaki çelişkiler de, kapsayıcı dinsel ve liberal-reformcu söylemlerle perdelendi.
Bünyesinde farklı eğilimler bulunmasına rağmen, giderek Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam otoritesi altında birleşen ve partiye esas rengini veren ‘Milli görüşçü’ kanadının siyasal hedefi, başlangıçta çok iddialı bir tarzda ortaya konulmasa da, TC sınırları içinde mutlak bir iktidar ve giderek bu iktidar temelinde yeni bir Osmanlı imparatorluğu kurmaktı. Açıktır ki; böylesi bir iktidar ve imparatorluk kurmayı hedefine koyan bir hareket, Türk ulusunun hakimiyetini ve Türk-İslam ideolojisini ve zihniyetini esas almak zorundadır.
Entegre strateji ve ‘çözüm süreci’
12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumundan zaferle çıkan ve iktidarını pekiştiren AKP, içerde orduyla sorunlar yaşamasına ve zorlu bir muhalefetle karşı karşıya olmasına rağmen; çok güçlü bir dış desteğe sahipti. ABD ve AB’nin desteği dışında, Arap körfezi ülkeleri, İran, Irak ve Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi AKP iktidarıyla yakın bir işbirliği içindeydiler. AKP iktidarı ve müttefikleri, bu koşullar içinde Kürt ulusal hareketini Sri Lanka modeli temelinde bastırmak için gerekli tüm olanaklara sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bu anlayışla 2010-11 yılları arasında Kürt ulusal hareketine karşı ‘Entegre strateji’ planı hazırlandı. Bu plan hayatın her alanında ve farklı mücadele araç ve yöntemlerini koordineli olarak kullanarak topyekun bir savaş öngörmekteydi. Nitekim bu plan temelinde 2011-12 yılları arasında Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı, AKP iktidarı tarafından adeta ‘cihat’ olarak tanımlanan yoğun bir savaş yürütüldü. Amaç Kuzey Kürdistan’daki gerilla güçlerini tasfiye etmek ya da söküp atmak, Güney Kürdistan’da kuşatılacak gerilla güçlerini de bölge devletlerinin ve ABD’nin yardımıyla Sri Lanka modeline benzer şekilde imha etmek ya da teslim almaktı.
2012 yılına gelindiğinde AKP tek başına iktidar olduğu halde, henüz hedeflediği rejimi oturtamamıştı. Bu nedenle, yeni rejime geçişi mümkün olduğu kadarıyla ‘meşru ve yasal yoldan’ sağlamaya çalışan AKP’nin önünde kazanması gereken pek çok seçim vardı. Sadece seçim kazanmak için değil, sosyal-siyasal bir yaptırım gücü oluşturmak açısından da, AKP’nin ciddi bir kitle desteğine ihtiyacı vardı. Bu durumda Kürt seçmenin desteğini kazanmak AKP açısından oldukça önemliydi. 2009-12 yılları arasında, KCK davası kapsamında gerçekleştirilen kitlesel tutuklamalar dışında; sivil halka karşı ciddi bir yönelim olmadı. AKP’nin planı, operasyonlarla PKK’nın askeri gücünü tasfiye etmek ve kendisinin Kürdistan’daki kitle desteğini daha da arttırmaktı. Bu yanıyla ‘Entegre strateji’ o dönem üzerinde çokça konuşulmasına rağmen, Sri Lanka modelinden farklılık gösteriyordu. ‘Entegre strateji’ planı, PKK’nın kitle desteğinin şiddet kullanılarak değil, ekonomik çıkar ilişkileri, dini cemaat ve tarikat bağları ve propaganda yoluyla zayıflatılmasını öngörüyordu. Böylece yalnızlaştırılan gerilla, askeri yöntemlerle kolaylıkla tasfiye edilebilecekti. Fakat bu plan öncelikle gerillanın şiddetli direnişiyle bozuldu. Gerillanın direnişi hem gerillanın Kuzey Kürdistan’dan tasfiyesinin hem de Güney Kürdistan’da kuşatılsa bile, Sri Lanka örneğine benzer şekilde imhasının sanıldığı gibi kolay olmadığını gösterdi. Üstelik, AKP Kürt toplumundan önemli bir desteğe sahip olmakla birlikte, PKK’nın kitle tabanını eritemedi.
Tam bu süreçte Türkiye, Suudi Arabistan ve Batılı müttefiklerinin Suriye’ye müdahalesi gündeme gelince, AKP’nin PKK’ya karşı savaşı sürdürmesi fazlasıyla zorlaştı. Ekonominin kırılgan yapısı, orduyla yaşanan sorunlar ve iktidar bloku içindeki çatışmalar da; AKP açısından PKK’ya karşı uzun süreli ve çetin bir savaşı riskli kılıyordu. Bütün bu koşullar AKP iktidarını PKK ile ateşkes yapmaya ve ‘Çözüm sürecini’ başlatmaya zorladı. Abdullah Öcalan da, AKP’nin içte ve dışta yaşadığı zorlukları görüp ona göre hamleler yaptı.
Ancak, Öcalan ile Erdoğan’ın ateşkes ve ‘çözüm süreci’ne yaklaşımlarında önemli bir farklılık olduğunu söylememiz gerekiyor. Öcalan, konjonktürel durumun ürünü bile olsalar, çatışmasızlık ortamının sağlanmasıyla ortaya çıkan olanakları, mümkün olduğunca ‘kalıcı barış’ı sağlama yönünde kullanmak, başka bir ifadeyle taktik bir adımı stratejik bir adıma dönüştürmek istiyordu. Bu yaklaşımın ne derece gerçekçi olduğu ve izlenen yöntemin ne kadar doğru olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Öcalan’ın ve dolayısıyla PKK’nin yaklaşımı, toplumsal destekle AKP iktidarını barışa zorlama yönündeydi. Erdoğan için ise ‘çözüm süreci’, esas olarak bulunulan konjonktürde kendisinin ve partisinin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük bir adımdı. Bu iki yaklaşım arasında derin bir uçurum olduğu açıktır. Nitekim ‘Çözüm süreci’ni başarısızlığa mahkum eden en temel etkenlerden birisi de bu iki yaklaşım arasındaki farklılıktır.
‘Çözüm süreci’ni baştan başarısızlığa mahkum eden diğer bir önemli faktör de şudur: Dünyadaki barış görüşmeleri süreçlerinin tecrübelerinden biliyoruz ki; tüm taraflar birbirilerini savaşla yenemeyeceklerini kabullenmedikçe, savaşı siyasal görüşmeler yoluyla sona erdirmek mümkün değildir. Öcalan ve PKK ‘devlet bizi silahlı mücadeleyle yok edemez, ancak biz de devleti silahlı mücadeleyle yenemeyiz’ görüşünü aslında Öcalan’nın yakalanmasından çok önce benimsemişlerdi. Fakat Türk devleti, özellikle de derin devlet, bugüne kadar, Kürt ulusal hareketini; tıpkı 1921-38 yılları arasında olduğu gibi askeri olarak yenilgiye uğratıp, bastırabileceğine inandı. Bu kaba militarist zihniyetin sahipleri bu nedenle, kısa sürede yenilebilecek durumda gördükleri bir hareketle görüşmeler yapılmasına bile karşı çıktılar.
AKP iktidarı ‘çözüm süreci'ni başlatarak şu hedeflerine ulaşmak istiyordu:
1- PKK gerillalarını, ağır bedeller üreten ve uzun sürecek bir savaşla değil, Öcalan’ın etkisiyle silahsızlandırmak veya TC sınırlarının dışına çıkarmak.[8]
2- İçte AKP ile diğer muhalefet kesimleri arasında süren mücadelede sürecinde, Kürt hareketinin desteğini kazanmak en azından Kürt hareketini tarafsızlaştırmak ya da diğer muhalefet kesimleriyle aktif bir ittifak kurmasını engellemek.
3- Suriye’ye karşı yürütülecek savaş sürecinde içerde göreceli güvenliği sağlamak. Böylece iki cephede birden savaşma riskini ortadan kaldırmak.
4- Barış umudu vererek Kürt seçmeninin desteğini kazanmak.
