Perşembe, Kasım 21, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 


 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Türkiye'deki siyasal rejimin niteligi ve 24 Haziran ''seçim''leri – 1

 

Türkiye'deki siyasal rejimin niteligi ve 24 Haziran ''seçim''leri – 1

 

Ahmet Aydın

06 Haziran 2018

 

 

AKP'nin Reisi Erdoğan bizatihi kendisi; yakın zamana kadar defalarca ''Erken seçim yok'' dediği halde, Türkiye, faşist iktidar blokunun kararıyla -muhalefet tarafından doğru olarak ''baskın erken seçim'' olarak tanımlanan- bir ''seçime'' gidiyor. Kuşkusuz faşist blokun ''erken seçim'' kararı alması keyfi değil, zorunlu bir yönelimdir. Bu zorunluluğu üreten en önemli etken, bugün ön sarsıntıları hissedilen bir ekonomik kriz; daha doğrusu bir ekonomik çöküş beklentisidir. Faşist iktidar bloku böylesi bir krizin toplum içinde yaratacığı tepkilerden etkilenmemek için ''seçim''leri öne almıştır.

 

Afrin'e karşı yürütülen işgal ve soykırım savaşının yarattığı şovenist dalgadan yararlanmak isteği de 'seçim'lerin erkene alınmasında önemli bir faktördür. Fakat Afrin savaşının AKP'nin oy oranına etkisi oldukça zayıflamış gözüküyor. Bu nedenle faşist blok yeni bir savaş arayışındadır. Aslında Kandil'e yönelik savaş; Güney Kürdistan'da bazı bölgelerin işgaliyle çoktan başladı. Karşılaşılan sert direniş nedeniyle istenilen sonuçlar elde edilemediği için, pek gündeme taşınmıyordu. Erdoğan son günlerde seçim mitinglerinde yavaş yavaş konuyu işlemeye başladı. Bu savaşın kızışacağına ve ''seçim''in hemen öncesinde o bölgede sansasyonel bir saldırı gerçekleştirme olasılığına işarettir.

 

''Seçim''lerin öne alınmasında ekonomik kriz beklentisi ve şovenist yükselişten yararlanma isteği dışında faktörler vardır. Kurumsallaştırılmaya çalışılan yeni rejim, doğası gereği bir yandan siyasal ve askeri gücü olağanüstü düzeyde tek elde merkezileştirip, toplumu totaliter bir siyaset ve ideoloji ile baskı altına alıp tek tipleştirmeye çalışmakta, temel hak ve özgürlükleri kısıtlanmakta ve giderek yok etmektedir. Diğer yandan iktidarı tek elde merkezileştirmenin de ön koşulu olarak, zenginliklerin ve sermayenin yeniden paylaşımını da kapsayacak şekilde (ki bu yeniden paylaşım yağma-talan-ganimet biçiminde adeta pre-kapitalist ilişkiler tarzında gerçekleşmekte); sermayeyi az sayıda elde olağanüstü düzeyde merkezileştirip yoğunlaştırma eğilimindedir. Bu eğilim giderek yeni rejimin egemenleri ile toplumun geniş kesimleri arasındaki çelişkileri keskinleştirmekte ve dolayısı ile rejimin kitlesel desteğini zayıflatmakatdır. Aynı eğilim, son döviz kuru-faiz oranı çelişkisinde de görüldüğü gibi, yerel tekelci gruplar ile uluslararası mali sermaye arasında da, çıkar çatışmasına yol açmaktadır. Rejimin giderek büyüyen yayılmacılık faaliyetleri de, dünya düzeninin egemenleri ile rejim arasındaki çelişkileri derinleştirmektedir.

