Türk devletinin Kürt halkına karşı başlattığı yeni soykırım savaşı-2
Ahmet Aydın
16. 02. 2016
Önceki bölümde, Türk devletinin ‘hendek ve barikatları kaldırmak ve kamu düzenini sağlamak’ bahanesiyle yürüttüğü savaşın, gerçekte bölgede güçlenen ve siyasal bir statü kazanma yolunda ilerleyen Kürt ulusal iradesini yok etmeyi amaçlayan bir soykırım savaşı olduğunu; tarihsel deneyimler ve kayıtlar ışığında anlatmaya çalışmıştık. Tam da bu süreçte, Türk devletince Cizre’de gerçekleştirilen hunharca katliam aslında, bu konuda çok daha fazla bir şey söylememize gerek bırakmayacak şekilde; bu savaşın, Kürt halkına karşı yürütülen bir soykırım savaşı olduğunu, açık ve somut olarak gösterdi.
Kürdistan’da ‘kamu düzeni’ yani bir ‘hukuk düzeni’ kurmak için savaştığını iddia eden Türk devleti, bugünkü uygulamalarında; bırakalım hukuk kurallarını, insanlığın en temel ahlak kurallarını bile hiçe sayıyor. Türk devletinin polisi ve askeri bodrumlara sığınmış, çoğu savaşamayacak derecede yaralı olan 150’ye yakın insanı yakarak, bombalarla parçalayarak infaz etti. Bazı kadınların cesetlerini de yine soyarak caddelerde teşhir etti.
Hitler ve IŞİD tarzı katliamalar yapan bir devletin, ‘hukuka dayanan demokratik bir düzen’ kurmak için çalıştığını söylemek elbette aptalca olur. Dahası, bugün Kürt muhalefetine karşı böylesi bir vahşet uygulayan bir iktidar; yarın farklı gerekçelerle Türkiye’deki muhaliflere aynısını yapmaz mı? Aslında bu sorunun cevabı Suruç ve Ankara katliamlarında verilmişti. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Kürdistan’da sergilenen bu vahşetin bir hedefi de, Türkiye’de kurulmuş olan faşist rejimi daha da pekiştirmek ve meşrulaştırmaktır. [1]
Hitler, Yahudileri gaz odalarında katledip fırınlarda yakarken, aslında Yahudilerin canını; Alman halkının da insanlığını, vicdanını yakmıştı. Çünkü, Alman halkının büyük bir kesimi Yahudilerin katledilmesini seyretmiş ve hatta desteklemişti. İkinci dünya savaşından sonra, içine düştüğü bu insanlık dışı ve utanç verici durumla yüzleşmek zorunda kalan Alman halkı, aradan altmış yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen hala bu utançtan kurtulmuş değildir. Savaş sürecinde Alman halkı sadece ahlaki ve kültürel bir çöküntü yaşamadı. Yahudileri farklı ırktan olması dolayısıyla katleden Naziler, Alman komünistlerini ve demokratlarını da farklı ideolojik-politik duruşları nedeniyle ve engelli insanları da fiziksel özellikleri nedeniyle katlettiler. Yani, faşizm sadece Yahudileri ve komünistleri değil, farklı düşünen ve davranan Almanları da vurdu. Dahası faşizm bu saldırılarını Almanya sınırlarının ötesine taşımış ve neredeyse bütün dünyayı cehenneme çevirip, milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştu.
Özcesi, TC sınırları içinde yaşayan insanların; faşist rejimin bugün Kürdistan’da yürüttüğü soykırım savaşına karşı mücadele etmesi, sadece Kürt halkı ile dayanışma anlamına gelmez, aynı zamanda TC sınırları içinde yaşayan tüm insanlar için demokrasi, özgürlük ve insan hakları mücadelesi yürütmesi anlamına gelir.
Kemalizm ve siyasal İslamcılığın buluşma noktası: Kürt soykırımı
Günümüzde, Türkiye’de AKP iktidarına dayalı olarak faşist bir rejimin gelişmesine ve Kürt halkına karşı yeni bir soykırım savaşının yürütülmesine zemin oluşturan konjonktür, 1930’lı yıllarda Almanya ve İtalya’da faşizmin yükselişi ve aynı dönemde Türkiye’de ‘tek parti, tek millet ve tek devlet’ zihniyetine dayanan Kemalist rejimin kurulmasına kaynaklık eden dönemin koşulları ile ciddi benzerlikler taşıyor.
Kemalist rejim, 1930’lu yıllara gelindiğinde dışta sınırlarını güvenceye almış olsa da, içte güçlü bir burjuva devleti için gerekli olan kapitalist bir sosyo-ekonomik altyapıya ve oturmuş siyasi-idari bir düzene sahip değildi. Hatta bu dönemde Dersim’de olduğu gibi topraklarının tümü üzerinde bile tam bir hakimiyet kuramamıştı. Dışa karşı yayılmacı bir siyaset gütmek için gerekli tekelci kapitalizm temeline sahip olmayan Kemalist rejim, önceliği, içte ekonomik alanda devlet eliyle kapitalist bir ekonomik altyapı oluşturmaya ve siyasi, idari ve sosyal alanlara da diğer ulus ve etnik grupları elimine edip homojen tek bir ulus ve üniter bir devlet yaratmaya verdi. Dolayısıyla, aslında Osmanlı imparatorluğunun dağılma süreciyle başlayan bu eğilim, yani devletin varlığının güvence altına alınması ve elde bulunan toprakların dolayısıyla iç pazarın korunması için ‘milli bir burjuva sınıfı’ ve homojen bir ulus yaratma eğilimi, soykırım politikalarının temelini oluşturdu.
