SALGIN, KAPİTALİZM VE GELECEK - 1
Ahmet Aydın
31 Ocak 2021
1- Salgının dünyada yol açtığı güncel değişim
Korona virüsü salgınının şimdiden insanlık tarihine derin izler bıraktığını söyleyebiliriz. Salgın, yol açtığı etki ve değişimle, küresel ölçekte; ekonomik ve sosyal yaşamı salgın öncesi ve salgın süreci şeklinde, birbirinden açık olarak ayrıt edilebilen iki farklı döneme ayırmıştır. Bu dönemler arasındaki belirgin farklılık, sosyal yaşamda görülen değişimlerden açık olarak hissedilmektedir. Sosyal izolasyon sonucunda gelişen yeni yaşam ve çalışma kültürü ve milyonlarla ifade edilen can kayıpları, bu farklılığı anlamamızı sağlayacak somut göstergelerdir. Bütün dünya üçüncü bir döneme, yani salgının atlatıldığı ve göreceli olarak normalleşmenin sağlandığı döneme geçişin gayreti içindedir. Bu döneme ancak, salgının kontrol altına alınmasıyla yani bulunan aşıların yaygın bir şekilde uygulanması ve tedavinin geliştirilmesiyle tam olarak geçilebilir. Ne var ki, üçüncü dönemin normali, belki de hiçbir zaman salgın öncesinin normali olmayacaktır.
Sars-Cov-2 agresif şekilde bulaşma ve yayılma kabiliyetine sahip bit virüstür. İnsandan insana bulaşma özelliği nedeniyle, yayılımın önlenmesi amacıyla tüm dünyada sosyal izolasyon önlemlerine başvuruldu. Zaman zaman gevşetilse de, halen sürdürülen bu önlemler, bireysel ve sosyal alanlarda insan hareketliliğini oldukça sınırlandırdı. Toplum sağlığı için alınması gerekli olan bu önlemler, elbette insanın özgürlüğünün de kısıtlanmasına yol açmaktadır.
İnsan hareketliliğinin sınırlandırılması, üretim ve tüketim faaliyetlerinde ve dolayısıyla dünya ekonomisinde sert bir daralmaya yol açtı. Doğal olarak işsizlik de, tüm dünyada görülmedik düzeyde büyüdü.[1] IMF başkanı, ''...dünyayı etkisi altına alan yeni tip Koronavirüs salgını nedeniyle küresel ekonomik büyümenin 2020'de "ciddi anlamda negatife" döneceğini ve 1930'lardaki 'Büyük Buhran'dan bu yana en büyük düşüşü tetikleyeceğini ifade etti.'' [2] Dünya Bankası'nın dünya ekonomisinin gelecek yıllardaki durumu ile ilgili tahminleri de benzerdir. Dünya Bankası, 2020 yılında dünya ekonomisinin yüzde 4,3 oranında küçüleceğini öngörmektedir. Banka'nın tespitlerine göre 2020’de gerçekleşen daralma ''İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en derin durgunluğu yansıtmaktadır'' ve bu durum ''milyonlarca insanı aşırı yoksulluğa düşürecektir.'' [3]
Pek çok ülkede kitlesel aşılama çalışması başlatılmış olsa da, salgının kontrol altına alınma süresi konusunda belirsizlik sürmektedir. Bu durum ekonomik-sosyal kriz sürecinin dinamikleşmesine yol açıyor. Önlemler ve uygulanan kısıtlamaların, bu haliyle bile uzun süre devam etmesi durumunda, ekonomideki daralma daha da ağırlaşacaktır. IMF, 2021'den itibaren dünya ekonomisinde bir toparlanmanın başlayacağını öngörüyor. Ancak, bu öngörü doğrulansa bile, dünya ekonomisi, salgın öncesi düzeyine ne kadar zaman sonra döner ya da o düzeye dönebilir mi? Bu sorulara günümüz koşullarında olumlu cevaplar verilmesi zordur.
