TKP'nin Dersim direnişi ve Şeyh Said hareketine bakışı ve günümüzdeki yansımaları
Ahmet Aydın / 14. 03. 2019
Bu konuyu güncel kılan elbette Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile Sosyalist Meclisler Federasyonu'nun (SMF) ''yerel seçim''lere ittifak halinde katılmalarıdır. Bu ittifak özellikle Dersim'de, SMF'nin kitle desteği nedeniyle iddialı durumdadır. Ayrıca, Fatih Mehmet Maçoğlu başkanlığında gelişen Ovacık belediyesi deneyimi, bazı eksikliklerine rağmen, üretime dayalı, sosyal dayanışmacı ve demokratik yerel yönetim uygulaması açısından başarılı bir deneyimdir. Üretim ve insan odaklı bu deneyim, bugün Türkiye'de, her alanda yaşanan çürüme ve çöküş durumu karşısında, alternatif bir seçenek oluşturmaktadır.
Bir ''yerel seçim ittifakı'' üzerine konuşmakla birlikte, bu yazının konusu ''yerel seçim'' değildir. Fakat yine de bu ''seçimin'' konumuzla ilgli bir yanı vardır. Ve o noktada şunları belirtmemiz gereklidir: 31 Mart 2019 tarihinde yapılacağı ilan edilen ''yerel seçim'' gerçekte asgari demokatik satnadartlara uygun, meşru bir seçim değildir. Faşizmin ağır baskısının hakim olduğu koşullarda ve tümden iktidarın tasarruf ve kontrolündeki bir seçim sistemiyle adil, demokratik bir seçim yapılamaz. Bazı belediyelerin muhalefet tarafından kazanılması da, bu ''seçimi'' meşru kılmaz. Muhalefetin kazanacağı belediyeler elbette meşru birer kazanımdır. Çünkü; iktidarın her türlü baskı ve hilesine rağmen kazanılmıştır bu belediyeler. Fakat bu durum; genel ve bütünlüklü bir sistem olarak, bu ''seçimleri'' meşru kılmaz. Maalesef ''seçimlerin'' bu yönünü fazlaca işlemeyen çalışmalar, tüm baskı ve hilelere rağmen 'seçimler''le meşruiyet kazanmaya çalışan faşizmin çabalarına da katkı sunmaktadır. Bu anlamda, sosyalistler ve öteki devrimciler bu ''seçim'' sürecinde; faşizmi teşhir etmek; halkın siyasal bilincini ve örgütlülüğünü geliştirmek amacıyla; ideolojik-politik mücadeleyi yükseltmelidirler. Bu süreçte esas hedef; belediye yönetimlerini kazanmaktan öte, faşizm tarafından ortadan kaldırılan seçme ve seçilme hakkını ve neredyse tümden yok edilen demokratik hakları ve özgürlükleri gerçek anlamda yeniden kazanmak olmalıdır. Bu hedefe yönelmiş anti-faşist demokrasi mücadelesi, aslında halkın tek bir cephe etrafında birleşik mücadelesini zorunlu kılmaktadır.
Bu çerçevede, çeşitli sol, sosyalist çevrelerin bu süreçte ittifak halinde mücadele etmeleri olumlu bir adımdır. Ayrıca her siyasi gurup ya da kişi, kimlerle ittifak yapacağına elbette kendisi karar verir. Dersim'de, HDP ve SMF çevresinin ittifakı beklenen ve bölge koşulları açısından gerekli olan bir adımdı. Fakat bu çevreler böylesine gerekli-zorunlu ve olanaklı bir adımı atma becerisini gösteremediler. Sorumluluk tümüyle bu çevrelere aittir.
Konumuza dönersek, TKP ile SMF ittifakı yukarıda belirttiğimiz koşullar çerçevesinde fazlaca bir eleştiriyi hak etmez. Ancak; bu iki hareketin özellikle Dersim zemininde gerçekleşen ittifakı, hangi siyasal anlayış çerçevesinde gerçekleştirdikleri konusu; sorgulanması gereken bir noktadır. Bu sorgulamayı gerekli kılan en önemli faktör; TKP'nin 1937-38 Dersim direnişi ve genel olarak Kürt ulusal hareketine yaklaşımıdır. Bugün TKP adınını kullanan partinin eski TKP ile organik bir bağlantısının olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak, organik bir ilişkinin olup olmamasından öte, eski ve yeni TKP'nin, Dersim direnişi ve Kürt ulusal hareketine yaklaşımları hemen hemen aynı niteliktedir. Bu geleneğin Dersim ve genel olarak Kürt ulusal hareketlerine bakışı tescil edilmiş bir sosyal şoven bakıştır. SMF'nin öncü olarak kabul ettiği İbrahim Kaypakkaya'nın ulusal sorun konusundaki duruşu ise, TKP'nin sosyal şoven çizgisinden devrimci bir kopuşu temsil etmektedir. Kaypakkaya duruşunu, 70'li yılların başına kadar birlikte çalıştığı Doğu Perinçek'in sosyal şoven çizgisine karşı ortaya koymuştur. Perinçek çizgisi bugün şovenistleşmiş ve faşist rejimin bir bileşenine dönüşmüştür. Bu durum İbrahim Kaypakkaya'nın eleştirilerinin ve duruşunun doğrulanmasıdır. Kaypakkaya'nın eleştirileri bugünün ve Mustafa Suphi sonrasının TKP'si için de geçerlidir.
Türkiye'li komünistler ve öteki devrimciler, Kürt ulusunun ve Kürdistani diğer ezilen hakların gerçek dostlarıdırlar. Bu gerçeklik tarihsel tecrübelerle sabittir. Ancak, gerçek komünistlerden ve devrimcilerden bahsediyoruz elbette. Resmi TKP içinde yer almış olmasına rağmen, partinin sosyal şovenist çizgisine karşı bir duruş geliştirmiş olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet böylesi komünistlerdirler. 68 kuşağı ile gelişen Türkiye sosyalist-devrimci hareketlerinin büyük çoğunluğu da; tüm eksikliklerine rağmen; Kürt halkının gerçek dostlarıdırlar. Dolayısıyla komünist hareketin yanlışlarını ya da komünist etiketi taşıyan ancak komünizme uzak olan hareketleri eleştirmek, bir bütün olarak komünist ve öteki devrimci hareketlerin niteliğini ve Kürt halkı ile olan dostluk ve ortak mücadele paratiklerini yadsımak alamına kesinilkle gelmez. Kaldı ki, Türkiyeli komünistlerin özellikle politikleşme sürecinin başında, Kürdistan sonununa yaklaşımda taşıdıkları bazı yanlış ve eksiklerin benzerlerini; Kürt siyasi grupları da taşıyorlardı. Örneğin, uzun bir süre Kürdistan sorunu bu kesimler tarafınfan ''Doğu sorunu'' olarak ifade edilmiştir.