Fakat günümüzde soykırım politikasının ikili bir dayanağı vardır. Bugünkü iktidarın öncelikle, 1930’lu yıllarda Kemalist rejimin önünde durduğu gibi, güçlü bir ulusal hareketin yükseldiği Kürdistan’da tam kontrolü sağlaması gerekiyor. Çünkü, Kemalist rejim, tüm soykırım uygulamalarına rağmen Kürt ulusunu ve tüm etnik grupları elimine edememiş ve TC sınırları içinde ‘tek bir ulus’ yaratamamıştır. Başka bir ifadeyle, Kemalist rejim ulusal sorunu çözmeden bugünkü iktidara devretmiştir. Hatta tüm iddialı söylemlere rağmen, Kemalist burjuva cumhuriyeti laiklik sistemini bile tam olarak yerleştirememiş ve özellikle Alevilik sorununda belirginleşen dinsel çelişkileri çözememiştir. Denilebilir ki; Kemalist rejim göreceli olarak güçlü bir kapitalist ekonomik alt yapı oluşturma hedefi dışında, hemen hemen tüm diğer alanlarda ciddi bir başarısızlığa uğramış ve çökmüştür. Şimdi siyasal İslamcı AKP, çökmüş olan bu rejim üzerinden yine Türk ulusunun hakimiyetini esas alan, ancak ideolojik çizgide İslamcılığa ağırlık veren; Türk-İslam sentezine dayalı yeni bir rejim kurmaya çalışıyor. Bu rejim göreceli olarak gelişmiş bir tekelci burjuva sınıfına ve siyasal İslamcı bir zihniyete dayandığı için, sadece içerde rejimi güvence altına alma hedefiyle yetinmiyor. Aynı zamanda yayılmacı politikalar izliyor ve diğer ülkeler üzerinde hegemonya kurarak yeni bir Osmanlı imparatorluğu inşa etmek istiyor. Dolayısıyla Erdoğan-AKP iktidarı hem içerde hem de dışarda, iki cephede birden savaşmak ve rekabet etmek durumuyla karşı karşıyadır.
Bir yanda sermayenin giderek tek bir elde merkezileşmesi ve yoğunlaşması eğilimini sürdüren ve diğer toplumsal sınıflar üzerinde ekonomik, sosyal ve siyasal hegemonya kuran tekelci burjuva sınıfının iktidarı, diğer yanda devlet işleyişi dahil olmak üzere, hayatın her alanında geçerli olacak şekilde dinsel kuralların egemenliğini ve bu egemenliği kullanan hilafet makamının zorunluluğunu kabul eden siyasal İslamcı ideoloji ve zihniyet. İşte bugün Türkiye’de kurulmak istenen rejimin temel dinamiğini oluşturan tehlikeli bileşim budur. Erdoğan bu dinamikler üzerinde bir saltanat ve hilafet rejimi kurmaya çalışıyor. Tarihsel tecrübeler ve bugünkü iç ve dış konjonktür göz önüne alındığında, böylesi bir rejim; ‘’burjuvazinin açık terörcü diktatörlüğü’’ demek olan faşizme başvurulmadan kurulamaz.[2]
Bu mutlak iktidar rejimi, kendisine biat dışında bir seçeneği kabul etmez ve kontrol ettiği topraklar üzerinde egemenliği başkalarıyla paylaşmaya ve dolayısıyla güçlü bir sosyal-siyasal muhalefete tahammül etmez. Yayılmacı emellerle göz diktiği topraklar üzerinde kendi egemenliğini kurmak için var olan güçlerle savaşmayı da göze alır.
Kemalist rejim kendi sınırları içinde büyük bir pazar ve güçlü bir ekonomi oluşturmak için, Kürdistan’ın tam olarak fethini ve ilhakını zorunlu görmekteydi. Erdoğan-AKP rejimi ise, dış pazarlara yayılmak, yeni sömürgeler elde etmek için yani emperyalist politikalar temelinde öncelikle Kürdistan’ı yeniden fethetmek istiyor. Çünkü kendi sınırları içinde tam hakimiyet kuramayan bir iktidar, başka ülkeler üzerinde hiç hakimiyet kuramaz. Bu koşullar içinde, ulusal-demokratik haklar mücadelesi yürüten Kürt ulusu karşısında ve Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı sürecinde, mutlak iktidar ve imparatorluk hayallerinin üreteceği sonuç; faşizm ve savaştan başka bir şey olamaz. Nitekim, Kürdistan’da yürütülen soykırım savaşı ve Suriye’de sürdürülen ve bugün nerdeyse bölgesel bir boyuta evrilmiş olan savaş; Erdoğan-AKP rejiminin ifade ettiğimiz karakterinin göstergesidir.[3]