Kısaca ifade etmek gerekirse AKP, içerde mutlak iktidarını kurmak ve Ortadoğu bölgesinde ortaya çıkan paylaşım olanaklarından yararlanmak için; Kürt hareketiyle geçici bir ateşkes ve barış dönemine ihtiyaç duydu. ‘Çözüm süreci’ bu ihtiyacın karşılanması için başlatıldı. Bir anlamda Kürtlerle nihai hesaplaşmasını, iktidar ve hegemonya hedeflerine ulaşması sonrasına erteleyen AKP, bununla birlikte ‘çözüm sürecini’ Kürt ulusal hareketinin zayıflatılması, parçalanması ve ulusal taleplerin karartılması yönünde bir fırsata dönüştürmeye çalıştı. Keza bu fırsattan yararlanarak Kürdistan’da askeri yığınağını artırdı ve üslerini güçlendirdi.
Kürt halkının Kemalist rejim tarafından gasp edilen ulusal-demokratik haklarını tanıyarak Kürt sorununu çözme anlayışı, hiç bir zaman AKP’nin programında yer almadı. AKP’nin planı, Öcalan’ın serbest bırakılması karşılığında PKK’nin silahlı gerillalarını sınır dışına çıkarttırmak ve Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye son verdirmekti. Böylece AKP, Kürt halkının siyasal-kültürel taleplerini karşılama zahmetine katlanmadan, ‘iç güvenliği’ sağlama hedefine ulaşmış olacaktı. AKP’ye göre Kürt sorunu zaten çoktan çözülmüştü. Tek sorun ‘terör’ sorunuydu. PKK’nın silahlı mücadeleye son vermesiyle, AKP iktidarı için yaşamsal önemde olan bu ‘terör’ sorun da aşılacaktı.[9]
‘Çözüm süreci’nin hem başlatılmasında hem de bitirilmesinde, Ortadoğu bölgesinde yaşanan gelişmelerin de en az iç koşullar kadar etkisi olmuştur. Suriye savaşı pratik bir adım olarak gündeme geldiğinde, bu ülkeyi kısa süre içinde avucunun içine alacağını düşünen ve Ortadoğu pastasından mümkün olduğu kadar büyük bir pay kapmak için hızlı hareket etmek zorunda kalan AKP iktidarı, PKK ile savaşı Suriye savaşı sonrasına erteledi.
AKP iktidarını gözü dönmüş bir şekilde Ortadoğu bölgesine yönelten tek neden Suriye’deki gelişmeler değildi. AKP’nin yakın müttefiki olan ‘Müslüman Kardeşler’ örgütü, 2012 yılında kazandığı seçim zaferi sonucunda Mısır’da iktidara geldi. Suriye’de Esad yönetimi yıkıldığında, burada da ‘Müslüman Kardeşler’ örgütünün iktidara gelmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Irak’ta Sünni Araplar AKP’nin çok yakın müttefikleriydiler. IŞİD’in saldırılarında görüldüğü gibi, Sünni Arapların Türklerin desteğiyle Bağdat’ı almaları hatta tüm Irak’a yeniden hükmetmeleri çok uzak bir olasılık değildi. Keza Güney Kürdistan adeta Türkiye’nin arka bahçesine dönüşmüştü.
Erdoğan ve AKP’nin uluslararası güç dengelerini iyi okuyamadıklarını ve çok aceleci davrandıklarını, bu nedenle Suriye seferinde yenildiklerini söylemek yanlış olmaz. Ancak, Suriye savaşı öncesindeki koşulların, AKP’ye hedeflediği yeni Osmanlı imparatorluğunu ve hilafet düzenini kurması yönünde adeta altın fırsatlar sunduğu da bir gerçektir. Anlaşıldığı kadarıyla, oluşan fırsatlar karşısında başı dönen Erdoğan, Kuzeyde Kürtlerle çatışmaya girip; bu büyük fırsatları kaçırmak yerine, yayılma sürecini kısa vadede olanaklı bir sınıra kadar götürüp, ‘bölgenin efendisi ve İslam halifesi’ olarak Kürtlerin karşısına çıkmak istiyordu. Doğrusu bu plan hiçte yabana atılamaz. Dört bir yanı çevrilmiş Kuzey Kürtlerinin Türk devletine direnme şansları oldukça zayıf olurdu. Üstelik, adeta çok uluslu bir imparatorluğa dönüşecek olan Türk devleti içinde, Kürt sorunu çok daha tali bir soruna dönüşebilirdi. Tahmin ediyoruz ki, Erdoğan bu bölgesel vizyonunu Öcalan’la paylaşmıştır. Öcalan’ın ‘İslam bayrağı altında Türk-Kürt ittifakı’ anlayışı ve ‘çözüm süreci’ ile ilgili başlangıçtaki aşırı iyimser yaklaşımı da, büyük bir olasılıkla bu vizyon temelinde oluşan konsensüsün bir sonucudur.
Suriye savaşının uzaması ve Esad yönetiminin devrilememesi; Rojava Kürtlerinin bir bocalama sürecinden sonra bağımsız bir güç olarak ortaya çıkıp kendi özerk yapılarını kurmaları, AKP’nin tüm planlarını alt üst etti. Dahası Mısır’da da ‘Müslüman Kardeşler’ iktidarı askeri bir darbeyle devrildi. IŞİD’le birleşen Iraklı Sünni Araplar da Bağdat’ın kapısına dayandılar ancak sonra geri püskürtüldüler. Iraklı Sünni Araplar bugün ellerindeki tüm toprakları kaybetme durumuyla karşı karşıyalar. Bölgede müttefik anlamda Türkiye’nin elinde kalan sadece Güney Kürdistan’daki KDP yönetimidir.
AKP ‘çözüm süreci’ ile içte ulaşmak istediği hedefler konusunda da büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Kendisini ‘çözüm sürecinin’ başlatıcısı ve sahibi olarak lanse eden ve Türkiye’deki şoven kesimler karşısında büyük riskler alarak bu süreci başlattığını düşünen AKP, bunun karşılığı olarak Kürt seçmenlerden giderek aratan oranda oy almayı bekliyordu. Fakat 2014 sonlarından itibaren AKP’nin Kürdistan’daki seçmen desteği azaldı, HDP’nin ise arttı. Bu durumu ‘nankörlük’ olarak gören AKP için, yukarıda belirttiğimiz diğer olmuşuz sonuçlar da hesaba katıldığında, ‘çözüm süreci’nin artık hiçbir anlamı kalmıyordu.[10]
Erdoğan stratejik hedeflerine ulaşıncaya dek Kürtleri oyalamayı düşünürken, Kürtler Erdoğan’ın hedeflerine ulaşmasının önündeki en büyük engel konumuna geldiler. Rojava’da Kürtler Erdoğan’ın yayılmacı emellerinin önünde bir barikat oluşturdular. 28 Şubat Dolmabahçe deklarasyonun açıklanmasına dek, azda olsa bir umutla beklenen gerillanın sınır dışına çekilmesi ve silahlı mücadeleye son verilmesi hedefine de ulaşılamadı. HDP, 7 Haziran seçimlerinde büyük başarı kazandı ve ‘seni başkan yaptırmayacağız’ sözünü pratiğe dönüştürdü. HDP barajı aşınca, Erdoğan başkan seçilmek için gerekli meclis çoğunluğuna ulaşamadı ve AKP hükümeti tek başına hükümet kurma çoğunluğunu yitirdi. Bu durumda Erdoğan ve AKP açısından stratejik hedeflere ulaşmak için, öncelikle Kürt engelini ortadan kaldırmak zorunlu hale geldi.
AKP iktidarının Kürt halkına savaş açmasını ‘zorunlu’ hale getiren başka bir gelişme daha vardı. AKP, Gülen cemaatiyle girdiği iktidar mücadelesi sürecinde Ergenekoncu kesimlerle yeni bir ittifak kurdu. Ergenekoncu dediğimiz kesimler aslında derin devletin ağırlıklı gücünü oluşturan kesimlerdir. Ordu merkezli ve ırkçı-faşist karakterli bu kesimin MİT, polis, yargı ve siyaset içinde ayakları var. Bu ırkçı-faşist kesimler başından itibaren Kürt ulusal hareketini, tıpkı TC’nin kuruluş yıllarında olduğu gibi, savaşla bastırmaktan yana oldular. Erdoğan ve AKP bu kesimlerle, Kürt halkına karşı soykırım savaşı başlatma konusunda anlaştı ancak, aynı zamanda iktidarı bu güçlerle paylaşmak zorunda kaldı. Dolayısıyla diyebiliriz ki, bugün Kürt halkına karşı yürütülen soykırım savaşı; bir devlet politikası olarak yürütülmektedir.