 

Bütün bunların sonucu olarak, yeni rejim; ulusal ve uluslararası palanda derinleşen bir meşruiyet krizi yaşamaktadır. Erdoğan- AKP önderliğindeki faşist blok, öncelikle bu meşruiyet sorununu ve onunla bağlantılı olarak; uluslararsı mali sermaye ile arasındaki güven sorununu çözmek ve ekonomik krizi aşmak zorundadır. Faşist blok bu ''seçim''lerde ezici bir üstünlük sağlayarak (elbette bunu ancak hileyle başarabilir), iç ve dış kamuoyuna; Türkiye'nin alternatifsiz 'mutlak' hakimi olduğunu göstermeyi hedeflemektedir. Bu başarılabilirse, içte demokrasi cephesinin demokratik yollarla iktidarı değiştirme umutları kırılacak ve toplum teslim alınacak; dışarda ise kendisini çalışılacak tek seçenek olarak kabul ettirip, dünya düzeninin egemenleri ile yeni bir anlaşma zemini yaratabilecektir. Böylesi bir durum, faşist rejimin kurumsallaşmasında yeni bir aşamaya geçilmesi anlamına gelir.

 

Ekonomi çeverelerinin açıkladığı verilerden görüldüğü üzere Türkiye neredeyse çevrilemez düzeye gelmiş bir borç yükü ile karşı karşıyadır.1 Bu durum aynı zamanda Türkiye'nin hala dış sermayeye ciddi ölçüde bir bağımlılığının olduğunu gösteriyor. Dış sermayeye bu derece bağımlılık, toplumdaki demokrasi güçlerinin direnişiyle ile birlikte, Türk faşizminin stabilizasyonun önündeki ciddi engellerden biri olarak duruyor. Faşist diktatörlük esasta nihai ve stabil düzeyine ancak mali sermaye ile ekonomik-politik ve ideolojik olarak birleştiği zaman kavuşur. Türkiye'deki mali sermaye hem yetersizliği; hem de burjuva farksiyonları arasındaki çelişkilerin henüz güven verecek düzeyde çözülmemesinden dolayı; faşist rejimle tam birleşmemiştir. Faşist rejim, yakın zamana kadar öncelikle Arap sermayesi ile; bu olanak kıstlandıkça uluslararası mali sermaye ile daha çok ilişkilenerek bir sermaye kaynağı oluşturdu. Bundan şu sonuca ulaşıyoruz: Son sürecin de açık olarak oratya koyduğu gibi; uluslarası mali sermaye (ki bunun içinde Arap sermayesinin özgün bir yeri var) yakın zaman kadar Türkiye'deki faşistleşme sürecinin en önemli dayanaklarından birisi olmşutur.

 

Basın dünyasındai bazı köşe yazarları zaman zaman şaşkın bir halde, ''Demokrasi, hak ve özgürlükler giderk gerilerken, iktidarın baskısı artarken; neden borsa yükseliyor, dış sermaye girişi durmuyor?'' şeklinde sorular sormaktadır. Bu soruların cevabı tam da uluslararası mali sermayenin niteliğini ve Türkiye'deki işlevini açıklamaktadır. Soruyu başka bir biçimde de sorabiliriz, ''demokratik değerlerin temsilcisi olarak lanse edilen ve dünyaya demokrasiyi yayma misyonunu taşıyan'' Batı'nın sermayesi nasıl oluyor da, Türkiye giderek koyu bir diktatörlük altında ezilirken, bu ülkeye -kısmi çekilmeler olmakla birlikte- akmaya devam etmektedir?

 

Mali sermaye Türkiye'ye yatırım yaparken iki etkeni esas almaktadır: Birincisi; sermayenin serbest ve güvenilir dolaşımını; ikincisi; yüksek kar. Dolayısı ile Türkiye'nin faşistleşemesi mali sermaye için bir risk değil; aksine, esas aldığı kriterlerin pekiştirilmesi anlamında ''pozitif'' bir olgudur.

