Piro Zarek
08. 03. 2012
İktidar kimin elindedir? sorusu, siyaset alanının temel sorusudur. Bir ülkede iktidarı elinde tutan sınıf ya da güç, o ülkedeki siyasal ve sosyal süreç üzerinde belirleyici bir rol oynar. Buna bağlı olarak, bir toplumdaki siyasal çelişkilerin odağında, iktidarı elinde tutan egemen güçler ile, bu iktidara karşı hak ve özgürlükler mücadelesi yürüten halk kesimleri arasındaki iktidar mücadelesi yatar.
Ezilen halk kesimleri arasında ve elbette egemen güçlerin kendi aralarında çeliski ve çatışmalar vardır. Örneğin, bugün Kemalistlerle siyasal islamcılar arasında, keza Gülen Cemaati ile AKP arasında da iktidar paylaşımı mücadelesi yaşanıyor. Fakat unutmayalım ki, bu güçler, Kürtlere, Alevilere, Dersimlilere, emekçilere ve sosyalistlere karşı aynı çizgide birleşirler. „Ülkenin ve devletin güvenliği“, ve „tek dil, tek millet ve tek devlet“ meslesi söz konusu olduğunda, iç çelişkiler; bu güçler için birden tefferuta dönüşüyor. Bu ortak davranış refleksini gelistirebildikleri ve ortak çıkarlar temelinde birleşme yeteneğine sahip olduklari için, onlar iktidar, biz ezileniz.
1937-38 sürecinde, Abasanlılar ile Kırğanlılar, ya da Alanlar ile Demenanlılar ve diger bütün aşiretler kendi aralarındaki çelişkileri birincil palana çıkarmayıp, devletle olan çelişkilerini esas alsalardı, büyük bir olasılıkla bugün biz Dersim’de farklı bir yapı görecektik.
Çelişkilerin önceliğini ve dostu düşmanı güncel konjonktür ve uzun vadeli süreçler temelinde doğru belirlemek, her toplumsal grup ve hareket için yaşamsal bir öneme sahiptir. Kritik dönemeçlerde bu noktada atılacak yanlış bir adım, Dersim 37-38 sürecinde olduğu gibi bazen telafisi imkansız kayıplara yol açabilir.
Bu anlayışla, yaşadığımız süreçte ve yakın gelecekte, Dersim ve Alevi toplumunu bekleyen tehditler ve sorunlar konusunda kısa bir değerlendime yapacagız. Bu degerlendirmenin, bugünlerde yaşanan tartışmaların kaynagına da ışık tutacağını düşünüyoruz. Ayrıca yaşanılan süreçte, her Dersimlinin, her Kürdün ve sosyalistin kendisine „ne oluyor, nereye gidiyoruz?“ sorularını sorması ve bu konuda ciddi ciddi düşünmesi gerektiğine inanıyoruz.
Bugünkü sürecin genel bir resmi ve bizi bekleyen tehlikeler
Türk Devleti’nin yeni rotasının bölgesel hegomonya ve oradan da emperyalistler ligine yükselme olduğunu duymayan, bilmeyen kalmadı herhalde. Bugün, ulusal ve uluslararası alanda bu stratejinin somut adımları atılıyor. Suriye mehzep çatışması temelinde, özellikle Türkiye’nin çabaları ile bir iç savaşa sürükleniyor.(1) Yeni Osmanlıcılar bu ülkeyi işagal etmek için adeta yanıp tutuşuyorlar. Aynı durum Irak’ta yaşanıyor. Türkiye’nin tam destek verdiği bir Sünni politikacı terör eylemlerini yönlendirmekle suçlanıp yargılanıyor. Irak Hükümeti de, Türkiye’yi kendi iç işlerine müdahale etmekle suçluyor. Türkiye’in Irakta da bir mezhep savaşına oynadığını gösteren somut kanıtlar var. Nitekim, Türkiye bölgede gelişecek bir mezhep çatışmasına seyirci kalmayacağını, bizzat başbakanın ağzından açıkça ilan ediyor.