Fiziki kısıtlamalar, talepteki düşüş ve girdilerin temininde karşılaşılan zorluklar nedeniyle üretimde yaşanan sert düşüşün, en azından bir süre daha devam edeceğini söyleyebiliyoruz. Üretimdeki düşüş, fiyatların yükselmesine neden olur. Ekonomide daralma, enflasyon ve işsizliğin üst üste binmesi de, ağır bir ekonomik bunalım ve yoksullaşmaya yol açacaktır. Bu durum, önümüzdeki yıllarda işçi sınıfı, diğer emekçiler ve yoksullar için yaşamın giderek zorlaşması anlamına geliyor. Salgının tarım sektörü üzerindeki etkisi henüz tam olarak ortaya çıkmamış olsa da, bu etkinin olumsuz yönde olacağını ve tarım üretiminde de bir düşüş yaşanacağını söyleyebiliriz. Tarım üretiminde yaşanacak bir düşüş, dünya ölçeğinde gıda fiyatların yükselmesine ve bir kıtlığının yaşanmasına yol açabilir. Eğer halk, sosyal dayanışma ve kollektif üretim faaliyetlerini daha da geliştirmezse ve örgütlü bir siyasal müdahale ile devleti; sosyal politikalar ve halkın ihtiyaçlarına cevap veren bir üretim politikası uygulamaya zorlayamazsa, oluşacak kıtlık ve yoksulluk nedeniyle, açlıktan kitlesel ölümler meydana gelebilir.[4]
Her halükarda; önümüzdeki süreçte, iktidardaki egemen sınıflar ile emekçi-yoksul halk kesimleri arasında çetin mücadelelerin yaşanacağını söyleyebiliriz. Çünkü, neredeyse kaçınılmaz gibi görünen ekonomik durgunluk ve kriz, emekçilere ve yoksullara, hayatta kalmak için mücadele etme zorunluluğunu dayatacaktır.
2- Salgının ekonomik ve sosyal yapı üzerindeki uzun vadeli etkileri
2.1 – Kapitalizmin varoluş sorunu, makineleşme ve otomasyonun hızlanışı ve işsizliğin büyümesi
Canlı emek hala kapitalist ekonominin temel dinamiklerinden birisidir. Yaşadığımız salgın süreci, tehlikeli bir virüs salgının, başta işçiler olmak üzere; iktisaden faal nüfusu çalışamaz duruma getirebileceğini; bunun da; üretim ve değişim zincirinde bir kopuşa neden olabileceğini gösterdi. Bu durumda oluşan boşluk, yedek sanayi ordusu tarafından da doldurulamaz. Bilim adamları, insanlığın gelecekte böylesi salgınlarla karşı karşıya kalma olasılığının yüksek olduğunu belirtiyorlar. Bütün bu göstergelerin işaret ettiği varoluşsal tehdit, doğal olarak sermayeyi, her koşulda, üretimi ve değişimi sürdürecek makinelerin ve otomasyon sistemlerinin geliştirilmesine acil bir şekilde yöneltecektir.[5]
Marx, işçilerin, iş gününün kısaltılması ve ücretlerinin yükseltilmesi yönünde yürüttükleri mücadelenin sonucunda elde ettikleri kazanımların, artı değer ve kâr oranının düşmesine yol açtığını; bu sorundan kurtulmak isteyen kapitalistlerin de; üretim tekniğini ve makineleşmeyi geliştirmek zorunda kaldıklarını belirtir.[6] Diğer yandan, düşük fiyat temeline dayanan kapitalistler arasındaki rekabet de, daha ucuz ve büyük çaplı üretimi zorunlu kılmaktadır. Daha ucuz ve büyük çaplı üretim ise, teknolojinin geliştirilmesini dayatır.[7] Fakat salgın bütün bu nedenlerden farklı, özgün bir nedenle, kapitalistleri; teknolojiyi, makineleşmeyi ve otomasyonu geliştirmeye zorluyor: Salgın yarattığı varoluş sorunuyla kapitalizm üzerinde böylesi bir baskı oluşturuyor. Elbette, salgın nedeniyle üretimin ve değişimin durması, sadece kapitalizm açısından bir varoluş sorunu oluşturmaz, bu durum insanlığın varlığı için de büyük bir tehdittir.