Şefik Hüsnü TKP'sinin Dersim ve Kürdistan'daki diğer ulusal hareketlere bakışı
Öncelikle bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Türk devleti ve onun propagandasının etkisi altında kalan kesimler; uzun yıllar boyunca Dersim'de bir isyan yaşandığını ileri sürdüler. Kısaca ifade edersek, gerçeklik bugün artık belgeler ve tarihsel tanıklıklar ile ortaya konulmuştur. 1937-38 sürecinde Dersim'de bir isyan değil, Türk devletinin planlı saldırılarına karşı bir direniş yaşanmıştır.1 Gerçekte Dersim'in ve tüm Kürdistan'ın dün de bugün de sömürgeci egemenliğe karşı isyan etme hakkı vardır. Bu anlamda Dersim'de direnişin bir isyan tarzında başlamsı, çelişkinin ve hareketin niteliğini etkilemez ve Türk devletin işlediği insanlık suçlarını haklı kılmazdı. Fakat ortada bir nesnel gerçeklik var. Ve biz sadece bu gerçekliğin bilinmesini istiyoruz.
Mustafa Suphi önderliğindeki TKP'den bir kopuşu ifade eden Şefik Hüsnü TKP'sinin, 1925 Şeyh Said ulusal hareketine ilişkin görüşü şöyledir:
''Şefik Hüsnü’nün Aydınlık gazetesinde Şeyh Sait ayaklanması İngilizlerin oynattığı bir irtica hareketi olarak tanımlıyor, «Kahrolsun İrtica» «Yobazların Sarıkları Yobaz Zümresine Kefen Olmalı!» gibi manşetlerle gazete sayfalarına taşınıyordu. Şeyh Sait Kürt Ayaklanmasının bastırılmasında TKP burjuva diktatörlüğüne açıkça destek sundu. Bunu da «Arkadaş kara kuvvet bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Bir her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de ayrıca kozumzu paylaşırız.» diyerek meşrulaştıran bir çizgiye hayat verdi.''2
Aynı TKP'nin Dersim direnişi ilgili değerlendirmesi Şeyh Said hareketine ilişkin değerlendirmeden farklı değildir. TKP Genel Sekreterlerinden İsmail Bilen’in 1937 Temmuz'unda Rasim Davaz adıyla İsviçre’deki komünist yayın organı Rundschau’ya yazdığı konuyla ilgili makalede, Dersim direnişine ilşkin şu değerlendirmeyi yapıyor:
“İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar; Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmiştir. Dersim’in egemen katmanları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. (…) Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri her fırsatta devleti hiçe sayarlardı. Bugün Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden, kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya bulunuyoruz.” 3
Dersim direnişi ile ilgili olarak 8 Temmuz 1937 tarihinde imzasız olarak hazırlanan Komintern (Komünist Enternasyonal) raporunun dili ve içeriği, İsmail Bilen”in yukarıda bahsedilen makalesiyle hemen hemen aynıdır. Anlaşılıyor ki bu rapor bizzat İsmail Bilen tarafından hazırlanmıştır. Bu durumda Komintern raporunun Bilen'in ve dolayısıyla TKP'nin görüşlerini yansıttığını kabul edebiliriz. Söz konusu raporda, Dersim'in etnik, inançsal yapısı şöyle ifade ediliyor:
''Bununla birlikte halkın çoğunluğu, Zaza aşiretindendir. Herkes Müslüman ve Kızılbaştır. Kürtçe konuşmaktadırlar.''
Görülüyor ki; TKP, Dersimlilerin Türklerden farklı bir etnik yapıya, kültüre ve dile sahip olduğunun farkındadır.
Bugünkü TKP'nin Dersim ve Kürdistan'daki diğer ulusal hareketlere bakışı
Bugünkü TKP'nin 1938 Dersim direnişi ve Şeyh Said hareketi konusundaki görüşlerini, bu partinin önemli yöneticilerinden birisi olan Aydemir Güler'in Sol haber sitesinde yayınlanan 03.07.2018 tarihli ''Said skandalı'' başlıklı yazısından bulmak mümkün. Her ne kadar bu yazı kişisel imza ile yayınlanmışsa da, TKP medyasında yayınlanması, parti içinden görünür bir eleştiri almaması ve Aydemir Güler'in parti içndeki pozisyonu dikkate alındığında, bu yazının partinin görüşlerini esas yanlarıyla yansıtığını söyleyebiliriz.
Açık bir soykırım savunusu içeren Aydemir Güler'in sözkonusu yazısı; baştan aşağı şovenist bir ukalalık kokuyor. Şeyh Said'i 'sadece ön adıyla ''Said'' diye yazıyor. Böylece o, tarihe mal olmuş bir Kürt önderini küçük düşürdüğünü zannediyor her halde.
Aydemir Güler bu arada Abdullah Öcalan'ın Dersim ve Kürt ulusal hareketleri ile ilgili, yakalandıktan sonra geliştirdiği yanlış tezlerini, Kürt ulusal hareketine karşı kullanmayı da ihmal etmiyor.
Bu aşırılıklar dışında, Aydemir Güler'in Dersim ve Kürt ulusal hareketlerine yaklaşımı büyük ölçüde, eski TKP'nin yaklaşımıyla aynıdır. Güler'in Dersim direnişi ve Şeyh Said hareketi ile ilgili değerlendirmesi şöyledir. (İbretlik bir belge olması itibari ile Güler'in yazısından uzun alıntılar aktarmamız gerekiyor):
''Said isyanı 1919-23 atılımına karşı gerici ve feodal bir dirençtir. Çıkarları Türkiye toplumunu modernize eden Kemalist devrime karşıttır. Kapitalist cumhuriyet bir tarihsel ilerlemeydi ve merkezileşme olmadan yaşanamazdı. Kemalist hareket iktidara yürürken feodalite altında ezilen yoksul köylüleri değil Kürt egemenlerini muhatap almıştı. Feodalitenin dinci gericiliğin baskılanmasına, laisizm eğilimine ve modernleşmeye tepki vermemesi imkansızdı. Kemalist ve kapitalist cumhuriyet ile yerel feodalite arasındaki pazarlıkların tıkandığı her noktada, ikincisi, kendi iktidar alanını korumak ve genişletmek için ayaklanmıştır.''4
Meselenin en ilginç boyutu, aradan neredeyse yüz yıl geçmiş olmasına ve yaşanan bütün tecrübelere karşın, Aydemir Güler'in görüşlerinin, 20'li-30'lu yıllar TKP'sinin görüşlerinden bile daha geri düzeyde olmasıdır. Eski TKP en azından halkın katliama uğratılması konusunda özüntü duyduğunu gösteriyordu. Aydemir Güler ise, ''mevzubahis vatansa gerisi teferruattır'' dercesine, yaşanan katliamlardan bahsedilince ''geçin'' bunları diyor.