İran’dan başlayıp Akdenize ulaşan bir Şii hattı, Türkiye ile Arap Körfez’i ülkelerini fiziken birbirinden kopardı. Türkiye, Suriye ile olan kötü ilişkileri nedeni ile, kamyonlarını bile Körfeze gönderemiyor. Durum bu kadar ciddi. Böylesi bir izolasyon Türkiye’nin tüm palanlarını bozar. Çünkü, Türkiye stratejik planları için gerekli sermayeyi Körfezin Sünni Arap devletlerinden sağlamayı düşünüyor ve bu ülkelerle ticaret Türkiye için yaşamsal öneme sahip. Dolayısı ile izolasyon korkusu, yayılma emelleri güden Türkiye’yi hızla savaşa sürüklüyor.
Her halükarda, Türkiye; İsrail ve ABD’in İran’a karşı bir saldırı düzenleyeceğini hesaplayarak, ortaya çıkacak kargaşa ve boşluktan azami dercede güçlenerek çıkmak istiyor. Bütün bunlar, bölgemizin yakın bir zamanda çok büyük patlamalara gebe olduğunu gösteriyor.
Türkiye’yi bugün için Suriye’ye saldırmaktan alıkoyan esas etken uluslararası meşruyet ve destek değil, öncelikle PKK-Kürt dinamiğidir. Türkiye, iki cephede birden savaşa
girmeye cesaret edemiyor. Ayrıca, Suriye’de ortaya çıkacak Kürt dinamiğini kontrol altına alma noktasında endişeleri var.
Aslında, 2011 yazından bu yana, ABD’nin çok büyük desteği ile PKK’nin bu kış aylarında etkisizleştirmesi düşünülüyordu. Bu hedef pek çok ağızdan dile getirildi. Mücahit mehmetçiğin saldırı fetvası ve „büyük zafer“ müjdesi imamlarca çok önceden verilmişti. Darbe dönemlerini çağrıştıran kitlesel tutuklamalar da bu planın bir parçasıdır. Fakat, PKK’ya ve BDP’ye önemli darbeler vurulmasına ragmen, planın başarıya ulaştığını söylemek mümkün değil.
Çevresi bir mezhep savaşı ile yanan Türkiye’nin, bu savaştan etkilenmemesi imkansızdır. Ve Türk Devleti’nin meydana gelebilecek sorunlar konusunda tedbirler düşünmediğini söylemek te saflık olur. Bu temelde, Türk Devleti’nin kendi içindeki önemli Alevi potansiyelini etkisizleştirme konusunda yoğun faaliyet içinde olduğundan hiç bir kuşku duyulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bu politikanın en önemli işreti, bütün çaba ve ısrarlara rağmen; Cemevleri’nin ibadethane satatüsünün tanınmamasıdır. Bu şu anlama geliyor: Biz Aleviliğin dini ve sosyal-kültürel meşruyetini tanımıyoruz. Ve, tarihsel olarak sürdürülen Suud-Yavuz çizgisinde ısrar ediyoruz. Keza, bu anlayış çerçevesinde „sapkınlık“ suçlaması ile, sosyal alanda Alevi toplumunun bastırılması ve çözülmesi çabaları giderek yoğunluk kazanyor. Biz, bu yolun Alevilerin imhasına kadar uzanabildiğini gayet iyi biliyoruz.
Sadece yayılmacı-emperyalist politikalar nedeni ile değil, yine onunla bağlantılı olarak, içerdeki iktidar hedefleri açısından da Kürtler, Aleviler ve devrimci-sosyalit hareket siyasal islamcı iktidarın önündeki en büyük engellerdir. 10 yıllık iktidar süreci göstermiştir ki, izlenen politikalarla, siyasal islamcılar en fazla % 50 oy almaktadırlar. Yani toplumun yarısı farklı gerekçelerle de olsa bu iktidara karşıdır. Bu durum, siyasal islamcılara ülke içinde mutlak iktidar olanağı tanımıyor. Bu eşiğin aşılması için, var olan muhalif toplumsal güçlerin teslim alınması veya tasfiye edilmesi, en azından iktidar iradesini etkilemeyecek bir düzeyede geriletilmesi şarttır. Çünkü, bölgede güçlü ve
hegomonyal bir devlet olma iddiası, içerde de mutlak iktidar sahibi olmayı gerektirir.