Yükselen faşizm için sadece Kürt ulusal muhalefeti değil, aynı zamanda Türkiye’deki işçi sınıfı, kadın ve Alevi hareketleri ciddi bir tehdit ve hedeftirler. Dikkat edilirse, AKP kuruluşundan itibaren, diğer alanlarda liberal bir söylem takınarak gerçek kimliğini gizlemeye çalıştığı halde işçi sınıfı, kadın ve Alevi hareketlerine karşı gerçek kimliğini gizlemeye çalışmadan, açık bir cephe almış ve saldırmıştır. Nasıl ki, Hitler faşizminin yükselişinin somut işaretleri öncelikle bu hareketin Yahudilere ve komünistlere karşı sergilediği düşmanca yaklaşımda görülmüştür, Edoğan-AKP faşizminin yükselişinin somut işaretleri de öncelikle bu sosyal hareketlere karşı gösterdiği düşmanca yaklaşımda görülmüştür. Bu düşmanlığı sadece Erdoğan’nın dengesiz kişiliğiyle açıklamak mümkün değildir. Yeni palazlanan ya da AKP iktidarıyla bütünleşen sermaye gruplarının büyük sermaye birikim hırsı ve güçlü bir mutlak iktidar için ihtiyaç duyulan geniş kitle desteği, hem toplumsal muhalefet odaklarının sindirilmesini hem de toplumun totaliter bir düzen altında homojenleştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Toplumun homojenleştirilmesi Kemalist rejimin de öncelikleri arasında yer alıyordu ve bunun için temel araç Türk milliyetçiliği ideolojisiydi. Fakat Kürt ulusal hareketinin yükselişi bu ideolojinin homojenleştirme ya da resmi söylemle ifade edersek ‘milli biriliği sağlama’ gücünü büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Erdoğan-AKP iktidarı oluşan bu boşluğu ‘Müslüman kardeşliği’ bağı ya da İslamileştirme yoluyla aşmaya çalışmıştır. Bu silah Kürt halkına karşı kullanılmış, ancak Kürt halkının kendi ulusal-demokratik taleplerinde ve bu uğurda mücadelesinde ısrar etmesiyle, kısa sürede işlevsizleşmiştir. AKP iktidarının IŞİD eliyle Kobani’ye saldırması Kürt halkının bu yeni projenin içeriğini anlaması noktasında çok öğretici olmuştur. Elindeki ‘Müslüman kardeşliği’ silahı alnınca, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi karşısında şiddet ve Türk şovenizmi dışında bir silahı kalmayan Erdoğan-AKP iktidarı, Kemalist çizgiye dönmüş ve nitekim, Kemalist rejimin artığı olan faşist kesimlerle ‘devletin güvenliği’ için Kürt halkına karşı bir ittifak kurmuştur.
Aslında üzerinde ciddi bir çalışmaya ihtiyaç olmakla birlikte, Kemalist hareketin bugün homojen bir blok oluşturmadığını genel hatlarıyla belirtmek gerekiyor. Somut anlamda CHP ve AKP ile ittifak kurmuş olan Ergenekoncu kesimleri ele alırsak, bu kesimler arasındaki farklılaşmayı açık olarak görürüz. Ya da cumhuriyetin kuruluşundan önce oluşmaya başlamış modernite ve cumhuriyet yanlısı kesimleri, bir bütün olarak Kemalist olarak nitelendirmek doğru değildir.
Düzen partilerini, burjuva sınıfları ve dolayısıyla Kemalist denilen kesimleri ulusal sorun noktasında ayrışmaya götüren nokta şudur: Kürt ulusal sorunu düzen içi reformlarla; bir anlamda burjuva demokrasisinin geliştirilmesiyle mi çözülmelidir, yoksa cumhuriyetin kuruluşu yıllarında olduğu gibi şiddet ve imha ile yani yeni bir soykırım savaşıyla mı? Bu soruna farklı yaklaşımın kaynağında aslında söz konusu sınıf ve güçlerin sosyal-tarihsel evrimi yatmaktadır. Kabaca görünen haliyle ifade edersek, batı dünyası ile gelişmiş düzeyde entegre olmuş sınıf ve güçler sorunun burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesiyle çözümünden yanadırlar. Ki aslında Avrupa’da bu kesimin tercihini pekiştiren oldukça fazla örnek mevcuttur. Daha çok geleneksel, yerel ve muhafazakar sınırlar içinde kalan şoven kesimler ise; soykırım savaşından yanadırlar. Faşizmin burjuvazinin tüm kesimlerinin değil, ancak en gerici ve en şoven kesimlerinin diktatörlüğü olduğunu bilirsek, tüm burjuva kesimlerini en azından faşizm sürecinde aynı kefeye koymanın doğru olmayacağını da kabul etmemiz gerekir.
Ümmet anlayışı şovenizmi dışlar mı?
AKP iktidarının tam hakimiyet kurduğu döneme kadar; Türkiye’de siyasal İslamcı hareket genel bir eğilim olarak Kemalist rejimin Kürtlere yönelik politikalarına eleştirel yaklaşmıştır. Bu kesimler, ”Ceberut Kemalist iktidarın Müslüman Kürtlere yaptığı zulmü’’ zaman zaman dile getirip eleştirmişlerdir.
Kuşkusuz bu tutumun gelişmesinde, Mustafa Kemal’in henüz iktidarını güvence altına almadığı; TC’nin kuruluşu öncesi dönemde, Kürt ulusunun taleplerine saygılı yaklaşan tutumuna benzer bir muhalefet dönemi pargamatizmi büyük bir rol oynamıştır.
Siyasal İslam’ın ulusal bir ideolojiden çok ümmetçi-dinci bir ideolojiye dayanması da, bu hareketin söylemiyle şoven Kemalist kesimlerin söylemleri arasında görülebilir farklılıklara yol açmıştır.