 

Peki bugün uluslararsı mali sermaye ile Erdoğan-AKP iktidarının yaşadığı krizin nedeni nedir? Yine güvenlik ve yüksek kar kriterleri bu sorunda esas rolü oynamaktadırlar. Erdoğan piyasaların ''olağan akışına'' müdahale etmekten; yani faizlerin düşürülmesinden bahsediyor, ekonomi çöküş işaretleri veriyor (yani sermayenin geri dönüşü riske düşüyor) ve siyasal istikrasızlık güçlü bir iktidar konusunda belirsizlik oluşturuyor. Bu risklere, Erdoğan-AKP iktidarının Rusya ve Çin blokuyla flörtünü, zaman zaman Ortadoğu politikalarında Batı dünyasıyla ters düşme etkenlerini de eklemek gerekiyor. Mali sermaye ile ikdidar blokunun yaşadığı çelişkilerin kaynağı, bu saydığımz etkenlerde gizlidir.

 

Zor görünmekle birlikte, teslim olma koşuluyla; faşist blok uluslararası mali sermaye ile yaşanan krizi aşabilir. Aşamazsa, sermaye sorununu Çin'le anlaşarak çözme yoluna gidebilir. Nitekim bu konuda bazı grişimler olduğu basına yansıdı. Kukuşuz uluslararası mali sermaye ile faşist diktatörlüğün ittfakının yenilenmesi gibi; Çin'nin böylesi bir stratejik ittifak geliştirmesi de, Türkiye ve Kuzey Kürdistan demokrasi güçleri açısından oldukça tehlikeli bir durum oluşturur. Çin yönetimi Marksizm'in bayrağını dünya üzerinde dalgalandırmaktan söz etse de, Çinlilerin partik çizgileri oldukça pragmatiktir. Bu pragmatizm Türkiye'de faşist diktatörlüğün stabilizasyonuna destek düzeyine ulaşır mı? Cevaplanması zor bir soru.

 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Faşist blokun ''erken seçim'' hamlesini bir krizin işareti olarak görebiliriz, ancak tümden tükenmişliğin göstergesi olarak değil. Faşist rejim yeni bir aşamanın eşiğindedir ve bir adım geri çekilerek iki adım sıçrama taktiğiyle bu yeni aşamaya geçmek amacındadır. Yeni aşama; muhalefetin tümden ve nihayi şekilde bastırılmesı ve uluslararası mali sermaye ile ittifakın güçlendirilerek, yeni rejimin stabilize edilmesini kapsar. Faşist blok, ''seçim'' süreci nedeniyle muhalefetin siyasal çalışma, propaganda, gösteri ve örgütlenme, basın-yayın alanlarındaki hak ve özgürlükleri üstündeki kıstlamalarırı hafifletmek zorunda kalarak; bir adım geri atmıştır. Ancak muhalefeti; iktidarın tam kontrolü altındaki bir sistemde, hileli ve adil olmayan bir seçim sürecine çekip, bunun üzerinden mutlak iktidar hedefine ulaşma fırsatı yakalamıştır. Bunu başarabilirse iki adım ileriye sıçramış olacaktır. Fakat unutmayalım, sıçrama anları düşmeye en yakın anlardır.

 

Elbette bütün bu sıraladığımz plan ve projeler rejimin kendi varlığını güvence altına alma çabasına işaret eder. Ancak, faşist rejimin sadece ekonomik ve siyasi krizle kendiliğinden çökeceğini söylemek ne kadar yanlışsa; bu rejimin tüm planlarını başarıyla sonuçlandıracağını ve rejimin yıkılamaz olduğunu söylemek de o kadar yanlıştır. Hayır, tarih bize yenilemez gibi duran; dahası kendisini kutsallaştıran bu tür diktatörlüklerin, ilerici-demokratik güçlerin ulusal ve uluslararası dayanışması ve mücadelesiyle yıkıldıklarını göstermiştir. Özetle; sonucu demokrasi güçleri ile faşizm arasındaki mücadele belirleyecektir.