HDP’ye karşı düşük yoğunluklu savaş ve yarı-askeri faşist darbe
Kürt halkının HDP bayrağı altında kazandığı seçim zaferi, sadece Erdoğan ve AKP’nin saltanat hayallerini karartmakla kalmadı; aynı zamanda Kürt halkının yasal-siyasal düzlemdeki varlığını güçlü bir biçimde ortaya koyarak, Kemalizm’in ‘tek ulus’ projesinin çöküşünü de resmen ilan etmiş oldu. Öte yandan Rojava Kürtlerinin başarısı bölgesel statükoyu ciddi bir biçimde sarstı. Bu hamle, hem bölgede Kürt ulusunun varlığını dikkate almadan bir düzen kurulamayacağını gösterdi hem de Ortadoğu bölgesi üzerinde hegemonya planları yapan AKP iktidarının planlarına büyük bir darbe vurdu. Bütün bu gelişmeler kendi varlığının güvencesini, Kürt halkının ezilmesi ve kendi kendisini yönetme iradesinin kırılmasında gören Türk devlet geleneğini harekete geçirdi.
Kürt halkının siyasal iradesinin kırılması için derin devletle ortak planlar yapan AKP iktidarı, 7 Haziran seçimi öncesinde tek başına iktidar ve başkanlık sisteminin yolunu açmak amacıyla; henüz topyekun savaş seçeneğini devreye sokmasa da, HDP’ye ve Kürt halkına karşı ‘düşük yoğunluklu savaş’ başlattı.[11] 18 Mayıs’ta HDP Adana ve Mersin il ve ilçe başkanlıklarına ve 5 Haziran’da Diyarbakır’da düzenlenen HDP mitingine karşı gerçekleştirilen bombalı saldırılar ve gerçekleştirilen katliam, aslında Türk devletinin Kürt halkına karşı, her türlü yöntem ve aracı kullanarak, hiçbir kural tanımadan bir savaş başlattığını gösteriyordu. Başka bir deyişle Kürt halkına karşı bugün yürütülen soykırım savaşı aslında 7 Haziran seçimi sürecinde başlatıldı.
Toplumda ciddi bir barış istemi olduğu için, seçim öncesinde ‘barışı bozan taraf’ görüntüsü vermek istemeyen AKP iktidarı, gerilla güçlerini çatışmaya çekmek amacıyla Ağrı’da bir provokasyon tezgahladı. AKP düşük yoğunluklu bir çatışma ortamı yaratarak hem gerillayı ‘ateşkesi bozan taraf’ olarak gösterecek hem de meydana gelecek asker kayıpları üzerinden batıdaki organize şoven Türk kitlesini harekete geçirerek HDP’yi etkisizleştirecekti. Diğer yandan, ‘teröre karşı kararlı mücadele’ görüntüsü altında şoven kesimlerin oyları AKP’ye çekilecekti. Fakat bu palan; gerillanın temkinli yaklaşımı ve HDP’nin sabırlı tutumu sayesinde boşa çıkartıldı.
İktidarın 7 Haziran seçim sürecinde uygulamaya koyduğu terör ve savaş planı başarısız oldu. HDP barajı aşarak, Kürt halkının temsilcisi olarak ciddi bir güçle meclise girdi. Bunun üzerine AKP iktidarı ve derin devlet, 7 Haziran öncesinde uygulamaya çalıştığı terör ve savaş planını daha yoğunluklu bir düzeyde tekrar uygulamaya koydu. Ancak, bu kez hedef; HDP’nin baraj altında bırakılmasından öte, bir bütün olarak Kürt halkının iradesinin kırılmasıydı. Çünkü egemen güçlere göre, Kürtlerin silahlı isyanı siyasal isyanla birleşmiş ve bu isyan Ankara kapılarına dayanmıştı. Bundan dolayıdır ki, Erdoğan, Kürt halkına karşı sürdürülen soykırım savaşını ‘’ancak Çanakkale ile Kurtuluş Savaşı ile mukayese edebiliriz" [12] diyor.
Egemen güçler ittifakı, ‘Çözüm süreci’nden istenilen sonucu alamayınca ve bütün saldırılara rağmen HDP’yi baraj altında bırakamayınca, anayasa ve hukuku bir kenara iterek fiili bir savaş yönetimi kurdu. İlk adım olarak, 7 Haziran seçim sonuçları yok sayıldı. Recep Tayyip Erdoğan ve derin devlet bir yandan, meclisi devre dışı bırakarak ve partileri oyalayarak yeni bir hükümetin kurulmasını engelledi ve tolumu yeni bir seçime zorladı, diğer yandan Kürt halkına karşı topyekun savaş daha doğrusu bir soykırım savaşı başlatarak seçim kampanyası yürüttü. Kısacası 7 Haziran sonrasında Türkiye’de yarı-askeri bir faşist darbe gerçekleştirildi. Bu darbe yarı askeri niteliktedir çünkü, darbenin bir ayağını Erdoğan ve AKP oluşturuyor diğer ayağını ise askerin başını çektiği derin devlet. Zaten böylesi bir hukuksuz faşist rejim olmadan, Kürt halkına karşı böylesi bir soykırım savaşı sürdürülemez.
Bu darbeyi yapanlar belki Evren gibi çıkıp direk olarak ‘yönetime el koyduk’ demediler ancak, direk söylemese de Erdoğan neredeyse her gün fiilen yönetime el koyduğunu hem söylemiyle hem de pratiğiyle açıklamaktadır. Erdoğan bir yandan yargı kararlarını takmam diyor; diğer yandan kaymakamlara ‘mevzuatı bir kenara bırakın’ talimatını kamuoyunun gözü önünde veriyor. Askere ve polise ‘savcıların karşısına çıkmaktan korkmadan öldürün’ talimatı zaten yazılı olarak verilmişti. Kimsenin kendisini kandırmasına gerek yok, meclis de yargı da Erdoğan’ın emirlerine göre hareket ediyor.
Türkiye yarı-askeri bir faşist diktatörlüğün yönetimi altındadır. Bu rejim altında demokratik seçim olmaz, olsa olsa başkanlığın oylandığı bir referandum olur. Bu koşullarda yapılacak bir referandumun da, 12 Eylül darbesi sürecinde yapılan anayasa oylamasından bir farkı olmaz.
Şu gerçekliğin altını da çizmek gerekiyor; Türk devleti, bölgesel bir hareket olması itibariyle; Kürt halkının iradesini kırma savaşını sadece Kuzey Kürdistan’la sınırlamıyor. Rojava’da da Türk devleti Kürt halkına karşı tam anlamıyla bir soykırım savaşı yürütüyor. Kobani’ye karşı yürütülen barbar savaşın sadece IŞİD’in eseri olduğunu söylemek gerçekten büyük bir saflık olur. Bu savaşın IŞİD’le işbirliği içinde yürütülmesi işin özünü değiştirmez. Bugün sorunla bir şekilde tanışmış tüm dünya devletleri biliyor ve itiraf ediyorlar ki, Türk devleti olmadan IŞİD varlığını sürdüremez. Ve Türk devleti Kürtlere karşı IŞİD’le ittifak halindedir. Bu anlamıyla Rojava Kürdistan’ında sürdürülen halk direnişinin Kuzey Kürdistan’a etkisi sadece özyönetim iradesinin gelişmesi noktasında değildir. Kuzey Kürtleri esas olarak Rojava ve Şengal direnişlerinden şunu öğrendiler: Kendi yaşamını, can güvenliğini kimseye emanet edemezsin. Yaşamak istiyorsan bunu bizatihi kendi gücünle; kendi direnişin ve öz savunmanla gerçekleştireceksin.
Bu bölgesel koşullar göz önünde bulundurulmadan Kürt halkının bugün Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirdiği öz savunma direnişleri anlaşılamaz. Hukuksuzluk, terör ve savaşın hakim olduğu bir düzende, fiili bir faşist darbenin yapıldığı koşullarda, can güvenliği bile kalmayan Kürt halkı yaşamını savunmak için silahlı direnişe başvurmuştur. Bu direniş tıpkı Şengal’i işgal eden ve Kobani’yi işgal girişiminde bulunan IŞİD’e karşı gerçekleştirilen direniş gibi meşru ve doğrudur. Bu direniş eleştirilecekse, sadece daha iyi ve daha güçlü bir biçimde organize edilemediği için eleştirilebilir.