Necip Fazıl Kısakürek Dersim soykırımında yaşanan bazı kırımları tanık ifadelerine dayanarak aktarmış ve Kemalist rejimin Dersim’de sergilediği barbarlığa karşı açık tavır almıştır. Yakın bir dönme kadar Erdoğan ‘tek parti’ dönemi uygulamalarını eleştirmiş ve Kemalizm’le özdeşleştirilen üniter devlet anlayışını, Osmanlıdaki eyalet sistemini Kürdistan adını da zikrederek tartışmaya açmıştır. Erdoğan başbakanlığı döneminde, Ergenekon operasyonlarının sürdürüldüğü bir süreçte Dersim soykırımına ilişkin yarım ağızla da olsa ‘özür dileme’ girişiminde de bulunmuştur. Bu ve benzer tavır alışlar, siyasal İslamcı kesimin ‘’Kemalist diktatörlüğe karşı mazlum Kürt halkının yanında’’ durduğuna dair kanaati güçlendirmiştir.
AKP iktidarı altında yakın döneme kadar gelişen bazı tutumlar da, siyasal İslam’la ilgili yukarıda ifade ettiğimiz kanaati bir süre de olsa güçlendirmiştir. Eski ateşkes süreçlerinden farklı olarak, devletin de ‘çözüm süreci’ boyunca ateşkese uymasıyla oluşan barışçıl ortam ve tarafların kamuoyuna yansıyan söylemleri, bütün kaygı ve güvensizliğe rağmen barışçıl bir çözüm konusunda ve elbette bu süreci yürüten AKP hakkında, toplumda belli düzeyde bir iyimserlik yarattı. Özellikle AKP yetkililerinin ‘analar ağlamasın’ ve ‘Müslüman kardeşliği’ gibi söylemleri, en azından sürecin başında Kürt halkın duygu dünyasında olumlu karşılık buldu. Bu pratik durum, görünüşte de olsa, siyasal İslamcı hareketin geçmişte izlediği çizgiyle bir tutarlılık gösteriyordu. AKP iktidarı ‘İslamcı’ kimliğiyle de bağlantılı olarak, Kemalist iktidarlardan daha farklı bir yere konuldu.
Siyasal İslamcı hareketin Kemalist rejim karşısında göreceli olarak, Kürt hareketine sempatiyle yaklaşmasının temel nedeni, bu hareketin, iktidarın şoven politikaları karşısında ‘’Müslümanların kardeşliği’’ söylemi ile dile getirildiği düşünülen, ‘enternasyonalist’ karakteri değildir.
Siyasal İslam, yeni kurulan burjuva cumhuriyetinin dayandığı; batı kapitalizmiyle işbirliği içindeki egemen burjuva kesimlerine karşı, yereldeki geleneksel ve burjuva sınıflarının siyasal-ideolojik bayrağı olmuştur. Hiç kuşkusuz bu sınıfsal çelişkiler, kendisini üst yapıda yeni gelişen burjuva kültürü ve modernite ile geleneksel-yerel kültür (dolayısıyla bir ölçüde de din arasındaki) bir çatışma olarak dışa vurdu. Bu çatışmanın niteliğini, sınırlarını ve evrimini doğru tespit etmek, bugünkü AKP iktidarının politikalarını ve özellikle bu hareketin dünkü pratiği ve söylemiyle bugünü arasında, çelişki gibi görünen değişimi anlamak açısından önemlidir.
Siyasal İslamcı hareket ve onun dayandığı sınıfların amacı, kapitalist sistem dışında, burjuva sınıflarının egemenliğini yadsıyan yeni bir düzen kurmak değildir. Bu hareketin sınıfsal, kültürel ve ideolojik yapısı ve dünya görüşü böylesi bir devrimsel dönüşüme imkan tanımaz. Siyasal İslamcı güçlerle diğer burjuva kesimleri arasındaki çatışmanın kaynağı, iktidarın ve ekonomik zenginliğin yeniden paylaşımı mücadelesidir. Dolayısıyla, bu sınıflar ve farklı siyasal bloklar arasındaki çatışmanın sınırı, sistemin ve siyasal düzenin varlığının korunmasıdır. Kapitalist sistem ve kurulu düzeni tehdit eden her türlü hareket karşısında bu güçler çok rahatlıkla ittifak kurarlar. 50’li yıllardan 90’lı yıllara kadar ‘komünizm ve sol tehdidine’ karşı bu güçlerin birleşik bir cephe içinde yer almaları, bu durumun somut bir kanıtıdır. Kısaca ifade edersek siyasal İslamcı hareket nihayetinde sistem ve bütün çıkıntılarına rağmen düzen içi bir harekettir.