 

 

 

Türkiye'deki siyasal rejimin niteliği sorununa sol-sosyalist hareketin yaklaşımı

 

Türkiye'nin artık yeni bir siyasal rejimle yönetildiği gerçeği, Erdoğan'ın bu konudaki gürültülü, pervasız açıklamalarından ve iktidarın fiili uygulamalarından; ama aynı zamanda ekonomik soysal yaşamın gerçekliğinden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Neredeyse toplumun tüm muhalif kesimleri yeni bir rejmle karşı karşıya olduklarının farkındadırlar. Fakat inşa edilen yeni rejimin niteliği konusunda farklı yaklaşımlar ve hatta ciddi bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. Kürdistanlı sol-sosyalist-yurtsever güçler ve bazı Türkiyeli sosyalist gruplar bu konuda göreceli olarak daha net bir görüş ve duruşa sahiptirler. Bahsettiğimiz bu kesimler, Türkiye'deki yeni rejimin faşist karekterli bir rejim olduğunu ve faşist diktatörlüğün kurumsallaşma ya da stabilizasyon sürecinde olduğunu belirtmektedirler. Bunun dışında Türkiyeli sol-sosyalist grupların önemli bir kesimi; yeni rejimin niteliğini ''istibdat'', ''tek adam-tek parti rejimi'' ya da ''despotizm'' olarak ifade etmektedirler.

 

''İstibdat' kavramının bazı sol-sosyalist çevrelerce kullanılması, bu kesimlerin yaşadığı ideolojik-politik krizi ve sosyalist hareketin kuramsal kaynaklarından kopuşlarını açığa vurması bakımından çarpıcıdır. İstibdat kavramı; yarı-feodal olarak tanımlanması bile zor olan Osmanlı toplumu üzerinde; 19. yy sonlarından 20. yy başlarına kadarki süreçte var olmuş, mutlakiyetçi rejiminin uygulamalarını ifade eden bir kavaramdır. Bugün tekelci kapitalizm aşamasında bulunan Türkiye'nin toplumsal yapısı üstünde yükselen bir siyasal rejimin, ''istibdat'' kavramıyla ifade edilmeye çalışılmasını anlamak güçtür.

 

İtaliyan komünistlerinin önderlerinden Palmiro Togliatti'nin, serbest rekabetçi kapitalizm döneminde orataya çıkan; olağanüstü ve özgün bir burjuva devlet biçimi olan Bonapartizm'in yersiz kullanımı ile ilgili 1935 yılında dile getirdiği eleştiriler, bugün benzer bir durum oluşturan kavramsallaştırmalar konusunda aydınlatıcıdır:

 

''Faşizmin ''Bonapartizm' şeklinde tanımlanması ne sonuç vermektedir? Bundan ortaya çıkan sonuç, kumandayı elinde bulunduranın burjuvazi değil, iktidarı burjuvaziden ele geçirenler -Mussolini ve generaller- olduğudur.''2

 

Kısaca Togliatti, böylesi bir yersiz-yanlış kavramsallaştırmalarn, iktidarın sınıfsal ve dolayısı ile gerçek siyasal-ideolijik niteliğini karartacağını ifade etmektedir. Togliatti'nin eleştirisi kimilerine basit bir ideolijik ayrıntı gibi görünebilir. Ne var ki tarih bize aksini söylüyor. Faşizmin yükseldiği iki dünya savaşı arasındaki süreçte, komünist ve diğer ilerici-demokrat muhalefet kesimlerinin faşizmin doğru analizi ve tanımlanması konusunda yaptıkları hata ve yanlışların çok ağır kayıplara neden olduğunu iyi biliyoruz. Bugün Türkiye'de özenesizce ve ciddi br analize dayanmadan kullanılan, ''İstibdat'' ve tek başlarına kullanıldıklarında ''tek adam-tek parti rejimi, despotizm, diktatörlük'' benzeri kavarmlar da, bir perspektif sorununu açığa vurduğu gibi, ilerici-demokrat-devrimci muhalefetin ideolojik-politik mücadelesini zayıflatacak bir etkiye sahiptirler.

 

Faşizm dahil neredeyse tüm diktatörlükler aynı zamanda tek adam ve tek parti rejimidirler. Bu anlamda; bu kavramlar belirli bir konjonktürde oluşan rejimlerin sınıfsal, siyasal niteliklerini ifade eden ayrıt edici kavramlar değidirler. Nitekim günümüzde bu kavramları kullanan kesimler arasında, Türkiye'de var olan iktidarın tek mutlak sahibi Erdoğan'mış gibi bir yaklaşım geliştirenler vardır. Bu durum varolan iktidarın dayandığı tekelci-büyük burjuvazinin ve dahası bu rejime kitlesel taban oluşturan orta ve küçük burjuvazinin rolünün görülmesini engelliyor.