''Milliyetçilik bilimsel ve sınıfsal bakışa rahmet okutalı beri, bu analize ne tepki verildiğini biliyoruz. “Ama, denir, binlerce yoksul köylü öldürüldü! Sen kalkmış feodal karakter diyorsun!” Genellikle burada da durulmaz ve tepki “Kürt düşmanı” suçlamalarıyla demagojiye devam eder. Ne olacaktı peki? Feodaller, kendi ordularını kendileri mi kuracaktı? Tarihin hangi uğrağında egemenler kitleleri cepheye sürmemiş? Milliyetçilik aptallaştırır ve abuk sabuk tezler üretir. Bu da onlardan biri. Geçiniz.''5
Güler'in özellikle 1938 yazında Dersim'de yaşananları bilmemesinden kaynaklı bir savrulma yaşadığı ve sivil halkın barbarca bir katliamdan geçirildiği bir sürecin uygulamalarını, ''feodalizmle mücadele'' gerekçesiyle savunur konuma düştüğü gibi bir iyimser yorum yapmanın olanağı görülmüyor. Daha çok, yaşanları bilse bile aynısını söylerdi durumu gözüküyor. Güler'in tutumunda Perinçek ve Vatan partisinin, 1915 Ermeni soykırımını, bu soykırımın mimarı Talat Paşa üzerinden savunmasını andıran bir karakter görülüyor.
1938 yazında Türk devletinin karşısında örgütlü bir direniş yoktu. Çünkü direnişin önderlerinin büyük çoğunluğu 1937 sonbaharında idam edilmişlerdi. Yer yer savunma ağırlıklı çatışmalar yaşanmışsa da ''süpürme harekatı'' denilen harekat, tümden sivil halka yöneliktir. Üstelik, en büyük kayıbı, silahlı direnişe katılmayan ve askerlerin gelişine rağmen kaçıp saklanmayan sivil halk yaşamıştır. İşte Güler bu barbarca soykırımı ''feodalizmle mücadele'' maskesi altında savunuyor. Bir anlamda güncel boyutta bu suça ortak oluyor. Tekrar belirtmek zorundayız ki, eski TKP'de böylesine bir soykırım savunuculuğu yoktur.
Sanırız aktarılan görüşlerden eski ve yeni TKP'nin iki dünya savaşı arasında Kürdistan'da gelişen ulusal hareketlere yaklaşımı açık olarak anlaşılmaktadır. Bu görüşlerle ortaya konulan ortak çizginin özü nedir? Bu çizgi gerçekten feodalizm ve hem Türk hem de Kürt halkı üzerinde egemenlik kurmuş olan genç Türk burjuvazisi karşısında devrimci-sosyalist bir çizgi midir? Yoksa, 1923'te kurulan ve bugün hala tüm emekçiler ve ezilen ulus ve etnik gruplar üzerinde faşist bir diktatörlüğe dönüşmüş olan burjuva sınıfının egemenliğinin pekiştirilmesine mi hizmet etmiştir ve etmektedir? Bu soruların cevabını vereceğiz.
TKP Kürt ulusunun, Kürdistan'ın ve ulusal sorunun varlığını tanımıyor
Her iki TKP de; Dersim direnişini ve Şeyh Said hareketini ''Türkiye Cumhuriyetinin modernleştirmeci ve ilerici reformlarına karşı yerel feodal-yobaz egemenlerin gerici, karşı devrimci isyanı'' olarak değerlendiriyorlar. Böylesi bir çarpık değerlendirmenin ortaya çıkmasını sağlayan, bu partilerin soruna bakışta esas alıdıkları iki yanlış subjektif kabuldür:
Birincisi; Bu partiler, Osmanlı imparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne uzanan tarihsel yelpazede, bu devletlerin sömürgeci karakterini dikkate almıyorlar. Bu nedenle bu partiler, Osmanlının ya da TC'nin Kürdistan'da , Dersim'de ne işi vardı? Osmanlının Viyana kapılarında, Mısır'da... ne işi vardı? sorularını asla gerçek anlamda sormadılar. Aslında bu sorular, İspanya'nın Amerika kıtasında; İngiltere'nin Hindistan'da ne işi vardı? soruları ile aynı niteliktedir. Ancak Türk solunun geleneksel damarı, diğer devletlerin emperyalist-sömürgeci eylemlerini çok rahat mahkum ederken, kendi tarinin bu sömürgeci uygulamalarına pek dokunmaz. Bu nedenle, tıpkı resmi ideolojinin yaptığı gibi, Türk egemenleriyle ezilen halklar arsındaki çatışmalarda; suç, hep ezilen uluslar içinde bulunan günah keçilerine yüklenir. Nitekim TKP, sömürgecilik ve işgal olgusunu dikkate almadan, Dersim'deki sorunun kaynağını şöyle tespit ediyor:
''Ezelden beri ülkenin bu köşesinin çektiği kötülük, uğursuz feodal rejimden ve sadece bu rejimin kalıntılarından kaynaklanıyor.'' 6
Geleneksel Türk solunun şovenizmin etkisinden kurtulmasını engelleyen en önemli etken, adeta bir dini doğmaya dönüşmüş olan bu Türk egemenlerinin tarihini temiz gören sorunlu kabüldür.
İkincisi; Her iki parti de; Kürt ulusunun ve Kürdistan'ın varlığını dolayısı ile bölgede bir ulusal sorunun varlığını gerçek anlamda kabul etmemektedirler. Eski TKP'nin raporunda, hernekadar devlete tavsiye niteliğinde, Dersimlilere 'Milli görenekleri ve dilleri çerçevesinde uygar bir yaşam kurmaları için onlara yardımcı olunmalıdır. '' yönlü özerkliği çağrıştıran söylemler olsa da ya da Kürt, Zaza varlığından bahsedilse de, bu görüşler sistematik olamayan ve bir sonraki çelişik cümleyle etkisizleştirilen görüşlerdir. Daha da önemlisi de, ortada TKP'nin bir siyasal pratiği vadır. Bu pratik zaten tek başına bu söylemleri anlamsız kılmaktadır. Realite şudur: hem dünkü hem de bugünkü TKP, Kürt ulusunun, Kürdistan'ın ve bir ulusal sorunun varlığını gerçek anlamda kabul etmedi, etmiyor. Nitekim, İsmail Bilen yazısında Dersim'den bahsederken ''...ülkenin bu sapa bölgesi'' (yani Türkiyenin bir parçası) ifadesini kullanıyor. Aydemir Güler ise, hiç bir ulusal ve coğrafik ayrıma gitmeden, bölge halkını 'Türkiye toplumunun' bir parçası olarak görüyor. Bu kullanım tarzı sıradan değildir, bilinçlidir ve sistematiktir. Bugünlerde AKP'nin reisi Erdoğan'ın meydanlarda kullandığı ''Türkiye'de Kürdistan diye bir bölge yoktur'' söylemini göz önüne alırsak, Bilen ve Güler'in ne demek istediğini daha iyi anlarız.