Bazı yazarlar, faşizmin, tekelci kapitalizmin yaşadığı ekonomik bunalım dönemlerinin bir ürünü olduğunu ve şu anda Türkiye’de bir ekonomik bunalım yaşanmadığını ileri sürerek, bugünkü uygulamaların faşizm olarak nitelendirilmeyeceğini ya da faşizme doğru bir gidişin olmadığını ileri sürüyorlar. Türkiye’de bir ekonomik bunalım olup olmadığını sonra tartışabiliriz. Ancak, bu tartışma şu anda belirliyici bir tartışma değildir. Çünkü, söz konusu bu yazarlar faşizm ile emperyalizmin ilişkisini doğru kuramıyorlar. Faşizm aynı zamanda pazar paylaşımı savaşlarının veya emperyalistler arası rekabetin yükseldiği dönemlerin bir ürünüdür. Ki bu aslında, içerde ve uluslararası palanda ekonomik bir krizin varlığının göstergesidir de. Doğru, Türkiye henüz
emperyalist bir ülke değil, ancak yayılmacı politikalara sahip ve emperyalistleşme yolunda ilerliyor. Üstelik Türkiye, Orta Dogu’da özellikle ABD ile yakın bir işbirliği içinde. Dolayısı ile bölgesel bir savaş, zorunlu bir sonuç olarak Türkiye’de faşizmi doğurabilir. Hatta, böylesi bir durumda; toplumu, iktidara destek ve karşıtlık temelinde ortadan ikiye bölünmüş bir Türkiye’de, nüfusun diğer yarısının muhalefetinin bastırlması için, faşizmden başka bir seçenek görülmüyor.
AKP iktidarı, Kemalist güçleri ve orduyu iktidardan uzaklaştırıp bu kesimlerden gelebilecek tehditleri asgariye indirdikten sonra, şimdi öncelikli hedefini, silahlı Kürt hareketini ve genel anlamda Kürt Ulusal Hareketi’ni tasfiye olarak koymuştur. Fakat bu diğer muhalefet güçlerinin gözardı edildiği anlamına gelmez. Sol-sosyalist harekete, Dersimlilere ve Alevilere karşı; şimdilik psikolojik harekatlar ve sızma operasyonları ile içerden çökertme planı yürütülüyor.
İktidar muhalefete karşı Kurt Kapanı kurdu
İktidarın ulusal ve toplumsal muhalefete karşı yürüttüğü planın esasları çıplak gözle görülecek kadar apaçıktır.
Devlet öncelikle, farklı muhalefet güçlerinin, iktidara karşı birleşmelerini ve ortak mücadele etmelerini engellemeye çalışıyor. Bu nedenle, Aleviler, Dersimliler, Kürtler ve sosyalistler arasındaki çelişki ve çatışmaları derinliştirmek için büyük çaba harcıyor. Böylece, bir yandan bu güçleri birbirileri ile çatıştırıp enerjilerini tüketmek; diğer yandan, her bir toplumsal ve siyasal gücü tek başına bırakıp, tek tek kolaylıkla tasfiye etmeyi hedefliyor. Daha somut konuşursak; iktidar, Aleviler ve Dersimlilerin önüne diğer kesimleri hedef olarak koyuyor ve onlar; önlerine konulan bu hedefleri kovalamakla meşgulken, aslında, iktidar onları büyük ve güçlü bir kuşatmanın içine alıyor.
İktidar, Aleviler ve Dersimliler arasında, „PKK ve sol örgütler katildir, bunlar sizleri ve diğer masum insanları öldürüyor. Bunlar yüzünden devlet size kötü davranıyor. Bunları
birlikte yok edersek her şey düzelir.“ propagandası yürütüyor. Bu grupların, devletin bu propagandasına belli ölçüde geçerlilik kazandıran ciddi yanlış ve suçları var. Bunlarla mutlaka hesaplaşılmalıdır. Ancak, bu güçler karşında adalet aranacak merci kesinlikle Türk Devleti değildir. Daha Ermeni, Süryani ve Dersim soykırımlarının hesabını vermemiş bir devleti, adil bir hukuk dağıtıcı makam yerine koymak, aslında adalete ihanet ve bu devletin suçlarını gizlemek demektir. Fazla gerilere gitmeye gerek yok, daha dün bu devlet Hrant Dink’i katleden çeteyi akladı.