İslam’daki ümmet anlayışı da; iddia edilenin aksine, İslam dinine inanan tüm ulusların eşitliğine, özgürlüğüne dayanan ve gönüllü olarak oluşturulmuş bir birlik öngörmez. Ümmet, İslam’ın ortaya çıkışından buyana hegemonik, hiyerarşik bir ilişki etrafında oluştu. Ümmet anlayışı, din bayrağını eline alan devlet sahibi bir kavimin diğer kavimleri kendi hakimiyeti altında bir araya getirmesini gerektirir. Yani hakim bir kavim ya da ulus, ümmet anlayışının bir ön koşuludur. Yoksa, özellikle sömürge uluslar için; her ulusun ya da kavmin kendi kaderini özgürce tayin etmesi ve bununla birlikte özgür ulusların ya da kavimlerin gönüllü birlikteliğini öngören bir enternasyonalist anlayış İslam’da yoktur. [4]
İslam inanç boyutunun ötesinde, ortaya çıkışından itibaren, öncelikle Arap kavmini birleştiren ve bu kavmin kimliğini, kültürünü ve ekonomik-politik çıkarlarını ifade eden bir ideolojiye dönüştü. Bu ideoloji olmasaydı, Araplar Endülüs’ten Hindistan’a dek yayılıp bir imparatorluk kuramazlardı. Osmanlı İmparatorluğu da, yayılmacı emellerini sürdürmek ve boyunduruk altına aldığı ülkeleri elinde tutmak için ‘İslam halifeliği makamını’ eline geçirdi. Osmanlılar böylece hem fetih hareketlerini ‘İslam adına savaş’ örtüsü altında sürdürdüler hem de başta Kürtler olmak üzere Müslüman halklar üzerindeki egemenliklerini pekiştirdiler.
Kısacası, siyasal İslamcı ümmet anlayışı; ister bir hilafet bayrağı altında olsun, isterse hilafetin olmadığı çok uluslu devletler açısından olsun, uluslar arasında hegemonik bir ilişki, yani ‘hakim bir ulus’ öngördüğü için, Kemalist tipte ‘tek ulus’ anlayışını yadsımaz. Teorik olarak ve özellikle muhalefet koşullarında asimilasyona karşı çıkılsa da, ezilen ulusların ulusal-demokratik mücadelesi ‘ümmeti bölen’ bir faktör olarak ‘kavimcilik’ suçlamasıyla mahkum edildiği için, aslında gönüllü bir asimilasyon dayatılır. Siyasal İslmacı iktidar koşullarında bu gönüllü asimilasyona direnip, ulusal-demokratik haklar mücadelesi vermek, sadece hakim ulusun ‘egemenlik hakkına’ değil aynı zamanda ‘İslamın iktidarına’ karşı bir saldırı olarak görüleceği için, verilecek tepki, burjuva milliyetçi iktidarların tepkisinden daha sert bir tepki bile olabilir.
Kürtlerin önemli bir kesimi, Erdoğan-AKP iktidarının söylemlerine bakarak; artık bir daha Kemalist rejim döneminde olduğu gibi soykırım saldırılarıyla karşılaşmayacağını düşünüyordu. Bırakalım 1937-38 Dersim soykırımı sürecini, 90’lı yıllara dönüleceğini bile çok kimse tahmin etmiyordu. Kuşkusuz bu durum siyasal İslam ve devlet gerçekliğinin yeterince bilince çıkartılmamasından kaynaklanıyordu. Siyasal İslamcı hareketin sınıfsal temelinin, ideolojik ve politik karakterinin anlaşılması, ‘’İslam ümmeti’’ ve ‘Müslüman kardeşliği’’nden bahseden Erdoğan-AKP iktidarının neden birden Kürtlere karşı soykırım savaşı yürüten bir canavara dönüştüğünü anlamamıza olanak sağlar.
‘Çöktürme’ ya da yeni soykırım planı
Türk devleti yaklaşık iki buçuk yıl devam eden ateşkes döneminde, bir yandan Öcalan ve PKK ile ‘çözüm süreci’ çerçevesinde, savaşın görüşmeler yoluyla sona erdirilmesi amacına yönelik olduğu söylenen görüşmeler yürütürken, diğer yandan; Kürt ulusal hareketini hatta Kürt ulusal varlığını tasfiye etmek amacıyla kitlesel katliam ve zorla göç ettirme gibi uygulamaları da içeren bir savaşa hazırlanıyordu. Türk devleti bu savaşı ‘Çöktürme’ adı verilen bir plana dayalı olarak önceden planladı ve uygulamaya koydu.
Kamuoyu, ‘Çöktürme’ planının varlığını gazeteci Oktay Yıldız’ın 16.12.2015 tarihli ‘’Çöktürme planı’’ başlıklı yazısından öğrendi. Bu yazıda aktarılan belgeden anlıyoruz ki; ‘Çöktürme’ planı 2014 Eylül ayında bizatihi Öcalan’la İmralı’da devlet adına görüşmeler yürüten ‘Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’ tarafından hazırlandı ve Genelkurmay Başkanlığı’na sunuldu. ‘Genelkurmay Strateji Plan Dairesi, Strateji Şube Müdürlüğü’ bu planı savaş simülasyonu denemesini yaptırarak hükûmete sundu. ‘Gizli’ ibareli eylem planı, model güncellenerek, anlaşıldığı kadarıyla 7 Haziran seçimleri öncesinde uygulamaya konuldu.
Bugüne kadarki gazetecilik ve yazarlık pratiği göz önüne alındığında Oktay Yıldız’ın ciddi bir gazeteci-yazar olduğu görülür. Bu nedenle kamuoyunda belgenin gerçek olduğu konusunda bir kanı oluştu. Fakat yine de Türk devletinin bu belge hakkında yapacağı açıklamalar, bu gerçekliğin teyit edilmesi anlamında önemliydi.