TKP, TC sınırları içinde bir Türklerden farklı bir ulusun varlığını gerçek anlamda kabul etmiş olsaydı, Lenin'in damgasını taşıyan 'ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı''nı Kürt ulusu için savunmak durumunda olurdu. Fakat bırakalım kendi kaderini tayin hakkını, TKP, ''özerklik'' kavramını bile kullanmıyor. Bu duruşuyla TKP, kemalizmin sahte bile olsa, cumhuriyetin kuruluşu öncesinde dile getirdiği ''Kürtlere özerklik' tavrının bile gerisine düşmüştür.
Bugünkü TKP'nin programında ''Türkler ve Kürtler sosyalist Türkiye'nin eşit kurucu unsurlarıdır. Kapitalist Türkiye'nin baskın özelliği olan ayrımcı, şoven uygulama ve yaklaşımların bütünüyle tasfiye edilmesi için önlem alınır.'' maddesi yer almaktadır. Bu madde elbette kulağa hoş gelmektedir. Ancak ''Kürtler biz artık Türklerle aynı devletin çatısı altında yaşamak istemiyoruz.'' derlerse ne yapacaksınız? Ya da sizin dünyanızda Kürtlerin böyle bir tercihte bulunma hakkı var mıdır? İşte bu sorular yukarıdaki program maddesinin tüm cilasını üstünden atar. Çünkü, TKP 2013 yılında ''Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı'' maddesini programından çıkartmıştır. Bir parti UKKTH'yı programından çıkartıyorsa bu, pratikte, yaşanılan coğrafyada tek bir ulus dışında başka bir ulusun varlığının tanınmaması anlamına gelmektedir. Bu ilkenin programdan çıkarılma gerekçesini TKP'nin en önemli isimlerinden Kemal Okuyan katıldığı bir TV programında şöyle açıklamaktadır: “ulusların kaderini tayin hakkı… Amerikan başkanına nasip olmuştur onu bir ilke haline getirmek”, “Doğu bloku’nun yıkılması sonrasında UKKTH emperyalistlerce kullanıldı”7 Bu cehalet ürünü sözlere karşılık ancak şunu söyleyebiliriz: Kemal Okuyan ve partisinin komünizmle bir alakası yoktur. Çünkü, çok uluslu bir coğrafyada sosyalizm, ancak, hiç bir ulusun kendisini başka bir ulusla aynı devlet sınırları içinde yaşamak zorunda hissetmediği, aksine ayrılma hakkı olduğu halde; birlikte yaşamı seçtiği; güven ve gönüllük koşullarında kurulabilir.
TKP ile ittifak yapan SMF'ye hatırlatmak amacıyla Kürt ulusunun ayrılma hakkı konusunda İbrahim Kaypakkaya'nın görüşünü burada aktaralım:
''...Kürt milletinin, ayrı bir devlet kurmak istemesi halinde, komünistler bunun, işçilerin ve köylülerin menfaati yönünde olmasını elbette isterler. Ama, Kürt işçi ve köylülerinin menfaatine aykırı bile olsa, Kürt milleti ayrı bir devlet kurmak istiyorsa, komünistler onun karşısına asla güçlük çıkarmazlar, zor kullanmayı kesinlikle reddederler ve Kürt milletinin ayrılma isteğine razı olurlar.'' 8
İşte ancak böylesi tutarlı bir anlayış, Türk ve Kürt halkları arasında güveni sağlayıp, halkların ortak eylemiyle sosyalizmi kurabilir. Bu tutarlı sosyalist anlayışın dünyadaki pratik uygulamasına örnek olarak, Bolşeviklerin Finlandiya'nın bağımsızlık ilanı karşısındaki tavrını gösterebiliriz. Ekim devriminden sonra Finlandiya Rusya'dan bağımsızlığını ilan etti ve Bolşevikler bu bağımsızlık ilanını tanıdılar.
Eski ve yeni TKP böylesi bir arka planla Kürdistan'daki ulusal hareketlere yaklaşmaktadır. Bu anlayış, pratikte, Türk devleti sınırları içindeki tüm nüfusu kültür, dil, etnik kimlik açısından homojen bir toplumun parçası olarak ele almaktadır. Ya da nüfus içindeki farklılıkları dikkate almamaktadır. Ve yine bu anlayış, bir gecede yasa ile tüm TC vatandaşlarını 'Türk'' ilan eden anlayışın sosyal versiyonudur. Türk devleti, ulusal kimlik yerine vatandaşlık kimliğini, TKP ise ulusal sorunun yerine sınıfsal sorunu koyarak, ulusal sorunu ''çözmüştür.'' Coğrafyadaki tüm sorunlar sınıfsal sorunlardan ibaret olarak görülünce, Dersim ya da Kürdistan'daki mücadeleler de; yereldeki ''gerici feodal egemen sınıfla'', merkezdeki ''ilerici'' burjuva sınıf arasında gelişen ülke içi çatışmalara dönüştürülmüşlerdir. Bu durumda, TKP'nin kemalist rejime ''Neden savaş ve işgal politikası yerine, Kürt ulusuyla, Dersim halkı ile federasyon ya da özerklik üzerinden müzakerler yürütüp, barışçıl bir tarzda ortak bir yaşamı kurmuyorsunuz?'' diye sorması gerkmiyordu. Halbuki, böyle bir müzakerenin koşulları vardı. TKP'nin 1937 tarihli raporunda Dersimlilerin bazı taleplerine de yer verilmiş. Bu talepler özerk bir yaşamın talepleridir. Dahası, Mustafa Kemal, cumhuriyetin kuruluşundan önce Kürdistan'a özerklik tanınacağını bizzat beyan etmişti.