‘Çöktürme’ planı ve yeni soykırım savaşı
Yaklaşık iki buçuk yıl süren ateşkes sürecinde ciddi bir çatışma yaşanmamasına rağmen; hem devlet hem de PKK tarafı gayet iyi biliyordu ki; ateşkes barış demek değildir. Ateşkes eşliğinde yürüyen görüşme süreci bittiğinde, taraflar yeni bir savaş durumuyla karşı karşıya kalacaktır. Üstelik büyük bir olasılıkla, başlayacak bu yeni bir savaş sürecinde taraflar; oluşan düğümlenme halini aşmak için, karşı tarafın askeri direncini kırmanın zorunlu olduğunu düşünerek, ellerindeki tüm güçleri harekete geçirip topyekun bir savaşa girişeceklerdi. Abdullah Öcalan ve KCK yöneticileri sık sık böylesi bir savaş riskine dikkat çektiler.[13]
Türk devleti ise ateşkes sürecine rağmen, PKK’ya karşı vereceği nihai bir savaşı hiçbir zaman göz ardı etmedi. Dolayısıyla savaş hazırlıklarını farklı düzeylerde de olsa kesintisiz sürdürdü. Üstelik biliyoruz ki, son yıllarda Türk devletinin yayılmacı politikaları iyice belirginleşti. Yayılmacı politikalar savaşsız uygulamaya geçirilemez, bu nedenle Türk devletinin savaş hazırlıkları çok daha derin ve kapsamlıdır.[14]
Öyle anlaşılıyor ki; gerillanın geri çekilmeyi durdurulmasıyla, devlet Kürt hareketini oyalama ve oyuna getirme politikasının işe yaramayacağını gördü ve savaş palanlarını güncellemeye başladı. Hatip Dicle’nin de belirttiği gibi, AKP iktidarı yasal alt yapısı hazırlanmadan gerillanın çekilmesinde ısrarcı davrandı. Üstelik, HPG elindeki esirleri serbest bıraktığı halde, devlet hasta tutsakları bile bırakmadı. Gerilla geri çekilmeyi başlatır başlatmaz da, Kürdistan’ı kalekollarla kuşatma altına almaya çalıştı. Dünyadaki barış süreçleri uygulamalarında ‘güven arttırıcı adımlar’ olarak tanımlanan ve karşılıklı atılan adımlar atılmayınca, çok haklı olarak KCK gerillaların çekilmesini 2013 Eylül ayında durdurdu.
Devlet PKK’ya karşı savaş palanlarını güncelledi diyoruz çünkü, devletin savaş halinde olduğu bir güce karşı hazırlık yapmaması ve bir savaş planına sahip olmaması mümkün değildir. Bu anlamada günümüzde yürütülen ‘Çöktürme’ planı daha önce hazırlanmış ‘Entegre satrateji’ planının ve ondan da öte; 1915-1938 arasında yürütülmüş soykırım savaşlarının planlarının, dünyadaki tecrübeler ışığında güncellenmiş hali olarak görülmelidir.
Önceki bölümde Ahmet Davutoğlu’nun bugün Kürdistan’ın savaş yürütülen ilçelerini kastederek, ’’daha 2013 yılı kasım ayında yaptığımız değerlendirmede 12 kritik ilçeyi öngörmüştük’’ açıklamasını aktarmıştık. Keza Davutoğlu Ekim 2014’te yapılan güvenlik toplantılarında[15] 'Çözüm sürecinin bitmesi ihtimaline hazırlıklı olun, dedim. Ben bir gün size 'O gün geldi' diyeceğim, o güne bütün hazırlıklarımız tamam olmalı. Bütün eksiklerinizi tamamlayın'’ şeklinde asker ve polise talimat verdiğini de açıklamıştı. Bütün bu açıklamalar ‘Çöktürme’ planının içeriğiyle paralellik taşıyor. ‘Çöktürme’ planında bu konuyla ilgili şu tespitler yer alıyor:
‘’Mevcut durumun bitmesi durumunda (çözüm sürecinin) yapılan ve alınan tüm istihbaratların sonucu ‘terör’ örgütünün büyük şehirlere ve özellikle de kendine fazlaca destek bulduğu il ve ilçelerde halkı isyana, güvenlik güçleriyle çatışmalara, itaatsizlik hareketlerine kalkışmalarına hazırladığı ve yine bu hazırlıklar için adı geçen bölgelere silah ve bomba yığınağı yaptığı tespitlerimiz dahilindedir. Yeniden başlayan çatışmalar özellikle belli alanlarda yoğunlaşacağı öngörümüz dahilindedir.’’[16]
Davutoğlu’nun açıklamaları ile ‘Çöktürme’ planının içeriği arasındaki ortaklık, bu planın varlığını doğrulayan diğer bir kanıttır. Davutoğlu’nun ’12 kritik ilçe’ olarak tarif ettiği yerleşim alanları ‘Çöktürme’ planında ‘‘terör’ örgütünün… fazlaca destek bulduğu il ve ilçeler’’ şeklinde tarif ediliyor.
Uzun zamandır basında ve siyasi çevrelerde, MİT ve Polis istihbaratının ‘çözüm süreci’ boyunca PKK’nın söz konusu yerleşim alanlarına silah yığınağı yaptığını tespit ettiğini, ancak hükümetin bu duruma müdahale etmediği konusu çokça dile getirilmektedir. ‘’Silah ve bomba yığınağı’’ iddiası ‘Çöktürme’ belgesinde de yer alıyor. Ancak bu iddia KCK yöneticileri tarafından defalarca ve kesin bir dille yalanlandı.[17] Son olarak Beşir Atalay bu iddiayı yalanladı.
Bizce bu iddia aslında ‘Çöktürme’ planının hayata geçirilmesi için, yine planın içinde sunulmuş bir gerekçedir. Bu iddia TCK’daki ‘katalog suçlar’ sınıflandırmasına benzer şekilde, Türk güvenlik güçlerinin ‘katalog saldırı gerekçeleri’ içinde yer alır. Bir soykırım savaşı planı hazırlandığında elbette bu planın neden yapıldığı ve neden uygulanması gerektiği konusunda geçerli gerekçelerin sunulması gerekiyor. Gerillaya karşı savaşta belki artık böyle bir gerekçelendirmelere ihtiyaç duyulmuyor. Ancak şehirlerde yürütülecek ve binlerce insanın ölümü, yüz binlercesinin sürülmesi ve yerleşim alanlarının tahrip edilmesiyle sonuçlanacak bir savaş için, ciddi gerekçelerin olması gerekiyor. Bu nedenle bir ‘’halk isyanı’’ çıkacağından bahsediliyor ve bunun için ‘’silah ve bomba depolandığı’’ iddia ediliyor.
Kürt halkının ve ulusal hareketin uzun bir zamandır özerk yönetim talebini dile getirdiğini biliyoruz. Bu temelde kitlesel eylemlilikler yaşandı. Dolayısıyla gelecekte de böylesi kitle hareketlerin yaşanacağını öngörmek zor değildi. Ancak bu talepler ve eylemliliklerin tümüyle demokratik ve hatta yasal sınırlar içinde olduğu açıktır. Nitekim, 7 Haziran 2015 seçimi sonuçlanıncaya kadar bu yasal ve demokratik çerçeve korunmuştur. Fakat Türk devleti için; özerklik talep etmek, ‘bölücülük’ dolayısıyla ‘devlete karşı isyan’la özdeş olduğu için, bu talebin silahla veya silahsız dile getirilmesi arasında bir fark yoktur.
‘’Çözüm süreci boyunca şehirlere silah yığınağı yapıldı’’ iddiası başlangıçta Erdoğan ve AKP iktidarı tarafından PKK’nın ‘çözüm sürecini suistimal’ ettiğine dair kanıt olarak ve savaşın başlamasına gerekçe olarak ortaya atıldı.[18] Sonradan bu iddia muhalefet tarafından AKP iktidarına karşı kullanıldı. Muhalefet AKP iktidarını ‘terör örgütüne göz yummak’’la suçladı ve hükümet yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulundu. Aslında AKP kazdığı kuyuya kendisi düştü.