HDP Milletvekilleri Alican Önlü ve Ertuğrul Kürkçü, bu plana ilişkin ayrı ayrı 24-25 Aralık 2015 tarihlerinde Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun yanıtlaması talebiyle soru önergeleri sundular. Meclis başkanlığı 25-26 Ocak 2016 tarihlerinde Alican Önlü ve Ertuğrul Kürkçü’nün verdiği soru önergelerini "TBMM içtüzüğünün 96. Ve 97. maddeleri’’[5] gerekçe göstererek geri çevirdi. Daha doğrusu hükümet önergelere cevap vermedi, ancak her zamanki numarasını yapmaktan da geri durmadı. Gerekçede belirtildiğine göre, sorular uzun ve karışık olduğu için devletin aklı konuyu anlayamamış, bazı sorular düzeltildiğinde önergeler işleme konulacakmış.[6]
Bu gerekçenin içeriğinin geçerliliğini uzun uzadıya tartışmanın hiçbir anlamı yoktur. Tipik bir devlet demogojisi örneğidir ve devletin suçunu gizlemek için başvurduğu tipik bir oyalama taktiğidir. Aslında devlet bu yola başvurarak belgenin doğruluğunu teyit etmiştir. Bu sonuca rahatlıkla ulaşabiliriz.
‘Çöktürme’ adıyla hazırlanmış bir plan olmasaydı, meclis başkanlığı bir usul tartışmasına girmeden, işin esasını dikkate alır ve ‘böyle bir belge yoktur’ diyerek tartışmayı temelden kapatırdı. Aslında bunu düşündüklerini, ancak geçmişte MİT belgelerinin sızmasının verdiği korkuyla, bu belgenin de inkar edilemez bir biçimde ortaya çıkmasından korktukları için, direk bir yalanlamaya gitmediklerini düşünebiliriz. Ya da en azından yürütülen savaşı etkilemeyecek koşullarda cevap vermeyi düşünmüş olabilirler.
Belgenin varlığıyla ilgili basında yer alan haberin doğruluğunu sadece soru önergelerine verilen cevaplardan anlamıyoruz. Bu gelişmeye ek olarak, aşağıda sıraladığımız bulgular, ‘Çöktürme’ planının var olduğunu; açık ve net olarak söylememizi olanaklı kılıyor:
1- Ahmet Davutoğlu 15 Aralık 2015 tarihinde gerçekleştirdiği Bulgaristan gezisi dönüşünde gazetecilere özyönetim alanlarına karşı düzenlenen operasyonlar hakkında konuşurken şunları söylemişti: ’’Daha 2013 yılı kasım ayında yaptığımız değerlendirmede 12 kritik ilçeyi öngörmüştük.’’[7] Demek ki, henüz ortada barikat-hendek yokken, devlet Kürt ulusal hareketinin büyük bir kitle tabanına ve örgütlülüğe sahip olduğu yerleşim yerlerini tespit edip hedefine koymuştu. Nitekim, Davutoğlu söz konusu görüşmede, gerçekleştirilen operasyonların önceden tespit edilen bu ilçelerde sürdürüldüğünü söylüyor. Açıktır ki, adı ne olursa olsun devletin bir saldırı planlaması var. Davutoğlu Hollanda ziyareti dönüşünde gazetecilere yaptığı açıklamalarda da hem ‘çözüm süreci’nin nasıl ve kim tarafından bitirildiğini hem de savaş hazırlıklarını itiraf etti. Davutoğlu’nun Ekim 2104 dönemiyle ilgili itirafları şöyle: "6-7-8 Ekim kalkışması sonrası yaptığımız güvenlik toplantılarında, kafamın bir yerinde bunların çözüm sürecini bitirecekleri ihtimali güçlü biçimde belirdiği için, askerimize polisimize talimat verdim, 'Çözüm sürecinin bitmesi ihtimaline hazırlıklı olun, dedim. Ben bir gün size 'O gün geldi' diyeceğim, o güne bütün hazırlıklarımız tamam olmalı. Bütün eksiklerinizi tamamlayın' dedim."[8]
2- Bugün Kürdistan’da yürütülen soykırım savaşıyla ‘Çöktürme’ planında hayata geçirilmesi düşünülen uygulamalar neredeyse bire bir örtüşmektedir. Örneğin; söz konusu palanda şu uygulama yer almıştır: ‘Ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak, kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır.’’[9] Planın bu maddesi bugün başta Sur, Cizre, Nusaybin, Gever, İdil, Silopi ve diğer bazı ilçelerde aynen uygulanmaktadır. Diğer bir örnek; ‘’Sivil kamu personelinin söz konusu alanlardan çekilmesi, hastanelerin 24 saat kuralına göre olası ve acil güvenlik personelinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi, bazı kamu binalarının boşaltılarak operasyonel güçlerin konumlanmasına göre, önceden hazırlanması önem arzetmektedir.’’[10] Nitekim öğretmenler bölgeden çekildi, hastaneler asker ve polisin kontrolüne sokuldu, okullar ve sağlık ocakları asker ve polisin karargahlarına dönüştürüldü.
3- Çöktürme planıyla 1915’ten 1938 yılına kadar uygulanmış soykırım planları arasında büyük bir benzerlik vardır. Silahsızlandırma-imha-tehcir Türk devletinin tüm soykırım savaşlarının ortak uygulamalarıdırlar. Bu uygulamalar, Çöktürme planı içinde var ve bugün (uygulanmak istenen ancak başarılamayan silahsızlandırma hariç) uygulanmaktadırlar. Bu benzerlik bu belgenin yüzlerce yıllık ‘devlet aklı’nın ürünü olduğunu göstermektedir. Dahası ‘’Çöktürme’’ planı ile Dersim soykırımının plan ve uygulama emrini içeren 4 Mayıs 1937 tarihli gizli bakanlar kurulu kararının, niteliksel ve tarihsel olarak aynı düzeyde ele alınması gerektiğini söyleyebiliriz. Çünkü belgenin devlet bürokrasisi tarafından hazırlanarak hükümete sunulduğu belirtiliyor. Dolayısı ile bu plan, 4 Mayıs 1937 kararnamesi gibi, hükümetin onayıyla yani bakanlar kurlunun imzasıyla uygulamaya konulmuştur.