 

Komintern'in faşizm tanımının doğmatik ve şematik yorumlanması da, bazı sosyalist çevrelerde bir bütün olarak faşistleşme sürecenin evrelerinin doğru kavranmasını zorlaştıran bir etkene dönüşebiliyor. Türkiye'deki sosyalist ve diğer devrimci hareketler genellikle Komintern'in faşizmin kesin zaferini ilan ettiği; açık faşizm düzeyini ifade eden tanımından hareketle, bir bütün olarak faşistleştirme sürecini değerlendirmeye çalışırlar. Halbuki, Togliattinin de ifade ettiği gibi, faşizm farklı ülkelerde farklı biçimlerde iktidara geldiği gibi, bir ülkede farklı zamanlarda farklı biçimler alabilir.

 

İşlevsizleştirilse de meclisin hala açık olması, siyasi partilerin, derneklerin, sendikaların, gazetelerin tümüyle kapatılmaması, hileli de olsa ve adil olmasa da seçimlerin yapılması gibi perdeleyici faktörler de, faşizmin gerçek yüzünün gizlenmesine neden olmaktadır. Maalesef Türkiye sol-sosyalist hareketi faşizm denilince, hala 12 Askeri darbesi ile gelen faşizmi anlıyor, başka bir biçimde gelişen faşistleşme sürecini algılamakta zorlanıyor. Bugünün Türkiye'sinde kısmen yaşandığı gibi, gizli faşizm koşullarında, burjuva demokrasisinin tüm kurumları normal dönemlerde göreceli olarak sahip oldukları özerkliklerini ve yetkilerini büyük ölçüde kaybederler ve diktatörün emirlerini yerine getiren basit aygıtlara dönüşürler. Bugün Anayasa Mahkemesi, YSK dahası tüm yargının ve meclisin durumunda görüldüğü gibi. Bu kurumların gerçekte sadece adı vardır. Yürürlükte olan fiili hukuk ve siyasettir. Hukuk ve siyaset KHK kılıfı altında diktatörün fermanlarına indirgenmiştir.

 

Mussolini 31 Ekim 1922 yılında başbakan olarak ilk hükümetini kurduğunda parlamentoya şöyle seslenmişti: ''Onu elde etmeyi fazla istemiyordum. Bu sağır ve sarhoş parlamentoyu müfrezelerim için ordugah haline getirebilirdim. Ama yapmadım bunu.''3 Evet, Mussolini 1926 yılına kadar o işe yaramaz meclisi açık tuttu. Hatta 1924 yılında bugün Türkiye'de olduğu gibi, hileli de olsa parlamento seçimleri yapıldı. Hitler daha kısa sürede meclisi kapatıp diğer partileri yasaklasa da, bu da yine de bir süreç izlemiştir.

 

Toparlarsak:

 

1- Her gerici ve otoriter rejimi faşizm olarak nitelendirmek elbette doğru değildir. Ancak tekelci kapitalizmin hakim olduğu bir toplumsal yapı içerisinde, sermayenin açık bir diktatörlüğünden, emekçilerin ekonomik-demokratik hak ve çıkarlarının en geri sınırlarına itilelerek; yerli tekeller ve uluslararası mali sermaye için yüksek kar oranına dayalı sermaye birikimi olanağının sağlandığı, yasama ve yargının göreceli özerkliğinin ortadan kaldırılıp; tümden tek elde toplanan yürütme gücüne bağlandığı, totaliter bir zihniyetle toplumun tek zihniyet doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı, anayasal yönetimin yerine keyefi yönetimin geçirilip, ülkenin kararnamelerle yönetildiği, parti ile devletin özleştirildiği, paramiliter çetelerin oluştutulduğu, dışarda yayılmacı politikaların izlendiği ve bunların toplamı olarak; temel demokratik kazanımların neredeyse tümden oratadan kaldırıldığı ya da göstermekik hale getirildiği, muhalefetin mücadelesinin burjuva demokratik hakları tekrar kazanmak düzeyine indiği koşullarda; rejimin niteliğiyle ilgili ilk tartışılması gereken hatta tek tartışılması gereken faşizm olgusudur.