Nitekim Hikmet Kıvılcımlı 1930'lu yıllarda TKP çizgisinin yukarıda değindiğimiz yanlışlarını görmüştür. Kıvılcımlı'nın bu konudaki görüşü hem kemalistlerden hem de resmi komünistlerden açık bir kopuşa işaret eder. Şöyle diyor Kıvılcımlı:
“Türkiyedeki ''şark'' meselesi ve ''Şark vilayetleri'' nesnesi bir milliyet davasıdır!” 9
''Bu Şark vilayetlerinin evvel ezel, meşhur veya meçhul, her nasıl olursa olsun iki adı vardı: Ermenistan-Kürdistan. Buralara bizzat Osmanlı imparatorluğu tarafından verilen isimler bunlardır.''10
Bir komünist parti olduğunu ve devrim yapacağını iddia eden eski TKP, ne ilginçtir, ''Dersim’in egemen katmanları,'' nı ''yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koru(makla)'' ve ''devleti hiçe saya(makla)'' suçlayabiliyor. İşin doğrusu, egemenlik uğruna, Dersim halkını, onun değerlerini, hukunu ve canını hiçe sayan Türk devletidir. Dersim 1514 yılından beri özerk bir yaşam sürüyordu. TC, Osmanlının başaramadığını başarmış ve yüzlerce yıldır özerk br yaşama yurtluk eden bir coğrafyayı, kanlı bir şekilde işgal etmiştir. İşte Dersim sorunun aynı zamanda Kürdistan sorununun kaynağı budur.
Dikkat çeken diğer bir nokta da, TKP; devletin Dersim ismini yasaklayıp, yerine Tunceli ismini kullamasını sorgulama ihtiyacı bile duymadan benimsiyor. Bunun açıkça bir asimilasyon çabası olduğu ortadadır. Ancak anlaşılıyor ki; bu asimilasyon çabası da; TKP tarafından ''modern ve ilerici'' bir reform olarak görülmüştü.
Dersim direnişi ve Şeyh Said hareketinin niteliği
Bir siyasal hareketin ya da eylemin niteliği, esas olarak harekete önderlik eden ya da katılan sınıfların sosyal konumlarına bakılarak değil, hareketin ve eylemin muhtevasına yani taleplerine ve hedeflerine bakılark belirlenir. Bir hareket ya da eylem neyi yıkıyor ya da değiştiriyor, yerine neyi getiriyor? Ve bu değişim toplumun yaşamını hangi yönde değiştiriyor? Bir hareketin niteliğini belirleyecek olan bu sorulara verilen cevaplardır. Bir hareket, bir toplumun ya da ulusun, bir ırkın ya da bir cinsin sömürü, baskı kısaca ezilme ilşkisinden kurtuluşunu sağlamaya, onun özgürlük alanını genişletmeye yönelikse; bu hareket ya da eylem ilerici bir niteliğe sahiptir. Tersine; bir hareket, eylem bu sosyal kesimleri, bir sömürü, egemenlik ilşkisi, yani ezilme ilşkisi altına sokuyor ya da bu ilişkinin pekiştirilmesini sağlıyorsa gerici bir niteliğe sahiptir.
Genellikle bir hareketin ya da eylemin niteliği, bu harekete veya eyleme katılan, eyleme öncülük eden sosyal sınıf ve grupların toplumsal konumları ve çıkarları ile uyumluluk taşır. Ancak bu eğilim her zaman en azından bütünüyle geçerli olmayabilir.
Eski ve yeni TKP, Kürdistan'daki ulusal hareketler içinde etkin olan, bir anlamda öncü konumda bulunan ağa, seyit ve şeyhlerden hareketle; bu hareketleri ''gerici-yobaz-karşı devrimci'' olarak nitelendirmiştir. Fakat bu zihniyet, harekete katılan ve öncülük eden küçük buruva aydınların varlığını ısrarla görmemezlikten gelmektedir. Dersim direnişlerinde Alişer Efendi ve M. Nuri Dersimi gibi aydınların önemli bir rolü vardır. Bu aydınlar yüksek bir ulusal bilince sahiplerdi. Keza Şeyh Said harektinde Azadi Cemiyeti içinde örgütlenmiş aydınların rolü büyüktür. Bu cemiyetin öncü kadroları olan Cıbranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey, gelişen ulusal hareketin önünün kesilmesi amacıyla Türk devleti tarfından 1925 yılında idam edilmişlerdir. Azadi Cemiyeti'nin 1925 ulusal hareketi üzerindeki etkisi, önderlerinin tutuklanması ve idamıyla zayıflamıştır. Bu durumda Şeyh Said'in konumu ve dolayısıyla dini söylemi öne çıkmıştır. Ancak 1925 ulusal hareketinin esas harekete geçirici gücü Azadi örgütüdür. Ve bu örgütün ağırlıklı eğilimi bağımsızlıkçıdır.
Azadi Cemiyeti ile Şeyh Said hareketi ilşkisine değinen, Prof. Robert Olson, gelişen Kürt ulusal hareketinin bileşimi hakında şunları söylüyor:
”Ancak isyan, milliyetçi Kürt cemiyetleri, aşiret reisleri ve şeyhler arasında işbirliğinin mümkün olduğunu da göstermiştir. Dahası Kürt milliyetçiği ve hatta muhtariyet için 1925 Hareketi ve Azadi verilen mücadele vilayetlere kaymıştır ve buradan devam edecekti. Yabancı bir şehirde veya İstanbul’da kurulmuş olmayan ilk milliyetçi Kürt cemiyeti, faaliyetlerine 1921 yılında Erzurum’da başladı.”11
Hem Dersim hem de 1925 Şeyh Said ulusal hareketinde gözlemlenen diğer bir önemli bulgu şudur: Bu hareketlere toplumun neredeyse tüm sınıf ve katmanlarından katılım olmuştur. Türk resmi ideolojisi (ki TKP'ler de bu konuda resmi görüşle benzer görüşlere sahiptirler) özellikle yoksul köylülerin, yerel feodal ve dini egemenlerin ''kandırması veya zorlaması'' ile isyana sürüklendikleri yönündedir. Sosyoloji bilimi, Türk resmi ideolojisini fazlasıyla yalanlamatadır. Böylesi ciddi ve kitlesel hareketlerin kandırma veya zorlama yolu ile ortaya çıkması mümkün değildir. Aksine, böylesi bir çoğulcu katılım, toplumun tüm kesimlerini etkiliyen bir baş çelişkiye işaret eder. Kürdistan ve Dersim'de bu çelişki elbette, sömürgeci işgalcilerle ulus arasındaki ulusal çelişkidir. Resmi ideolojinin tezi, özellikle 1930'lu yıllar Dersim'inin sosyal durumuna uymamaktadır. Bu üfürükçüler feodal toplum deyince, herkesin feodal beylere ve dini önderlere koşulsuz biat edecklerini sanıyorlar. Halbu ki, aşiretlerin içinde bile, aşiret yöneticisinin kararlarına uymayan kesimler çıkıyordu. Sorun ayrı bir incelemenin konusudur, ancak şu gerçekliği rahatlıkla söyleyebiliriz: Dersim'de ya da Kürdistan'da ''zorla ya da kandırarak'' eyleme geçirme olgusu yoktur.