4- Yakın dönem açısından bakıldığında da ‘Çöktürme’ planının aslında 1990’lı yıllarda uygulanan planların bir üst aşaması olarak görülebilir. Keza 2011-2012 sürecinde AKP iktidarının bizzat duyurduğu, ‘Sri Lanka modeli’ esas alınarak hazırlandığı söylenen ‘Entegre strateji’ ile bugün uygulanan ‘Çöktürme planı’’ arasında bir süreklilik ilişkisi hem de içerik uyumu vardır.
Yukarıda sıraladığımız bulgular, Türk devletinin tüm gizleme çabalarına rağmen basına ve kamuoyuna yansıyan ‘Çöktürme’ planı haberinin doğru olduğunu ve böylesi bir planın ve buna bağlı olarak bir soykırım savaşının hazırlılarının var olduğunu yeterince kanıtlamaktadır. ‘Çöktürme’ planının içeriği ve bugün Kürdistan’da yürütülen soykırım savaşını daha yakınan incelediğimizde de, zaten bu planın şu anda uygulandığını rahatlıkla görebiliyoruz.
Dipnotlar
----------------------------------
[1] Bugün Türkiye’de seçimlerin yapılması, parlamentonun açık olması ve muhalefete burada konuşma hakkı tanıması, sanki bir demokratik düzen işleyişi varmış gibi bir görüntü yaratıyor. Halbuki, pratikte parlamentonun hiçbir işlevi yoktur. Tek söz sahibi Erdoğan ve müttefiki olan derin devlettir. CHP ve diğer bazı muhalefet kesimleri, yaşanan sorunların geçici olduğunu ve Kürt ulusal hareketinin bastırılmasından sonra sürecin tekrar normale döneceğini sanmaktadırlar. Ancak faşizmin tarihi bize, bugün Türkiye’de yükselen faşist hareketin gelişimini anlamak için değerli ipuçları veriyor: “Bazı ülkelerde, her şeyden önce faşizmin geniş kitle temeline sahip olmadığı ve bizzat faşist burjuva kamp içindeki gruplar arasında mücadelenin epey güçlü olduğu ülkelerde, faşizm parlamentoyu hemen tasfiye etmez, diğer burjuva partilere ve bu arada sosyal-demokrasiye de belirli bir meşruluk tanır. İktidardaki burjuvazinin devrimin yakın bir zamanda patlak vermesinden korktuğu diğer ülkelerde faşizm, ya hemen sınırsız tekelci siyasi hakimiyetini kurar ya da bütün rakip partilere ve gruplara karşı terör ve hesaplaşmayı gitgide artırır. Bu faşizmin durumunun özellikle zorlaştığı zamanlarda, tabanını genişletmek için ve sınıfsal özünü değiştirmeksizin, açık terörcü diktatörlüğünü kabaca sahteleştirmiş bir parlementarizmle birleştirmek için çaba harcanmasını dıştalamaz.” (Dimitrov, Faşizm ve İşçi Sınıfı, 1935)
[2] 30’lu yıllarda Avrupa’da faşizmin yükselişinde; 1. Dünya savaşında kaybettikleri toprakları geri almak için yeni bir paylaşım savaşına hazırlanan emperyalist ülkelerin yarattığı uluslararası durumun büyük bir etkisi olmuştur. Dolayısıyla faşizm sadece iç bir olgu değildir, dış etkenler de faşizmin yükselişinde büyük bir rol oynarlar. Emperyalistler ve diğer bölgesel güçler arasındaki pazar paylaşım savaşları ve rekabetin bu konuda oynadığı gerici rol çok açıktır. Nitekim, bugün Türkiye’de faşizmin yükselişi sadece Erdoğan-AKP iktidarının ve dayandığı burjuva sınıflarının yayılmacı emellerine dayanmıyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da yürütülen yeni paylaşım savaşında büyük bir rol oynayan Körfez-Arap sermayesinin Türkiye’de siyasal ve sosyal yapının gericileşmesinde ve faşizmin yükselişinde ciddi bir etkisi vardır.