 

2- 60'lı yıllardan yakın zamana kadar Türkiye've Kuzey Kürdistan'da antif-faşist mücadelenin öncüsü sosyalist ve öteki devrimci hareketler olmuşlardır. Özellikle 12 Eylül faşizmine karşı mücadele, sosyalist ve öteki devrimci hareketlerin tarihinin zorlu ama aynı zamanda onurlu bir kesitini oluşturur. Ancak bugün Türkiye'de HDP bileşenleri dışındaki sol-sosyalist kesimlerin anti-faşist mücadelede ciddi bir etkinliği yoktur. Faşizme karşı mücadelenin öncülüğü neredeyse sosyal-demokrat ve liberal demokrat kesimlerin eline geçmiştir. Bu durum Türkiye sosyalist ve öteki devrimci hareketinin içine düştüğü bunalımın açık göstergesidir. Var olan bunalım, sosyalist ve öteki devrimci hareketlerin faşizmin yarattığı tehlikeyi gerektiği ölçüde bilince çıkarmalarını, bu bilinçle kendilerini her alanda hızla reorganize edip, faşizme karşı mücadelede halka öncülük etmelerini önlüyor.

 

Ant-faşist mücadelenin tarihinden alınması gereken bazı dersler

 

Klasik tipte faşizmin ortya çıktığı, 1. Dünya savaşı'nın sonu ile 2. Dünya savaşının sonu arasındaki yaklaşık 25 yıllık süreçte; dünya işçi sınıfı ve komünist hareketinin tarihi aynı zamanda anti-faşist mücadelenin de tarihidir. Birinci paylaşım savaşının sonunda, Avrupa'da ortaya çıkan faşist hareket; başından itibaren işçi sınıfı ve komünist harekete vahşice saldırmıştır. Nitekim uluslararası faşizmin yenilgiye uğratılmasının onuru da; birincil derecede bu iki harekete aittir.

 

İtalyan komünistlerinin önderlerinden Antonio Gramsci der ki; ''Faşizmin tarihi aynı zamanda antifaşizmin ve onun yanlışlarının da tarihidir.'' der. Gerçekten de; 1920'li 1930'lu yıllarda İtalya ve Almanya'da da gelişen faşizm olgusuna yaklaşımda komünist hareket ciddi hatalar da yapmıştır.

 

İtalya'da ''1920 ylında kimse kimse diktatörlüğü aklının ucundan geçirmiyordu, faşizmin gülünç görünümü üzerinde duruluyordu.'' 4 Ancak 6 yıl sonra, 1926 yılında faşizm İtalya'da kesin zaferini ilan etmişti. Almanya'da da benzer bir durum yaşanıyordu. İtalya Komünist Partisin liderlerinden Togliatti o günkü yaklaşımları şöyle özetliyor: ''1931 de Almanya’da faşist hareketin gelişiminin değerlendirilmesi sırasında da benzer bir hata yapılmıştır. Bazı yoldaşlar, faşizmin geri dönmemek üzere kovulduğunu, faşist diktatörlük diye bir tehdit bulunmadığını, Almanya gibi gelişmiş, işçi sınıfı güçlerinin böylesine gelişkin olduğu bir ülkede faşizm tehlikesinden sözedilemeyeceğini öne sürüyorlardı. Faşizme giden yolu tıkadık, diyorlardı... Biz de aynı hataya düştük: Faşist kitlesel hareketin yayılma potansiyelini küçümsedik.''5 Bu dönemde, Alman komünistlerinin faşizm konusundaki bu görüşlerinin Komüntern tarafından da paylaşıldığını belirtir Togliatti. Ne var ki, bu tespitlerin yapılmasından 4 yıl sonra, 1935 yılında, Nazi faşizmi Almanya'da tam anlamıyla diktatörlüğünü kurmuştu.