Harekete önderlik yapan kesimlerin, toplum üzerinde, geleneksel konumlarından kaynaklanan bir etkinliği ve saygınlığı elbette vardı. Ancak esas sorun bu etkinliğin hangi yönde kullanıldığıdır. Örneğin, Mustafa Kemal, dış işgale karşı mücadelesinde Kürdistan'ın ileri gelenlerinin desteğini sağlamıştı. Şimdi bu ittifakın, 1919'da işgale karşı yürütülen harekete, gerici bir etkide bulunduğunu söyleyebilir miyiz?
Bir gücün ''modern'' olması ve 'feodal düzene karşı' kapitalist düzen kurma iddisı taşıması, her koşulda o gücün ilerici olarak nitelendirilmesini, tersinden bir hareketin feodal önderlikli olması da, tek başına o herketin gerici olarak nitelendirilmesini getirmez.
Konuyu iki tarihsel örnekle daha da somutlaştırabiliriz.
Mussolini İtalya'sı 2 Ekim 1935 tarihinde Habeşistan'a (bugünkü Etiyopya'ya) karşı sömürgeci bir savaş başlattı. 1936 Mayıs aynına kadar süren bu savaş sonucunda, Etiyopya İtalya tarafından işgal edildi. İşgal saldırısı nedeniyle ''Milletler Cemiyeti'' İtalya'ya karşı bir dizi ekonomik-siyasi yaptırım uyguladı. Mussolini, tıpkı Türkiye'deki bugünkü faşist rejimin başı Erdoğan gibi; bir mağduriyet ve anti-emperyalizm edebiyatı eşiliğinde ''Milletler Cemiyeti''ni halka şikayet ediyordu. Şöyle diyordu Mussolini, 10 Aralık 1935 tarihinde halka verdiği bir nutukta:
''İtalya'nın işlediği suç nedir? Hiçbir şey. Geri kalmış topraklara uygarlık götürmek, yollar, okullar yapmak, sağlığı ve ilerlemeyi götürmek suç mu? Milletler Cemiyeti'nin ekonomik yönü değil bize asıl dokunan... ama o yaptırımlardaki ahlaksal yöne tutuluyoruz. İtalya ile Habeşistan'ı aynı planda görmektir bu. Dünya uygarlığına onca katkısı olmuş İtalya halkını, üstünde Cenevreli uzmanların korkunç deneylerini uygulayacakları bir labaratuvar konusu olarak düşünmektir...''12
İlk bakışta Mussolini'nin demogojik söylemi mantıklı görünmektedir. Hatta TKP'nin gözü ile bakarsak, bu saldırıya ''ilerici'' demememiz için hiç bir neden yoktur. İtalya, Habeşistan'la karşılaştırılamayacak düzeyde ''modern ve gelişmiş'' bir ülkedir. Habeşistan krallıkla yönetilen, feodal toplumsal yapıya sahip bir ülkedir. İtalya ise kapitalist bir ülkedir ve modern bir monaraşik devlete sahiptir. Habeşistan'ın işgali, objektif anlamda bakıldığında bir ölçüde bu ülkede teknik gelişmelere ve ''moderenleşme''ye de neden olabilirdi. Ancak ne karşılığında? Habeşistan'ın sömürgeleştirilmesi, halkın köleleştirilmesi, özügürlüğünün elinden alınması ve asimile edilmesi karşılığında. Etiyopha halkı, tüm sınıfları ile feodal krallarının önderliğinde işgalci-sömürgeci İtalyaya karşı bir bağımsızlık savaşı yürüttü. Ve dünyanın tüm ilerici-demokrat güçleri de Etiyopya halkının bu bağımsızlık mücadelesini haklı ve ilerci bularak destekledi. Elbette bu doğru bir tavırdı. Demek ki, bir hareketin ilerici mi gerici mi olduğunu, her zaman o harekete katılan ya da öncülük eden sınfıların sosyal konumuna bakarak belirleyemiyoruz.
İşin gerçeği, Etopya'ya sağlık, yol, kısaca medeniyet götürülmesi Mussolini'nin umrunda değidi. Çünkü o ''ülkenin gücünün sömürge imparatorluğuna bağlı olduğu'' düşüncesine körü körüne bağlıydı.''13 ''Uygarlık taşıyıcısı Romalılık'' teması üzerinden yükselen ve giderek faşizme varan İtalyan ulusçluğu, dışarda yürüttüğü emperyalist-sömürgeci savaşları, içerde, ''topraksız köylülere toprak sağlama, uygarlık taşıma, dünyaya hakim olan emperyalist güçlere karşı mücadele'' söylemiyle, kitle desteği kazanma yönünde şovenist bir propaganda malzemesine dönüştürdü. Türk milliyetçiliği de, neredeyse bir yüz yıldır, benzer argümanlarla ve tarzla şoven bir propaganda yürütüyor.
30'lu yıllardaki Etiyopya ile İtalya ilişkisine benzer bir durum, 1919 yılında İngiliz emperyalistleri ile Afganistan arasında yaşanan savaş sürecinde görüldü. Afaganistan o zaman krallıkla yönetiliyordu ve fodal bir toplumsal yapıya sahipti. Fakat; Lenin ve Boleşvik yönetimi, Afganistan halkının Kral Emanullah Han önderliğinde ingilizlere karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini haklı ve ilerici olarak değerlendirdi ve destekledi. Lenin, o süreçte, dünyada tek bağımsız müslüman ülke olarak gördüğü Afganistan'ın zaferinin, aynı zamanda emperyalizmin sömürgesi konumunda olan diğer doğu halklarının kurtuluşu ve özgürleşmesi yolunda bir adım olacağını düşünüyordu.
Sonuç olarak: Dersim ve Kürdistan'daki diğer ulusal hereketler, yabancı bir gücün egemenliğini kaldırarak, Dersim halkının, Kürt ulusunun kendi ulusal, kültürel değerleriyle kendi kendisini yönetebileceği bir yönetim oluşturmayı hedefliyorlardı. Bu amaç doğrultusunda yürütülen mücadele hiç kuşkusuz meşru, haklı ve ilerici bir mücadeledir.