Bu iddialara bakılırsa, sanki polis ve jandarma ‘çözüm süreci’ boyunca bölgede hiçbir operasyon yapmamış, arama tarama faaliyetinde bulunmamış, hiç kimseyi gözaltına alıp tutuklamamış. İHD’nin 2013-2015 arasında yayınlanan yıllık insan hakları ihlalleri raporları bu iddiaları tamamen yalanlıyor.[19] Belki söz konusu dönemde gerillaya karşı kırsal alanlarda saldırı amaçlı operasyonlar yapılmadı. Ancak şehirlerdeki ‘asayiş operasyonları’nda ciddi bir değişim yaşanmamış. 2013 yılında gözaltı ve ev baskınlarında bir düşüş görülmekle birlikte, 2014 yılından itibaren veriler yine eski düzeye dönmeye başlıyor. Söz konusu dönemde, bugün savaş yürütülen alanlar dahil; bölgede polis ve jandarmanın düzenlediği operasyonlarda toplam 10579 kişi göz altına alınmış. Ve toplam 4452 ev baskını gerçekleştirilmiş. Yine operasyonların yapıldığı alanlar incelenirse polis ve jandarmanın 2015 yılının ilk aylarına kadar girmediği hiçbir alan yok. İddialar çerçevesinde bu verilere bakarsak, polis ve jandarma evleri basıyor, insanları gözaltına alıyor, ancak yerleri tespit edildiği halde silahlara dokunmuyor. Bu geçekçi bir yaklaşım değil. Tarafların yalanlaması dışında, bu veriler söz konusu iddiaların saçmalığını yeterince ortaya koymaktadır.
Özyönetim alanlarında çatışmaların 7 Haziran seçimlerinden sonra, özellikle de 24 Temmuz’da Kandil’in bombalanmasıyla yani ateşkes sürecinin tümden bitmesiyle şiddetlendiği görülüyor. Çünkü, toplumun büyük bir kesimi gibi, özyönetim alanlarındaki halk da, 7 Haziran seçimleri sonunda bir siyasal değişim yaşanacağı ve ateşkes sürecine geri dönüleceği beklentisi içindeydi. Bu nedenle özyönetim alanlarında yaşayan halk, tüm baskılara rağmen seçimlere büyük ilgi gösterdi. Bu durum halkın silahlı mücadeleden çok siyasete öncelik verdiğinin kanıtıdır. Fakat 7 Haziran’dan sonra yarı askeri faşist bir darbe gerçekleştirildi ve Kürt halkına karşı savaş her alanda tırmandırıldı. İşte halkın direnişi bu aşamadan sonra ağırlıklı olarak silahlı direnişe evrildi. Daha önce halkın elinde bireysel bazda bazı hafif silahlar olsa da, esas silahlanmanın ateşkesin sona ermesi ve yeni bir savaş sürecinin başlamasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
1937 yılında Dersim’e karşı gerçekleştirilen soykırım saldırısının en önemli gerekçelerinden birisi de, halkın elinde olduğu varsayılan silahların toplanmasıdır. Daha önce bahsettiğimiz, 1933-34 arasında hazırlanan Jandarma Genel Komutanlığı’nın (JGK) ‘’Dersim Raporu’’nda ‘silahsızlandırma’ meselesine büyük önem verildiğini belirtmiştik. Bu raporda sözde hangi aşiretin elinde ne kadar silah olduğu da tek tek belirtilmiş. Ancak bu istihbarat raporlarının büyük oranda abartılı ve yanlış bilgi içerdiğini halkın anlatımlarından biliyoruz.[20] Dolayısıyla, öncelikle Türkiye’deki istihbarat raporlarına her zaman kuşkuyla bakılmalıdır.
Dersim soykırımıyla ilgili 1937 tarihli gizli Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin 2. maddesinde silah toplama faaliyeti harekatın amaçlarından birisi olarak gösteriliyor. Söz konusu kararnamede şöyle deniliyor: ‘Bu defa isyan etmiş mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır. Ve bu toplama ameliyesi de köylere baskın edilerek hem silah toplanacak, hem bu suretle elde edilenler nakledilecektir.’’
Anlaşıldığı kadarıyla, özyönetim ilanları ve hendek-barikat gerekçesi olmasaydı, devlet bu kez ‘silah ve bomba yığınağı’ gerekçesiyle önceden tespit edilen ilçeleri kuşatıp saldıracaktı. Bunun açık işaretlerini planın içeriğinde görüyoruz. Planda şu ifadeler yer alıyor:
‘’Şehirlere depolanan illegal silahların toplanması konusunda bölgede bazı kanaat önderleriyle de temasa hızla geçilmesi ve siz yapın, yoksa biz nasıl alacağımızı biliyoruz mesajı çok net olarak verilmeli.’’[21]
Şunu sormak lazım, MİT raporlarında tespit edildiği ve ‘ayıp olmasın’ diye müdahale edilmediği söylenen ‘silah depolarına,’ devlet ‘çözüm süreci’ içinde müdahale edip bu silahları toplasaydı, buna kimse itiraz edebilir miydi? Dahası devletin böylesi bir operasyonu, iddia edildiği gibi süreci kesintiye uğratır mıydı? Elbette ve kesinlikle hayır. İşin en komik tarafı, devlet silahların yerlerini tespit ediyor ama kendisi gidip silahları toplamıyor, bu işi ‘kanaat önderlerine’ havale ediyor. Açıktır ki, basit ve tutarsız bir tezgahla karşı karşıyayız.
Hendekler açıldığı ve silahlı direniş geliştiği için, savaş için yeterli gerekçeyi elde ettiğini düşünen devlet, ‘silah depoları’ meselesini kapattı. Hendek ve direniş olmasaydı, kamuoyu ‘silah depoları’nı tartışıyor olurdu ve bu kez de ‘ama silah depoları’ itirazları duyulurdu.
30 yıldır Kürdistan’da devlet dışında silahlı bir güç yani PKK gerillası bulunmaktadır. Bu nedenle devlet ‘silahsızlandırma’ sorununu esas olarak gerillanın silah bırakması ya da en azından TC sınırlarının dışına çekilmesi olarak ele aldı. AKP iktidarının başlattığı ‘çözüm süreci’nin neredeyse tek hedefi de buydu. Fakat AKP iktidarı ‘zahmetsiz ve maliyetsiz çözüm’ anlayışı güttüğü için bu hedefine ulaşamamıştır. Bu nedenle olsa gerek, ‘çöktürme’ planı ‘silahsızlandırma’ faaliyetinin ağırlık noktasını Kürdistan şehirlerine kaydırmıştır.
Halka karşı savaş
2010-2012 arasında Türk devleti, Sri Lanka modeliyle ‘kesin bir askeri zafer kazanmak’ noktasında çok daha umutlu bir görünüm sergiliyordu. ‘Çöktürme’ planında ise, Sri Lanka modeli referans olarak gösterilmekle birlikte, PKK hareketinin, güç ve yayılma alanı itibariyle diğer örgütlerden farklılık gösterdiği belirtiliyor. Bu tespit, Sri Lanka modelinin Kürdistan’da esas yönüyle uygulanamayacağının kabulüdür. ‘Çökertme’ planında bu konuda şu belirlemeler yer alıyor:
‘PKK terör örgütü, bazı ülkelerdeki terör örgütleri gibi lokal bir nitelik taşımamaktadır. Komşu ülkelerin çoğunda ve Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde konumlanmış, uluslararası bir terör örgütü niteliğinde ve yine uluslararası bazı güçlerce desteklenen-yönlendirilen bir niteliğe sahip olmaktadır. Bu nedenle benzer örgütlerle eş değerde tutulması doğru bir tespit olmamaktadır. Kendi topraklarımız ve bir komşu ülke topraklarında hava saldırılarının, yanında lojistik ve ekonomik damarlarının kesilmesi, özellikle kendi sınırlarımız içinde kendisine destek verenleri, verdiği destek nedeniyle cezalandırılması birinci derecede önem taşımaktadır.’’[22]
Anlaşıldığı kadarıyla, devlet ‘Kandili kuşatıp gerillayı imha etme’ hayallerini bir yana bırakıyor ve hava saldırılarıyla örgütsel yapının felç edilmesini hedefliyor. ‘’Özellikle kendi sınırlarımız içinde kendisine destek verenleri, verdiği destek nedeniyle cezalandırılması birinci derecede önem taşımaktadır’’ ifadesinden anlıyoruz ki, ‘’Çöktürme’’ planın esas hedefi Kürt halkı, özellikle de yurtsever halk kesimleridir. Bu nedenle planda 90’lı yıllarda da çokça dillendirilmiş olan ve Amerikalıların Vietnam savaşında kullandığı taktiği tanımlayan ‘Denizi kurutarak, balıkla uğraşmaya gerek yok’ ifadesi yer alıyor. Yani ‘gerillayı yok etmek için halkı yok et.’ Aslında bu ifade, kısaca tanımlanmak istenirse, ‘Çöktürme’ planının ve bugün Kürdistan’da yürütülen savaşın niteliğini ve amacını özlü olarak ortaya koymaktadır.