 

Faşizmin kesin zaferini ilan ettiği bu aşamada ''Neden yenildik?'' sorusu komünistlerin cevap aradığı temel bir soru haline gelmiştir. Böylesi bir sorunun cevabını aramak zorunda kalmamak için, o dönemde anti-faşist mücadeleye katılmış ve önderlik etmiş komünistlerinin bu soruya verdikleri cevapları ve yaptıkları uyarıları dikkatlice incelemek gerekir.

 

Gramsci, özeleştiri niteliğindeki bir yazısında ''İşçi sınıfı neden yenilmiştir?'' sorusunu sorar ve bu soruya şu cevabı verir:

 

''Sosyalist parti otuz yılı aşan yaşamı boyunca, İtalya'nın ekonomik ve toplumsal yapısını inceleyen br kitap bile çıkaramamıştır. Bizlerin tümüyle bilgisiz, tümüyle yolunu şaşırmış olduğumuzu kavramak için yalnız bu soruyu ortaya koymak yeter. Gevşekliklerimiz konusunda acımasız bir özeleştiri yapmak zorunludur. Her şeyden önce bize varacağımız noktayı yitirten nedenler nedenler üstüne kendimize sorular yöneltmek zorunludur... İtalyan devrimci partisinin bozguna uğramasının başlıca nedeni şudur: İdeolojisinin olmaması, kitlelerle bir bağlantı kurmamış olması, miltanlarının bilincini ruhsal olduğu kadar ahlaksal inançlar yardımıyla güçlendirmemiş bulunması... bu durumda, kimi işçilerin faşist olmasına niçin şaşılsın?''6

 

İtaliyan faşistlerinin 28 Ekim 1922 tarihinde Roma'ya başlattıkları yürüyüş sonrasında, ''Komünist Enternasyonal'in 13 - Kasım 1922 tarihli Dördüncü Kongresi'ne verdiği raporda Lenin, acı bir uyarıda bulunmaktadır: 'İtalya’daki faşistler, örneğin İtalyanlara henüz yeterince bilinçli olmadıklarını ve ülkelerinin Kara Yüzler çetelerine karşı yeterince güvence altında olmadığını göstererek bize yararlı olabilirler.' Togliatti bu mücadele çağrısna uyulması konusunda özeleştiri yaparak ''Partimiz bu sözlere, Lenin yoldaşın son sözlerine, gerekli dikkati göstermemişti..''7diyordu.

 

''1934 - 35'lerde Togliatti, geçmişteki siyaset ve örgütlenme alanlarındaki hataların tümünün kilit noktasının, ''çalışmamızın tüm yöntemlerini hızlı ve kökten bir biçimde dönüştürerek faşizmin etkilemeye çalıştığı ve binbir yolla kendine çektiği hiç bir halk kesimini ihmal etmemeyi başaramamamız olgusunda aranılması gerektiği'' sonucuna varmaktadır.''8

 

Üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen faşizm tehditi, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da olduğu gibi tüm dünyada hala canlıdır. Bu durum, faşizmin kapitalist toplumsal yapı ile direk bağlantısını ortaya koyan önemli bir göstergedir.

 

2. Dünya savaşı sonunda uluslararsı faşizmin askeri olarak yenilgiye uğratılması dünyada ve özellikle Avrupa'da faşizmin nihayi olarak yok dildiği yönünde bir iyimserlik yaratmıştı. Fakat, 68 gençlik hareketinin yükselmesiyle Avrupa; faşist hareketin yeni bir biçimde yükselişine tanık oldu. Burada faşist hareket ile devlet biçimine ulaşmış, ya da bir siyasal rejim düzeyine gelmiş faşizmi bir birinden ayrıt etmek gerektiğini belirtelim.