1920'li -1930'lu yıllarda Kürt ulusunun varlığından bahsedilemez mi?
Kürt ulusal sorununa, eski TKP'ye göre daha geri bir düzeyde bakan yeni TKP'li Aydemir Güler, iki dünya paylaşım savaşı arasında Kürdistan'da gerçekleşen direniş ve hareketlerin, ulusal hareketler olmadığını ileri sürüyor. Çünkü, ona göre Kürtler o zaman henüz ''modern''leşmemişlerdi. Bu zevatın ''modern''lik dediği, kapitalist üretim ilişkilerinden; hem de emperyalizm aşamasındaki kapitalist ilşikilerden başka bir şey değildir. Yani Güler, iki dünya savaşı arasında Kürdistan'ın kapitalist bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olmadığını, hatta kapitalist üretim ilişkilerinin bu coğrafyaya ulaşmadığını, bu nedenle Kürtlerin bir ulus olarak, Kürt hareketlerinin de ulusal hareket olarak görülemeceğini söylüyor. Bu burjuva özentilileri; burjuvaziden etkilendikleri kadar sosyalist ideolojiden etkilenselerdi; böylesine zırvalamazlardı. Şöyle diyor Güler:
''...yalnızca Said değil, Dersim’e kadar bütün isyanlar modern bir olgu olan ulusun ve modern bir siyasi-ideolojik-kültürel akım olan milliyetçiliğin öncesine aittirler. İsyanlarda milliyetçilik değil İslamcılık veya (Aleviler söz konusu olduğunda) bölgecilik ön plandadır. Bu özellikler, hareketin sınıf kimliğini ele verir. “İsyanlar” dönemi feodal karakterdedir.''14
Evet, ulus kapitalizmin şafağında ortaya çıktı. Yani kapitalist üretim ilşkilerinin ortaya çıktığı koşullarda. Dolayısıyla ulusun kararlı bir bütünlüğe sahip olması açısından belki kapitalist sosyal yapının tam olarak oturması bir önem taşır, ancak ulusun ve ulusal hareketin ortaya çıkması için, bir toplumun tümden kapitalistleşmesine gerek yoktur. Kapitalist pazar ilişkilerinin oluşması, uluslar arsındaki mücadele ve çatışmalar; ulusal kimliğin, ulusal bilincin ve ulusal hareketin oluşması için yeterlidir. Bu modernlik budalaları, aynı dönemdeki Türkye'nin sosyo-ekonomik yapısına baksalardı, bu yapının tam anlamıyla kapitalist olmadığını ve ancak yarı-feodal olarak tanımlanabileceğini görürlerdi. O dönemde Anadolu'nun pek çok yerinde Kürdistan'da olduğu gibi hala feodal üretim ilşkileri önemli bir ağırlık taşıyordu. Kaldı ki, kültür, ideoloji ve siyaset gibi üst yapı ilşkileri, alt yapıdan göreceli olarak daha hızlı bir şekilde dönüşebilirler. Ayrıca, ulusal kimlik ve ulusal hareketin gelişmesinde işgalci dış güçlerle ilşkiler ve çatışmalar önemli bir rol oynar. Kürdistan'da ulusal hareketin oluşmasında; Osmanlıya karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten ulusların etkisi kadar, TC ile olan ve giderek çatışmaya dönüşen ilşkilerinin etkisi büyüktür.
Hikmet Kıvılcımlı 1930'lu yıllardaki Kürdistanı'ın sosyo-ekonomik yapısını ve Kürt ulusunun durumunu, ''İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)'' adlı kitabında gerçekten oldukça ileri bir kavrayışla analiz etmiştir. Kürtlerin kararlı bir ulusal yapıya sahip olduğunu tespit eden Kıvılcımlı'nın, Kürdistan'ın sosyo-ekonomik yapısı ve buna bağlı olarak Kürtlerin ulusal varlığı ile ilgili görüşü şöyledir:
''Tarihi millet realitesinin teşkili demek, özel anlamıyla bir memlekette kapitalizmin doğuşu demektir. Fakat bugün biz çorak kapitalizm o öncesi dünyasında değil, emperyalizm dünyasındayız.. Emperyalizm ise değil kapitalizm öncesini, değil kapitalizm, kapitalizmin de ''çürüyüp, dağılan'' ve ölüm safhasıdır. Emperyalizmin bu özelliğinin bir ifadesi de, kapitalist mübasebetleri çerçevesine sığmayacak kadar geniş ve evrensel bir iktisadi ağın, tüm yeryüzünü sarmış olmasındadır. Şu halde daha meselenin somut içine girmezden önce, ayda veya bir başka yıldızda bulunmadığına göre, Kürdistan'ın da yeryüzünde olduğunu yani biricik kapitalist dünya ekonomisi içinde sayılabileceğini kabul etmek gerekir. Meseleyi genellikten ve soyutluktan çekip çıkarırsak, bir memlekette milliyet münasebetlerinin doğması, pazar münasebetlerinin o memleket ölçüsünde genişleyerek , gelgeçlikten ve arızilikten kurtulması anlamına gelir. Kürdistan'da egemen üretim tarzı henüz pederşahi kapalı ekonomi olmaktan kurtulmuş değildir. Fakat, bütün geri kalmış memleketlerde müşterek olan bu vasıf, Kürdistan ölçüsünde geniş ve oldukça devemlı pazar münasebetlerinin doğmuş olmasını reddtmez.''15
Kıvılcımlı'nın söylediklerinin dışında Güler'e söylenecek bir söz yoktur. Sadece Güler'in çabasına ilişkin şunları söyleyebiliriz: 20. yy başlarında Kürt ulusunun varlığını yadsımak; aslında, Kürt ulusal hareketlerinin önemini ve niteliğini karartmaya ve dolayısı ile Türk resmi ideolojisinin tezlerini geçerli kılmaya yönelik bir çabadır
Geçmiş ve gelecek arasında TKP ve gerçek komünistler
TKP'nin çizgisi, kemalizmin ve iktidardaki burjuvazinin sınıf çıkarlarına endeksli olarak şekillenmiştir. TKP raporunda kemalist iktidara ''milli birliği sağlamlaştırmak'' tasviyesinde bulunulmaktadır. Bu ''milli birlik'' denilen şey elbette ki, Türk ulusunun birliği olacaktır. Bunun anlamı, Türk olmayan ve Türkçe konuşmayanların zorla Türkleştirlmesi ve dillerinin, kimliklerinin ortadan kaldırılmasıdır. Nitekim, başından itibaren merkezi bir ulus devlet oluşturmak için harekete geçmiş olan Türk burjuvazisi ve kemalist iktidar; ''tek millet, tek dil, tek vatan, tek bayrak ve tek din'' anlayışını kuruluş felsefesi olark çoktan benimsemişlerdi. Kemalistlerin cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Dersim ve Kürdistan'ın diğer bölgelerinde hayata geçirmeye çalıştıkları da bu politikalardır zaten. İşte bölgede bugün de süren ulusal isyanların ve direnişlerin, yani sorunun esas kaynağı da; uygulanan bu sömürgeci politikadır.