‘Çöktürme’ planında geniş bir bölgede yaşayan Kürt halkına karşı bir soykırım saldırısının planlandığı çok açık ve geniş olarak ifade edilmiş. Planda ulaşılacak hedef şöyle belirlenmiştir:
‘’Ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak, kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır…yapılacak bastırma operasyonların da 10 bin illa 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesinin terör örgütünü felç etme, işlevsizleştirmesini sağlaması düşünülmekte’’
Bu satırlar Cizre, Sur, Silvan, Silopi, Gever, Nusaybin, Derik ve Kerboran’da yaşananlar göz önüne getirilerek okunursa, planlananların neredeyse birebir hayata geçirildiği görebilir.
Dahası bu yazılanların ve yapılanların yeni olmadığı, 1915 Ermeni soykırımı, 1921 Koçgiri, 1924 Şeyh Sait, 1930 Ağrı-Zilan, 1937-38 Dersim soykırım ve katliamlarında benzer plan ve katliamların gerçekleştirildiğini görüyoruz.
4 Mayıs 1937 tarihli Dersim soykırım kararında yapılacak harekatın hedefini belirten aşağıdaki paragraf, ‘Çökertme’ planının yukarıda aktarılan bölümüyle karşılaştırılırsa, Türk devletinin geleneğinin bugün de sürdürüldüğü rahatlıkla görülür:
‘’Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.’’
Sonuç: Türk devleti, Türk ulusunun TC sınırları içinde yaşayan diğer ulus ve etnik gruplar üzerindeki hakimiyetine dayalı olarak kurulmuştur. Dahası bu hakimiyet sorunu, Türk ulusunun varlık yokluk sorunuyla özdeşleştirilmiştir. Bu şoven zihniyete göre, Türk ulusu var olan devlet sınırları içindeki ulus ve etnik gruplarla eşitlik ve özgürlük temelinde bir arada yaşayamaz. Türk ulusu diğer ulus ve etnik gruplar üzerinde hakimiyet kurmak zorundadır, çünkü bu hakimiyeti kaybederse yok olur. Bu anlayışa koşut olarak, Türk ulusunun varlığı için diğer ulus ve etnik grupların yok edilmesi politikası ve Türk devletinin soykırımcı, katliamcı pratiği gelişmiştir. Bugün Kürt ulusunun karşı karşıya olduğu da bu soykırımcı politika ve pratiktir. Karşımızdaki yalın ve üzerinden atlanamaz gerçeklik şudur: Türk şovenizmi ve ona dayalı olarak gelişen soykırımcı pratik aşılmadan coğrafyamızda ne demokrasi geliştirilebilir ne de huzur sağlanabilir.
Dipnotlar
-------------------------------
[1] ‘Çöktürme’ planı ile ilgili soru önergelerine cevap alamayan HDP milletvekilleri, bu kez de meclisteki görüşmelerde; sorumlu bakanlara söz konusu planın varlığıyla ilgili sorular sorarak cevap istediler. Ancak bakanlar ve hükümet bu sorulara da cevap vermedi. Aslında hükümet susarak bu soruları cevaplamış oldu. Bu suskunluk açıkça planın varlığını kabullenmek anlamına gelir. Ertuğrul Kürkçü 24 Şubat 2016 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada sorularını tekrarlayarak şunları söyledi: ‘’…burada herkesin önünde, Meclisin önünde, sizin önünüzde sordum: 'Çöktürme harekât planı doğru mudur, yanlış mıdır?' diye. Şimdi, sevgili arkadaşlar, buna cevap verilecek. Savunma Bakanı'na sordum cevap vermedi. İçişleri Bakanı'na soruyorum: Çöktürme harekât planı diye bir plan var mı? Bu plana göre, 15 bin kişinin hayatını kaybetmesi, 300 bin kişinin yerinden edilmesi, 7-8 bin kişinin yaralanması, sakatlanması, 7-8 bin kişinin de hapsedilmesiyle sonuçlanacağı öngörülen bir çöktürme harekât planı var mıdır, yok mudur? Hiç kimse o gün bana cevap vermedi. Bana 'bizi IŞİD'le bir tutuyorsun.' diye... Ben sizi IŞİD'le bir tutmuyorum, siz zaten kendinizi bir tutuyorsunuz ama ben sizi başka bir şeyle itham ediyorum." (Özgür Gündem, 24. 02. 2016, http://www.ozgur-gundem.com/haber/158881/kurkcu-sordu-hukumet-sessiz-kurdistanda-15-bin-kisiyi-katletme-planiniz-var-mi
‘Çöktürme’ planın varlığını somutlayan diğer bir gelişme İMC TV’nin yayının hukuksuz bir şekilde, mahkeme kararı olmadan savcı talimatıyla engellenmesi ve Özgür Gündem gazetesi üzerinde estirilen terördür. ‘Çöktürme’ planında, aralarında İMC TV ve Özgür Gündem’in de bulunduğu ilerici muhalif basın organları tek sayılmış ve ‘’İvedilikle ismi geçen terör örgütü yayınlarının ekarte edilmesi, yasal dayanaklardan yoksun bırakılması acilen gerekmektedirler’’ denilmişti. Görülüyor ki, iktidar biraz gecikmeli de olsa, planın bu ayağını da uygulamaya koymuştur.
[2] Oktay Yıldız, ‘Çöktürme planı’, 16. 12. 2015, http://www.nerinaazad.com/columnists/oktay_yildiz/cokturme-plani
[3] ‘’Sri Lanka hükümetinin yaklaşık 30 yıl sonra “topyekun savaş” konseptiyle Tamil Kaplanları’nı 2009’da dağıtması üzerine Türkiye’de de “Sri Lanka modeli” tartışılır oldu. PKK’nın saldırılarını tırmandırması ve hükümetin de söylemini buna paralel olarak sertleştirmesiyle yeniden Sri Lanka modeli gündemimize girdi.’’ Ruşen Çakır, Vatan, 24 Ağustos 2011, http://www.gazetevatan.com/rusen-cakir-396115-yazar-yazisi-pkk-nin-sonu-tamil-kaplanlari-gibi-olur-mu-/
[4] ABD, ‘ılımlı İslamcı’ olarak kabul ettiği AKP iktidarının ‘terörle’ mücadelede sahip olduğu din silahını kullanması sürecini, dünya çapında ‘ılımlı İslam’a yüklediği rol nedeniyle yakından izledi. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2010 yılı ‘Terör Raporu’nda özellikle PKK’ya karşı mücadele bağlamında Türkiye ile ilgili şu tespitler yer alıyor: "Polis, teröristlerden önce bu bölgelerde yaşayan insanlara ulaşmaya ve mevcut grup dinamiklerini değiştirerek, örgütlere katılımlara engel olmaya çalıştı… Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülen diğer programın ise Hanefi Sünni Müslümanlığı teşvik ettiği, ayrıca şiddet içeren ve radikal mesajların yayılmasını engellemeyi amaçladığı ifade edildi. Diyanet tarafından Türkiye genelinde görevlendirilen 66 bin imamın bireysel olarak cemaatlerine geleneksel dini değerleri kazandırmaya çalıştığı bildirildi. Diyanet benzer şekilde yurt dışındaki Türklerin kurduğu dini derneklerle de çalışarak, bunların şemsiye dernekler kurmalarına yardımcı oldu, temel Hanefi Sünni İslami öğretimden faydalanmalarına olanak sağladı." Hürriyet, 20 Ağustos 2011, http://www.hurriyet.com.tr/turkiyenin-terorle-mucadelede-iki-kilit-silahi-18528529
[5] PKK yöneticilerine karşı suikast düzenleme fikrini Türk devletine, ABD’nin verdiğini söyleyemeyiz. Türk devletinin bu konuda yeterince tecrübesi var. Ancak, ABD’nin Kolombiya’da FARC yöneticilerine karşı gerçekleştirilen suikastlara bizzat katıldığını ve bu suikastların ileri teknoloji kullanılarak gerçekleştirildiğini biliyoruz. ABD’nin Kolombiya’da elde ettiği bu tecrübeleri PKK’ya karşı kullanılmak üzere Türk devletiyle paylaşmaya hazır olduğu konusunda haberler 2010-11 yılları arasında Türk basınına yansımıştı. Nitekim aynı süreçte, ABD’nin insansız hava araçları ile elde ettiği bilgiler sayesinde Türk askeri önemli bazı gerilla komutanlarını katletmişti. Günümüzde ABD ile Türk devleti arasında PKK’ya karşı geçmişteki gibi bir özel işbirliğinden söz edemeyiz. Ancak ABD hala Türkiye’ye ‘akıllı bombalar’ gibi gelişmiş silah ve mühimmat sağlıyor. Bu süreçte, ABD ile Türk devleti arasında suikast politikası noktasında bir işbirliğinden söz edilmese de, Türk devletinin FARC’a karşı izlenen suikast politikasını benimsediğini ve büyük bir istekle kendi olanaklarıyla uygulamaya çalıştığını görüyoruz. ‘Çöktürme’ planında bu konuda şunlar yazılıyor: ‘İnsansız hava araçlarıyla lider kadroların yerlerinin tespitine özen gösterilmesi ve lider kadrodan bir kaçının X edilmesi önemli bir psikolojik üstünlük sağlatacaktır.”