İşin hukuki boyutunun yanında; siyaseten de, iktidar kimin elinde? sorusununun cevabını ve bütün bu çatışmaların kaynağında yer alan temel sorunları unutup, bu örgütleri sorunun esas ve belirleyici nedeni görmek ve bu grupları politik-pratik mücadelenin birincil hedefi haline getirmek, tam da Kurt Kapanı’na doğru dolu dizgin yol almaktır.
İktidar, tüm olanakları ile ve bazı piyonları aracılığı ile Alevileri ve Dersimlileri hızla PKK ve sol örgütlerle boğuşmaya doğru itiyor. Hatta, bir yandan Osmanlı’dan bugüne ecdadının yaptıkları ile övünürken, diğer yandan; Dersim Soykırımı ile ilgili Kemalizme karşı bir tutum geliştirerek ve soykırımın suçunu sadece o dönem görev yapan CHP’li kadroların üstüne yıkarak, devleti aklamaya çalışıyor. Böylece „Katliamı Kemalistler yaptı, biz yapmadık. Devlet vatandaşı ile barışır, ancak bunu teröristler önlüyor.“ propagandası yapılarak, iktidara karşı muhalefet tali hedeflere yönlendiriliyor.
Diyelim ki, PKK ve sol örgütler tümden imha edildi, sonra ne olacak ? Söyliyelim: Aleviler ve Dersimliler mutlak bir iktidar gücü karşısında ovadaki keklikler misali tek başlarına kalacaklardır. Hatırlayalım, 1979 yılında gerçekleştirilen Maraş Katliamı, Corum’da, Sivas’ta, Malatya ve Elazıg’da tekrarlanmaya çalışmıştı. Buradaki provakasyonları bozan devrimcilerin örütlediği silahlı halk direnişiydi. Yakın süreçte, batıda Kürtlere karşı girişilen linç eylemlerini unutanlar; Taksim’de gerçekleştirilen son ırkçı-fasist eylemin bir adım ilerisini görmeyenler ve Adıyaman’da Alevilerin evlerinin işaretlenmesini „bir kaç çocuğun işi“ olarak görenler, yaşanan tecrübelerden ders çıkarmayarak, gaflet uykusuna yatmışlardır.
İktidar, Alevileri, Dersimlileri ezmeye giriştiğinde karşısında silahlı bir halk direnişi görmek istemiyor. Çünkü, biliniyor ki, Alevi halk hareketi kısa sürede doğal müttefiki olan devrimci hareketle birleşip silahlı bir halk direnişine dönüşür. Bu nedenle, bugün iktidarın hedefi, özellikle Aleviler içinde örgütlü olan devrimci gruplardır. Keza böylesi bir silahlı direniş hareketi, Kürt Ulusal Hareketi ile ittifaka giderse, iktidarın karşısında çok ciddi bir muhalefet odağı oluşur. Devletin üst kademelerinde böylesi bir iç tehdit seneryosunun düşnülmediğini söylemek neredeyse imkansızdır.
Sonuç olarak : Polise taş attıkları için, yakalandıklarından itibaren sistematik işkenceye tabi tutulan ve en son atıldıkları cezaevinde cinsel saldırılara maruz kalan Kürt çocuklarını düşündügümmüzde, bunlar Aleviler ve solculara neler yapar sorusunun cevabını düşünmek bile istemiyoruz.
Elbette iktidarın planları var, ancak bu planların her zaman başarıyla ugulandığını söylemek doğru olmaz. Halk muhalefetinin bu planları boşa çıkardığı pek çok örnek vardır. Bugün de, uyanıklık, bilinç ve cesaretle bu planları boşa çıkarmak mümkündür.
Dipnot
———————————————————————————————————-
(1) “TR325 (kaynağın kod adı), Türk planının Suriye’de iç savaş üzerine odaklandığını açıkladı. Resmi olarak, FSA’ya (Hür Suriye Ordusu) eğitim, silah ve destek sağlayan Türkiye’dir. Gayrıresmi düzeyde ise, ABD ve Türkiye bu görev için SOF’u (Özel Operasyon Güçlerini) sahaya sürüyorlar…” (Amerikan özel istihbarat kuruluşu Stratfor belgeleri, Wikileaks araclıgı ile yayınlayan Taraf Gazetesi, 07. 03. 2012)