Kapitalizmin tarihsel eğilimi, canlı emeğin yerine makineleri geçirmek yönündedir.[8] Bu salgın; özgün bir etkiyle, olağanüstü koşullarda insansız çalışabilecek makinelerin ve robotların geliştirilmesi yönünde bir ihtiyaç ortaya çıkartmıştır. Bu zorlama, kapitalizmin makineleşme yönündeki tarihsel eğilimini güçlendirecektir. İnsansız hareket eden otomobiller, kamyonlar ve tırlar caddelerde görülmeye, fabrikalarda ve hastanelerde robotlar kullanılmaya başlandı. İnsansız hareket eden gemileri ve trenleri; insansız inip kalkabilen uçakları çok uzak olmayan bir zamanda görebiliriz. Robotların orta vadede, üretimi ve sağlık hizmetlerini tümden olmasa da, büyük ölçüde üstlenebilecek bir konuma gelmeleri mümkündür. Dahası yapay zeka ve süper bilgisayarlar; insanların yerine çok karmaşık süreçleri yönetebilir duruma gelebilirler. Ekonomik ve sosyal koşullar ve salgın tehditleri, kapitalizmi, böylesi bir teknik sıçramayı yapmaya zorluyor.
Peki teknolojik gelişme, makineleşme ve otomasyon kapitalizmin sorunlarını çözebilir mi? Ve teknik alanda yaşanan gelişmeler sosyal alanda nasıl bir dönüşüme yol açacaktır?
Daha gelişmiş makinelerin üretimde ve hayatın diğer alanlarında kullanılmasıyla; insanın işgücüne duyulan ihtiyacın azaldığını ve işsizliğin arttığını, dahası işgücünün giderek niteliksizleştiğini ve değersizleştiğini; kapitalizmin tarihsel evrimini izleyerek tespit edebiliyoruz. Genel olarak, gelişmiş makinelerin kullanılması ve otomasyon, istihdam üzerinde iki yönlü bir etkide bulunur: Bir yandan bazı eski iş kolları ortadan kalkar ve daha çok iş, daha az işçiyle yapılır hale gelir. Bu gelişmelere bağlı olarak, pek çok işçi işsiz kalır. Diğer yandan yeni iş kolları ortaya çıkar ya da diğer iş kollarında büyüme yaşanır. Böylece, işsiz kalan işçiler ya da iş hayatına yeni başlayan insanlar için yeni iş olanakları ortaya çıkar ve oluşan işsizlik bir ölçüde dengelenir. Fakat, ekonomik ve sosyal göstergeler, kapitalist üretim ilişkileri içinde ilerleyen teknolojilerin, istihdam üzerinde giderek artan oranda negatif bir etkide bulunduğunu, yani işgücüne duyulan talebi mutlak olarak azalttıklarını gösteriyor. Kapitalist toplumlarda işsizliğin ve yarı işsizliğin kronik bir sorun olarak giderek ağırlaşması; işlerin niteliksizleşmesi, işsiz kalan işçilerin giderek üretken olmayan alanlara yığılması ve ücretlerin düşmesi; bu negatif etkinin göstergeleridirler. Kapitalizmin bu gelişme eğilimi, bir yönüyle; daha sürecin başlarında, 1850-60 yılları arasında yazılan uzman raporlarında tespit edilmişti. Marx da bu tespitlere katılıyordu:
"Otomatik sistemde hünerli emek gitgide önemini yitirir." "Makinelerdeki gelişmeler aynı sonucu almak için eskisi kadar yetişkin işçi çalıştırma zorunluluğunu ortadan kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda, bir tür insan emeği yerine bir diğerini, daha hünerli olan yerine daha az hünerlisini, erkek yerine kadını, yetişkin insan yerine çocuğu koymakla, işçi ücretlerinde yeni çalkantılara neden olur."[9]