9 Ocak 2013 tarihinde Paris’te Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez; 16 Ocak 2013 tarihinde Moskova’da Aslan Usayan, 16-19 Eylül 2015 tarihleri arasında Dersim’de düzenlenen operasyonlar sonucu HPG Dersim Eyalet Komutanı Baran Dersimi (İsmail Aydemir) ve üç gerilla Dersim’de katledildiler. Bu saldırıları söz konusu suikast politikasının bir uygulaması olarak görebiliriz. Ayrıca 24 Temmuz 2015 tarihinde Kandil bölgesine düzenlenen hava saldırısının en önemli hedefinin de, PKK’nın yönetici kadrolarını katletmek olduğu konusunda haberler basına yansıdı. Bu saldırıyı da ‘Çöktürme’ planının uygulanması yönünde başarısız bir girişim olarak değerlendirmek gerekiyor.
[6] Milliyet, 27.12.2010, http://www.milliyet.com.tr/cirkin-tezgah/siyaset/haberdetay/27.12.2010/1331329/default.htm
[7] Haber Türk, 30 Nisan 2011, http://www.haberturk.com/gundem/haber/626064-bu-ulkede-artik-kurt-sorunu-yoktur
[8] Davutoğlu devletin ‘çözüm süreci’ni başlatmaktaki amacını gayet açık olarak şöyle anlatıyor: ‘’Türkiye 2013’te çözüm sürecini başlatma suretiyle tek bir şey hedef edinmiştir. O da silahlı bütün güçlerin Türkiye’den çıkması. Güvenlik güçleri dışında hiçbir silahlı gücün bulunmaması.’’ İHA, 23 Ocak 2016, http://www.iha.com.tr/haber-davutoglu-el-kaide-abdde-hendek-kazsa-530079/
[9] AKP’ye göre, AKP iktidarının pekişmesi ve gerçekleştirilen ‘demokratik reformlarla’ birlikte, Kemalist rejimin ürünü olan Kürt sorunu çözülmüştür. AKP’nin iktidara gelmesiyle artık Türkler ve Kürtler ‘Müslüman kardeşliği’ ya da ‘Müslüman ümmeti’ çatısı altında birleşmişlerdir. Beşir Atalay 29 Ağustos 2011 tarihinde yaptığı bir konuşmada Kürt sorunu konusunda AKP dönemiyle birlikte yaşandığı iddia edilen değişimi şöyle ifade eder: ’Bölgedeki vatandaşlarımız, terör örgütünün istismar ettiği sorunlarla ilgili düşünerek, Türkiye’ye baksınlar. Devlet ve AK Parti Hükümeti vatandaşı rahat ettirmek için çalışmalar yürütüyor. Türkiye eski günlerdeki gibi değil. Kimliği inkar edilen, imha politikalarının yürütüldüğü dönemler yok…’’ (Vatan, 29 Ağustos 2011, http://www.gazetevatan.com/-kandil-rahat-olmayacak---396767-gundem/)
[10] Hatip Dicle Cumhuriyet gazetesinden Selin Ongun’un ‘Masa neden devrildi?’ sorusuna şu cevabı veriyor: ‘’Masanın devrilmesinde asıl mesele Rojava'daki gelişmelerdi. Orada kazanılan uluslararası meşruiyet, daha sonra Telabyad'ın alınması, iki kantonun birleşmesi, tüm bunlar Erdoğan ve çevresini çıldırtma noktasına getirdi. Devletin temel korkusu şuydu: “PKK, Amerika ile, şununla bununla anlaştı, bunlar benim güneyimde Kürt petrollerinin Akdeniz'e taşındığı bir koridor kuracaklar. Bu benim için tehdittir.” Oysa bu konu gündeme geldiğinde Sayın Öcalan defalarca şunu söyledi: “Yavuz Sultan Selim zamanında, Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi, bizim için KürtTürk ittifakı esastır. Bakış açımız budur, kesinlikle bizi İmralı'ya tıkan bir güçle böyle bir teslimiyet anlaşması yapmayız.” Ancak bu Rojava korkusu galip geldi. Diğer konu da HDP'nin parti olarak seçime girmesiydi. HDP'nin bağımsız adaylarla seçime girmesi ve Öcalan'ın yasal düzenleme yapılmadan hemen silahsızlanma çağrısı yapması için ısrar edildi. Yani üç temel neden oluyor: 1) Rojava'daki gelişmelere karşı duyulan korku. 2) HDP'nin parti olarak seçime girmesi. 3) Yasal düzenleme yapılmadığı için nihai çağrı yerine niyet beyanı yapılması. Bu üç nedenden dolayı masa devrildi.’’ Cumhuriyet, 18 Ocak 2016, Selin Ongun-Hatip Dicle röportajı http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/465446/_Feryat_ediyorum__basaramadik_Turkiye_ye_yazik__hepimize_yazik..._.html
Dicle’nin açıklamaları hem ‘Masa neden devrildi?’ sorusuna hem de ‘AKP neden çözüm sürecini başlattı?’ sorusuna somut bir cevap oluşturuyor. Ayrıca, eminiz ki, ‘’Kürt koridoru’ olasılığı Erdoğan’ı çıldırtmıştır. Ancak bu koridor sadece Kürt petrolünün Akdeniz’e taşınması ve dolayısıyla bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasına yol açabileceği için değil, bunlarla birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’ya yayılmasının önünde bir barikat oluşturacağı için Erdoğan’ı çıldırtmıştır.
[11] İHD verilerine göre 7Haziran seçim sürecinde HDP’ye karşı ‘’7 silahlı, 3 bombalı, 2 kundaklama olmak üzere 168 saldırı’ gerçekleştirildi. (http://www.ihd.org.tr/23-mart-3-haziran-2015-tarihleri-arasinda-7-haziran-2015-milletvekili-secimleri-nedeni-ile-siyasi-partilere-yonelik-ihlaller/)
5 Haziran’da Diyarbakır İstasyon Meydanı’ndaki miting ise saldırıların en şiddetlisine sahne oldu. Selahattin Demirtaş’ın kürsüye çıkmak üzere olduğu sırada peş peşe yaşanan iki patlamada ilk gün itibariyle 3 kişi öldü, 16’sı ağır 402 kişi yaralandı. Bingöl’ün Karlıova ilçesinde HDP seçim arasına silahlı saldırı düzenlendi. Aracın şoförü Hamdullah Öğe aracın 50 metre uzağında, işkence yapılmış ve 30 kurşunla öldürülmüş halde bulundu.
[12] http://t24.com.tr/haber/erdogan-300un-uzerinde-sehit-verdik-ama-ne-kazandik-biliyor-musunuz,332532
[13]Öcalan 23 Şubat 2013 tarihli İmralı görüşmesinde savaş riski konusunda şunları söylüyor: ‘‘Özal’dan beri teşebbüs içindeyim, ancak hepsi akim kaldı. Şimdi akamete uğramaması lazım. Uğrarsa felaket olur. Türkler de şunu bilmeli: Başarısızlık orta ve üst düzeyde savaş, isyan ve kaos demektir. Hepimizin hayatı söz konusudur. Şimdiye kadar yaşadıklarımız devede kulak kalır.’’ Demokratik kurtuluşu ve özgür yaşamı inşa (İmralı notları) Weşanen Mezopotamya, s. 16
[14] Türkiye’nin militarist eğilimi silahlanma harcamalarındaki artıştan ve özellikle Kürdistan’da yaptığı yeni karakol ve kalekol inşatlarının sayısından da anlaşılıyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2008 yılı raporuna göre, dünyadaki en büyük silah alıcıları sıralamasında Türkiye 13. Sıradaydı. SIPRI’nin ‘’2011-2015 yılları arasındaki dünyadaki silah ticareti hareketleri raporuna göre, …Dünyadaki en büyük silah alıcıları sıralamasında ise Türkiye, Hindistan, Suudi Arabistan, Çin, BAE ve Avustralya’nın arkasından 6’ncı sırada yer alıyor. Rapora göre Türkiye’nin silah alımı dünya toplam silah ticaretinin yüzde 3.4’üne tekabül ediyor.’’ (Vatan, 23 Şubat 2016, http://www.gazetevatan.com/turkiye-en-buyuk-6-nci-silah-alicisi-917559-ekonomi/ ) Yani, silah alımında Türkiye 7 yılda 7 basamak yukarıya çıkmış.