[3] Antonio Gramsci’nin İtalya’da faşizmin yükselişi ve emperyalist eğilim ile bu yükseliş arasındaki bağ konusunda 1926 yılında yaptığı tespit, sanki bugün emperyalist emeller peşinde koşarken oraya buraya saldırmak için adeta kudurgan bir hayvan gibi davranan Erdoğan-AKP faşizminin gelişimini anlatmaktadır:
“Faşizmin siyasal ve ekonomik işleyişiyle bütün propagandasının taçlandırdığı haşmet ‘emperyalizm’e olan eğilimidir. Bu eğilim İtalyan tarım ve sanayi sınıfının İtalyan toplumunun bunalımına, İtalyan toplumunun kendi dışında bulduğu yanıttır. İçinde savaş tohumları taşıyan, görünürde İtalyan yayılmacılığı için çıkacak, fakat gerçekte faşist İtalya’yı şu veya bu emperyalist grubun elinde dünya egemenliği için bir araca dönüştürecek bir savaştır.” ( Giuseppe Fiori, Bir Devrimcinin Yaşamı: A. Gramsci, V Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1989, s. 164)
Mutlak iktidar ve sermaye birikimi yönünde duyduğu aşırı hırs, faşist diktatörlüğün muhalefete ve özellikle devrimci muhalefetin önderlerine karşı duyduğu nefretin ve düşmanlığın kaynağıdır. Çünkü devrimciler faşizmin yükselişinin önündeki en kararlı engellerdir. Bugün Erdoğan-AKP faşizminin muhalfetin önderlerine, ancak özellikle Kürt ve Türk devrimcilerine ve aydınlara kin ve nefretle saldırması yukarıda izah ettiğimiz faşizmin doğasıyla ilgilidir: Dimitrov bu konuda şöyle der: ’’Faşizm finans kapital iktidarının ta kendisidir; işçi sınıfı ile köylülerin ve aydın kitlenin devrimci kesimlerine karşı örgütlenmiş bir yıldırıcı öç alma hareketidir. Dış siyaset açısından faşizm en kaba biçimiyle bağnaz bir milliyetçiliktir; öteki uluslara karşı kini körükler.’’ (Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, 2 Ağustos 1935)
[4] "Elmalılı Hamdi Yazır ümmet kavramını bu bağlamda ele almış ve şöyle yorumlamıştır: Ümmet, imam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine hakim olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet imameti kübra sahibi cemaattir. Cemaatlere göre ümmet, hakim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal gruptur. Bu şekilde hayra davet ve iyiliği emir, kötülüğü de men edecek bir topluluk ve imamet (önderlik) teşkili, müslümanların imandan sonra ilk dini farizalardır. Bu farizayı yerine getirebilen müslümanlardır ki (ulaike humu'l-muflihun) ayeti gereğince kurtuluşa ererler. Yoksa "ancak müslümanlar olarak ölün!" ayetinin manası müşkil ve imkansız olur." Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 1, s. 419, İstanbul, tarihsiz (Azim Dağıtım). Aktaran Fatma Candan Günaydın, http://www.islamvehayat.com/3406_ummet-kavramina-kur-ani-bakis.html
[5] ANF, 25 Ocak 2016, http://anfturkce.net/guncel/cokturme-plani-onergesindeki-sorular-rahatsizlik-yaratti
[6] Her iki soru önergesinin tek bir amacı vardır, o da, böylesi bir planın hükümet ve devlet tarafından hazırlanıp hazırlanmadığının ortaya çıkartılmasıdır. Önergede yer alan sorular bu amacı gayet açık olarak ortaya koymaktadır. Örneğin; Ertuğrul Kürkçü’nün verdiği soru önergesinin ilk iki sorusu şöyledir:
‘’1- Hükümetiniz Eylül 2014’te Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’na yukarıda sözü edilen savaş simülasyonunu/eylem planını hazırlaması için talimat vermiş midir?
2- Eylül 2014 sonrasında veya öncesinde düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında yukarıda sözü edilen eylem planı üzerinde görüşme yapılmış mıdır? Yapılmışsa bu görüşmenin içeriği nedir?’’ (Bianet, 28. 02. 2016, http://bianet.org/bianet/siyaset/171577-ertugrul-kurkcu-nun-cokturme-plani-sorusuna-yanit-verilmedi)
Önergelere verilen cevaplar aslında, TBMM’nin soykırım savaşın bir aracına dönüştürülğünü göstermektedir ve devletin yalan ve psikolojik savaş politikasını dışa vurmaktadır. Meclis başkanının HDP Şırnak milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın, partisinin 22 vekiliyle birlikte, abluka altındaki Cizre’de yaşananlarla ilgili meclise sunduğu araştırma önergesini ‘kaba ve yaralayıcı’ ifadeler barındırdığı gerekçesiyle ret etmesi, bu durumu somutlayan başka bir örnektir. Meclis başkanı Kahraman’ın Sarıyıldız’ın önergesine verdiği komik cevabı şöyle: “İlgili önergenizin takdim kısmındaki ‘İtfaiye ve ambulansların gidişine engel olan kolluk güçlerinin ve mülki amirleri’, gerekçe kısmındaki ‘Sivil yurttaşların yaşam hakkı ihlal edilmiş’, ‘Kolluk güçleri yaralıların ambulans ile hastaneye kaldırılmasına çoğu kez izin vermediği’, ‘Çıkan yangınlara itfaiyenin müdahale etmesine güvenlik gerekçesiyle bir çok defa izin verilmemiştir’ şeklindeki ifadeler TBMM İç Tüzüğü’nün 67’nci maddesi kapsamında görüldüğünden ilgili önergeniz ekte iade edilmiştir.” (Diken, 11/02/2016, http://www.diken.com.tr/meclis-hdpli-sariyildizin-cizre-onergesini-kaba-ve-yaralayici-bularak-reddetti/
[7] Hürriyet, 16 Aralık 2015, http://www.hurriyet.com.tr/pkk-teroruyle-mucadelede-kritik-5-ilce-40028087
[8] Bugün, 12.02.2016, http://www.bugun.com.tr/gundem/davutoglu-cozum-sureci-kafamda-6-2056366.html
[9] Oktay Yıldız, 16. 12. 2016, http://www.nerinaazad.com/columnists/oktay_yildiz/cokturme-plani
[10] Oktay Yıldız, agk