Kürdistan toplumunda feodalizm ile köylülük arasında bir sınfsal çelişkinin var olduğu ve köylü sınıfının feodal egemenler tarafından sömürülüp ezildiği doğrudur. Ancak bu çelişkiler, esas olarak içteki çatışma ve kaynaşmalara kaynaklık edebilirler. Bu çelişkiler; bir bütün olarak toplumun, ulusal yapının dış güçlerle; yani etrafını kuşatan ve bölgeyi işgal etmek üzere saldırıya geçen Türk devletiyle olan çelişkilerini ve çatışmalarını açıklayamaz. 1960'lı yıllarda Vietnam toplumu içinde de sosyal çelişkiler ve çatışmalar verdı. Ancak, biz ABD emperyalizminin bu ülkeyi işgalini ve bu işgale karşı gelişen ulusal kurtuluş hareketinin kaynağını bu çelişkilerde bulamayız.
Anlaşıldığı üzere; TKP'nin ulusal sorunun çözümü konusunda kemalizmden farklı bir programı yoktur. Ve TKP bu konuda kemalizmin destekçisi ve kuyurkçusu olmaktan öteye gidememiştir.
Kemalizmin kuyrukçusu olan TKP karşısında; gerçek Türk komünistlerinin de bir duruşu olmuştur. İşte Hikmet Kıvılcımlı'ın; TKP ile kemalizm ilişkisine dair görüşü:
“Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için her pahasına olursa olsun Türkiye’de Kemalizmi tutmak lazımdır.”
“Bu tez Partimiz için yeni bir tez olamaz. Bu tez Türkiye’de devrimci hareketleri Kemalizme kuyruk etmek tezidir; ki eski kuyrukçulardan olan kuyruk sallayıcı Kadroculardan bu teorilerin çeşitlerini dinlemiştik. Mazlum bir halk kitlesini Kemalizme feda edebilenler için, esasen fedakarlığın ucu bucağı yoktur. O zaman, Kemalizmin ‘devrimciliğine’ inananlar, karşımıza dikilip mantıklarını sonsuza kadar uzatabilirler…”
“Nereye vardığımız meydanda: Kuyrukçuluğun bile ancak Kadroculuğa soysuzlaştığı zaman açıkça itiraf edebildiği nesne… Kemalizme Kemalizmden çok inanmak…”16
İbrahim Kaypakkaya, 1970'li yılların başında; Perinçek çizgisi üzerinden kemalizmin Kürt ulusuna yönelik politikasını ağır bir eleştiriye tabi tutar. Henüz bütünlüklü bir programa dönüştürülmese de, Kaypakkaya'nın Kürt ulusal sorununa ilişkin görüşleri, sosyal şovenizmden devrimci bir kopuşa işaret ediyor. Şunları söylüyor Kaypakkaya:
''Kaldı ki, M. Kemal, Sivas Kongresi’nde merkezi otorite diye bir şeyin mevcut olmadığı veya iyice çöktüğü şartlarda Kürtlerin varlığından sahte bir edayla bahsederek, gerçekte Kürt milletinin olası bir ayrılma hareketini engellemek istemiştir. Onların, Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının boyunduruğuna razı olmalarını sağlamak istemiştir. M. Kemal’in bütün hayatı Kürt milletine ve diğer azınlık milliyetlere baskı ve zulüm örnekleriyle doludur. Türkiye’de milli meselede komünistlerin kendilerine destek edinemeyeceği biri varsa, o da M. Kemal’dir. Hatta Türkiye’de en başta mücadele edilecek milliyetçilik, hakim ulus milliyetçiliği olan M. Kemal milliyetçiliğidir. İnönü’nün Lozan’da Kürtlerin de temsilcisi olduğunu iddia etmesi de, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkına açıkça bir saldırıdır. Kürt milletinin kaderini dışarıdan tayin etme alçaklığıdır. Kürt milletinin oturduğu bölgeyi Türkiye sınırlarına yani Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının hakimiyet alanına, emperyalistlerle pazarlık yaparak dahil etme kurnazlığıdır! Ve Türk milliyetçiliğinin en azgın bir biçimde tezahür etmesidir...''17
Umuyoruz ki, eski TKP'nin daha geri düzeydeki bir versiyonu olan günümüz TKP'si ile itifak yapan SMF ve kitlesi, Kaypakkaya geleneğinin dünden bugüne sosyal şoven çizgi ile olan mücadelesini yeniden değerlendirirler ve bugünkü konumlarını değiştiriler.
Notlar
--------------
1Konu ile ilgili daha detaylı bilgi için şu yazıya bakılabilir:
2 Köz, Ekim 2005, https://www.kozarsiv.org/sefik-husnu-cizgisiyle-hesaplasmadan-mustafa-suphilerin-tkpsine-sahip-cikilamaz/)
3 Komintern Belgelerinde Türkiye Dizisi – 2: Kürt Milli Meselesi, Aydınlık Yay., s. 82-84
4 Aydemir Güler, Said skandalı, 03.07.2018, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/said-skandali-241753
5 Aydemir Güler,, agy
6 Mehmet Perinçek, Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları, 5. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mayıs 2014, s. 461-468.
7 Sosyalist Gündem, 5 Ekim 2013 - http://sosyalistgundem.com/tkp-ve-ulusal-sorun-tolga-karaman/
8 İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 102
9 Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet Şark s- 17
10 Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet Şark s- 19
11 Robert Olson-Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı , aktr. Bazekkurdistan.com,. Ayrıca, 20. yy başlarında, Kürt ulusal hareketinin oluşumu ve Azadi Cemiyeti'nin Şeyh Said hareketindeki rolü konusunda şu yazıya bakınız:
http://www.bazekurdistan.com/Tarix-belge/tabid/87/ID/176/1925-Hareketi-ve-AZADI-Orgutu.aspx
12 Maria A. Macciocchi, Faşizmin Analizi, s. 164
13 Paul Guichonnet,, Mussolini ve Faşizm, s. 77
14 Aydemir Güler, agy
15 Dr. Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet Şark s. 46
16 Dr. Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyeti Şark, Sayfa 223
17 İbrahim Kaypakkaya, Seçme yazılar, Umut yay. s. 211