PKK’yı ‘çözüm sürecinden yararlanarak bölgeye silah yığmak’la suçlayan devlet, bizzat kendisi ateşkesten yararlanarak 4 yılda adeta Kürdistanı kalekollarla kuşatmış: ‘’Milli Savunma Bakanlığı'nın inşaat programı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Yatırım Programı kapsamında, toplam 510 adet karakol ve askeri tesisin yapımının tamamlandığı bildirildi. 2011-2015 arasında ise söz konusu tesislerden 253 adedinin inşaatının tamamlandığı bildirildi. 253 adet binanın 198 adedinin ise kalekol olduğu öğrenildi.’’ (Sabah, 16.6.2015, http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/06/16/sinirda-kalekol-yapimi-tamamlandi )
[15] Hem Abdullah Öcalan hem de KCK yetkilileri Kürtlere karşı savaş kararının 30 Ekim 2014 tarihinde yapılan MGK toplantısında alındığını çok kez belirttiler. Davutoğlu’nun bahsettiği ‘6-7-8 Ekim kalkışması sonrası yaptığımız güvenlik toplantıları’nın içinde elbette MGK toplantısı da yer alıyor. Nitekim MGK sonuç bildirgesine, konuyla ilgili yer alan bölüm Davutoğlu’nun açıklamalarıyla benzerdir. MGK sonuç bildirisinde konuyla ilgili şöyle deniliyor: ‘’Terörle çok boyutlu mücadele kapsamında sürdürülen çözüm süreci ele alınmış; sürecin oluşturduğu olumlu atmosferi ve huzur ortamını bozmaya yönelik provokatif olaylara karşı kamu düzeni ve güvenliğini koruma konusundaki kararlılık teyit edilmiştir." (Cumhuriyet, 30. 10. 2014 http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/135877/iste_son_yillarin_en_uzun_MGK_si_sonrasi_cikan_kararlar.html
Anlaşıldığı kadarıyla Davutoğlu’nun bahsettiği gibi, 30 Ekim 2014 tarihli MGK toplantısında ‘savaşa hazır ol’ kararı çıkmıştır. Zaten MGK’da görüşülmeden ve oradan karara çıkartmadıkça böylesi bir savaşı başlatmak mümkün değildir. Çünkü böylesi bir savaş için bütünü devlet ve iktidar güçlerinin ortak bir karar temelinde koordineli çalışması şarttır. Bu organizasyonun yapıldığı yer de MGK’dır.
[16] Oktay Yıldız, ‘Çöktürme planı’, 16. 12. 2015, http://www.nerinaazad.com/columnists/oktay_yildiz/cokturme-plani
[17] KCK Eş Başkanı Cemil Bayık birkaç kez bu iddiaları yalanladı. Bayık bir açıklamasında şunları söylemişti: ‘’AKP hükümeti ve bazıları diyor ki, bu dönemden PKK yararlandı, şehirleri silah deposu haline getirdi. Kesinlikle bunlar doğru değildir. Bu bir demagojidir. Bu süreçte kesinlikle şehirlere, kasabalara, silah koyup böyle bir savaş hazırlığı içine girilmemiştir. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor. Bu açıdan bizim için özeleştiri verilmesi gereken, bu konuda gafil olmamız, düşmanın saldırılarına karşı hazırlıksız yakalanmamızdır.’’ (ANF, 17 Şubat 2016, http://anfturkce.net/guncel/bayik-devlet-imrali-gorusmelerini-savasin-bir-parcasi-olarak-yuruttu)
[18] Erdoğan silah stoklama konusunda şunları söylemişti: "Tabi bu Çözüm Süreci bunlar tarafından bir ihanetle değerlendirildi. Çözüm Süreci'ni bunlar adeta Güneydoğu'da, kısmen Doğu'da kendileri için silah stoklama süreci olarak değerlendirdiler. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar. Burada bu süreç içinde güvenlik güçlerimiz, tabi 'herhangi bir çatışmaya, şuna buna girmeyelim' dediler ama daha sonra anladık ki bu süreç içinde bunlar bunu yaptılar." (Hürriyet, 07 Eylül 2015, http://www.hurriyet.com.tr/erdogandan-carpici-sozler-teror-orgutu-cozum-surecinde-silah-stokladi-30005171)
Muhalefetin bu iddialarla ilgili suç duyurusunda bulunmasıyla birlikte, dönemin süreçten sorumlu bakanı Beşir Atalay, Edoğan’ı yalanlayan bir açıklama yaptı: "Çözüm Süreci’nde ihmaller olmuş da, silah birikimi olmuş da, bu hendekler o zaman kazılmış gibi yanlış anlayışlar var. Bunların hepsi yanlıştır. Çözüm Süreci içinde hiçbir yerde ihmal yönünde talimat yoktur. Hele bu hendekler, barikatlar falan şehirlerde herkes bilir bunların hepsi 2015 yazında ortaya çıkmıştır." (Cumhuriyet, 08 Mart 2016, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/494237/Besir_Atalay_dan_carpici_aciklamalar__Cozum_icin_konusma_zemini_sart.html
[19] http://www.ihddiyarbakir.org/Rapor.aspx?RaporID=6
[20] 1937 yılında Dersimde silah toplama olaylarına tanıklık etmiş olan Şükrü Laçin anılarında şunları anlatır: ‘’Bu sırada teğmen oturduğu sandalyeden kalkarak tehdit edici bir sesle; ‘herkes evinde silah ve kesici gibi ne varsa getirip bana teslim etsin. Evleri aradığımda kimin evinde silah bulursam ezerim. Sonra demedi demeyin.
Teğmenin bu konuşmasından sonra köylü toplantı yerinden köyün içine doğru dağıldı. Artık kimi ekmek bıçağını, kimi demir aksamı pastan görünmeyen çürümüş kılıç, kimi de hangi Osmanlı Padişahı zamanında imal edildiği bilinmeyen ‘Çakmaklı Tüfek’ getirdi…Köylünün amacı işkenceden , ölümden kurtulmak için bir şeyler bulup teğmene teslim etmekti. Böylece, teğmenin önüne paslanmış, çürümüş bir yığın döküntü demir yığdı.’’ (Aktaran M. Kalman, Belge ve tanıklarıyla Dersim Direnişleri, 1995, Nujen yayınları, s. 410)
12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra da Dersim’de silah toplama bahanesiyle Bolu Dağ İndirme Tugayı tarafından operasyonlar yapıldı. Halk köy meydanlarına toplanarak ya da karakollara çekilerek acımasızca toplu dayaklardan geçirildi. Fakat halkta az sayıda eski av tüfeği ve az sayıda tabanca dışında silah yoktu. Silahı olmayanlar gidip başka şehirlerden av tüfeği alıp askere teslim ettiler. Geriye dönüp baktığımızda bu saldırıların aslında halkı sindirme ve göç ettirme amaçlı olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.
Hiç de şaşırtıcı değil, benzer silah toplama operasyonunu Ermeni halkı da yaşamış: ‘’Eşit vatandaşlık, otonomi, meşruiyet vaatlerinin ardından önce 1909 Adana Katliamı’nı, ardından da 1915 soykırımını yaşadı Ermeni halkı. Her iki olayın öncesinde hükümet silah toplama, halkı silahsızlandırma operasyonları uygulamıştı. Üstelik de toplananlar en basitinden çakaralmaz av tüfekleriydi, fazlası değil.’’ ( Pakrat Estukyan, Özgür Gündem, 7 Şubat 2016, http://www.ozgur-gundem.com/yazi/134906/vanli-xrimyan-hayrigin-kagit-kepcesi )
[21] Oktay Yıldız, ‘Çöktürme planı’, 16. 12. 2015, http://www.nerinaazad.com/columnists/oktay_yildiz/cokturme-plani
[22] Oktay Yıldız, ‘Çöktürme planı’, 16. 12. 2015, http://www.nerinaazad.com/columnists/oktay_yildiz/cokturme-plani