Marx, nispi fazla nüfusun (işsizler ordusunun) ortaya çıkış nedenlerinin sermaye birikimi yani sermayenin büyümesi sürecinde aranması gerektiğini belirtir. Bileşiminde bir değişim olmadıkça, sermayenin büyümesi, emeğe olan talebi büyümeyle orantılı olarak arttırır. Fakat, "sermaye birikimi, başlangıçta yalnızca bir miktar büyümesi olarak görünmekle birlikte,…değişmeyen kısmında (üretim araçlarına yatırılan sermaye, A.A) değişen kısmın (emek gücüne yatırılan sermaye, A.A) aleyhine devamlı bir artış göstererek, bileşiminde gitgide artan bir nitel değişme ile gerçekleşir."[10]
Emeğe olan talep ise, ’’sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, daha önce varsayıldığı gibi toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına, gittikçe küçülen şekilde düşer. Emeğe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen emek de büyür, ama bu daima küçülen bir oranda olur."[11]
"Bu nedenle, emekçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren, nispi fazla nüfus haline çeviren araçları üretmiş olur; ve o, bunu, daima artan boyutlarda yapar. Bu, kapitalist üretim biçimine özgü bir nüfus yasasıdır:’’[12]
Sermaye birikim sürecinin bu teknik açıklamasından sonra Marx, bu sürecin sosyal sonucunu şöyle özetler:
‘’Demek oluyor ki, modern sanayinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını devamlı olarak, işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline getirmeye dayanıyor.’’[13]
ILO raporlarında, dünyadaki işsizlik oranın, önceki on yıldaki artış eğilimine nazaran, salgının başlamasından önceki iki yılda, ciddi bir artış göstermediği ifade edilse de, özellikle işlerin niteliksizleşmesi, düşük ücret ve yetersiz iş gibi sorunların ağırlaşması, kapitalizmin yukarıda belirtiğimiz tarihsel eğiliminin günümüzde sürdüğünü ortaya koyuyor:
’’ILO’nun istihdam ve sosyal eğilimlere ilişkin küresel raporunun son versiyonuna göre, insana yakışır iş eksikliği, artan işsizlik ve devam eden eşitsizlik, insanların çalışarak daha iyi yaşam kurmalarını gittikçe zorlaştırıyor.
…işgücü arz ve talebi arasındaki uyumsuzluk, işsizliğin ötesine geçerek daha geniş çaplı bir işgücü kullanım eksikliğine dönüşüyor. Dünyada 188 milyon işsiz insana ek olarak, 165 milyon insan yeterli düzeyde ücretli işe sahip değil ve 120 milyon insan da ya aktif olarak iş aramayı bırakmış durumda ya da sair şekilde işgücü piyasasına erişemiyor. Toplamda, dünya genelinde 470 milyonu aşkın insan etkileniyor.’’[14]
Sağlıklı verilere ulaşma ve hesaplama konusundaki sorunlar bir yana bırakılsa bile, ILO verileri, geniş anlamda işsizliğin, aslında çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. İşsizlik sorununa, sadece işsiz insanların sayısı ve çalışma saatlerinin oranı açısından bakılmamalıdır. İşlerin niteliksizleşmesi ve emeğin değersizleşmesi; bir niteliksel işsizlik sorunu ortaya çıkartmıştır. İnsanların eğitim düzeyleri, becerileri ve birikimlerinin altında bir işte çalıştırılmalarını, dolayısıyla ulaştıkları sosyal yaşam düzeylerini sürdüremez düzeyde bir ücret almalarını, niteliksel işsizlik olarak tanımlamak gerekir.
Marx’ın ‘’nispi fazla nüfusun en dipteki tortusu’’ olarak tanımladığı; işe uyum yeteneğini yitirmiş, yaşı ve sağlık durumu nedeniyle iş bulmayan ya da çalışamayan dolayısıyla yoksullaşan nüfusun bir kesimi; belki ILO istatistiklerinde; ‘aktif olarak iş aramayı bırakmış’ kategorisine dahil edilmiş olabilir. Ancak bu kesim gözden çıkarıldığı için; çoğunlukla ‘’iktisaden faal olmayan nüfus’’ kategorisine dahil edilir ve dolayısıyla bu kesimin durumu işsizlik verilerine yansımaz.