 

Maria A Macciocchi 68 eylemleri sonrasında yeni faşist hareketin yükselişi ile ilgili şunaları belirtir:

 

''1968'den sonra, genç kuşaklar faşizmin dünya savaşıyla ve askeri bozgunla ortadan kalkmış olmadığınının farkına vardılar. Kapitalist burjuvazi Fransa'da 1968 Mayıs'ını, İtalya'da da 1969'un sıcak güzünü yaratan hareketi durdurmak için her şeyi yapmayı göze alır biçimde harekete, saldırıya geçiyordu:''9

 

İlginç bir şekilde günümüz Türkiye'sinde ve Avrupa'da 2. Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni faşist hareket, giderek klasik faşizm biçimine dönüşmektedir.

 

Tarihsel tecrübelerden yaptığımız bu kısa hatırlatmaların, demokrasi güçleri için uyarıcı ve harekete geçirici olacağına inanıyoruz. Aslında dikkatli incelenirse, bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da yaşanan süreç fazlasıyla uyarıcıdır. Türkiye'de gelişen ve bugün son bir adım atarak kesin zaferini ilan etme düzeyine gelmiş olan faşistleşme süreci, tüm özgünlüklerine ve yeni faşizmin bazı özelliklerini taşımasına rağmen; esas olarak 1. Dünya savaşı sonunda İtalya ve Almanya'da gelişen klasik faşizmin özelliklerini taşıyor. Bu süreç bu noktada durdurulamazsa, gelişecek felaketin ürkütücü boyutlarını ifade etmek bile güçtür. Unutmayalım; IŞİD'in ortaya çıktığı bir coğrafyadan ve Türkiye gibi büyük bir nüfus, teknik-askeri ve ekonomik olanaklara sahip bir ülkeden bahsediyoruz. Kısacası, Türkiye'deki faşist diktatörlüğün insanlık için büyük bir tehdit oluşturduğunu söylüyoruz.

 

Däpnotlar

-------------------

1 ' 'Makro ekonomist ve finans tarihçisi Russell Napier, İsviçre’nin en saygın gazetesi Neue Zürcher Zeitung’la mülakatında Türkiye'yle ilgili önemli tespitlerde bulundu.

Yaptığı analizde, küresel piyasalarda 1980'lerin yeniden yaşanacağını ve Türkiye'yi büyük bir krizin beklediğini iddia eden Napier “Türkiye’nin iflası başladı” dedi. En geç seçimlerden sonra, Türk Lirasının muazzam değer kaybedeceğini söyleyen ekonomist, Türkiye'nin 400 milyar doları bulan borcunu ödeyemeyecek duruma geldiğini ifade etti. Bunun yaratacağı krizin en çok Fransız ve İtalyan bankalarını vuracağını öngören iktisatçı, AB’nin bu bankaları kurtaracağını da ifadelerine ekliyor.

Özellikle döviz üzerinden borcu olan firmaların borçlarını ödemekte zorlandığını söyleyen ekonomist, Türkiye'den OTAŞ (Türk Telekom) ve Doğuş holding örneklerini vererek bu şirketlerin şimdiden borç yapılandırmasına gittiğinin de altını çiziyor.'' 21 Mayıs 2018

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/979530/Unlu_ekonomistten_Turkiye_icin_cok_kotu_haber.html21

2 Palmiro Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, Ser yay. s. 25-26

3 Maria A Macciocchi, Faşizmin Analizi, Payel Yayınevi, s. 35

4 Maria A Macciocchi, Faşizmin Analizi, Payel Yayınevi, s. 15

5 Palmiro Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, Ser yay. s. 29

6 Aktaran Maria A Macciocchi, Faşizmin Analizi, Payel Yayınevi, s. 14

7 Aktaran James Klugmann Ekim-1975, Palmiro Togliatti, Faşizm Dersleri, Giriş bölümü, Ser yay. s.10

8 Aktaran James Klugmann Ekim-1975, Palmiro Togliatti, Faşizm Dersleri, Giriş bölümü, Ser yay. s.19

9 Maria A Macciocchi, Faşizmin Analizi, Payel Yayınevi, s. 9