Yakın zamana kadar, sanayide uygulanan yeni teknolojilerin, ortadan kaldırdıkları iş kolları ve iş arzını dengeleyecek yeni iş kolları ve istihdam olanakları yarattığı yönünde genel bir kabul vardı. Daron Acemoğlu ve Pascual Restrepo’nun Amerikan sanayini temel alan araştırmaları; bu kabulün teknolojinin tüm alanları için geçerli olmadığını ortaya koyuyor. İkilinin araştırmalarına göre, Amerika'da 1947-87 yılları arasında, otomasyonun gelişmesiyle kaybedilen işler, insanın üretkenliğini arttıran, yeni iş alanları açan ve istihdamı arttıran teknolojiler tarafından göreceli olarak dengelenmiştir. Fakat, 1987 yılından günümüze kadarki süreçte, kaybedilen işler ile yeni oluşan işler arasındaki bu göreceli denge bozulmuştur. Son 30 yılda, otomasyon ile kaybedilen işlerdeki artış % 50 daha fazla, yeni açılan işlerdeki artışı ise % 50 oranında daha az olmuştur.[15] Marx’ın teorik tespitleri açısından bakıldığında, bu araştırma sonuçları doğal gözükmektedir. Acemoğlu’nun belirttiği gibi; eğer bu araştırmanın yöntemi doğruysa araştırmacılar, kapitalizmin evriminde tarihsel bir kırılma noktası tespit etmişlerdir.
ABD ekonomisi ilgili araştırma sonuçlarının, genel hatlarıyla küresel kapitalizmin eğilimini de yansıttığını kabul edebiliriz. Çünkü yaşanan gerilemeye rağmen; ABD, hem dünyanın en büyük ekonomisine sahiptir; hem de teknolojik gelişme (özellikle otomasyon teknolojisi) alanında, dünyanın en ileri ülkelerinden birisidir. Amerikan ekonomisi, yüksek tekelleşme düzeyi ve birkaç büyük tekelin teknolojik gelişmenin yönünü tayin edecek durumda olmaları nedeniyle, kapitalizmin geleceğinin öngörülmesi açısından olukça isabetli bir araştırma alanıdır.
İktisatçıların ve sosyal bilimcilerin de belirttiği gibi, bugüne kadar teknolojik gelişmeler insanı göreceli olarak tamamlayarak onun verimliliğini arttırırken, otomasyon insanı tamamlamıyor; aksine onun yerini alıyor. Oluşan istihdam kaybının kaynağı budur. Daron Acemoğlu ve Pascual Restrepo’nun araştırması, gelecekte otomasyon ve onun özel bir uygulaması olan robot kullanımının yaygınlaşmasıyla, işsiz sayısının mutlak olarak da artacağına işaret ediyor. Nitekim, ikilinin araştırmaları; ABD’nin geleneksel sanayi merkezlerinde, özellikle 1990’lı yıllardan sonra üretimde robot kullanımının yaygınlaşmasıyla; hem ücretlerde hem de istihdamda düşüş yaşandığını ortaya koyuyor.
Yapay zeka robotlardan farklı olarak, çok farklı alanlarda kullanılabilmekte ve bir yönüyle insanı tamamlayarak onun üretkenliğini arttırabilmektedir. Fakat veriler, yapay zekanın da, istihdam arttırıcı yönde kullanılmadığını gösteriyor. Microsoft, Google gibi büyük dijital teknoloji firmaları, yapay zekayı otomasyona dayalı olarak kullanarak, iş gücüne duydukları talebi azaltıyorlar.
Acemoğlu ve Restrepo’nun ABD ekonomisine ilişkin sunduğu verilere göre; 1947 ile 1987 yılları arasındaki 40 yıllık süreçte Amerika’da, işgücüne olan talep istikrarlı bir şekilde arttı. Bu büyüme çizgisi aynı zamanda orta sınıfın sosyal-ekonomik durumunda önemli bir iyileşmeye yol açmıştır. Ancak, son 30 yılda bu durumda büyük bir değişim yaşanmıştır. 1987 yılından itibaren, önce işgücüne duyulan talepteki artış hızı; 1999 yılından itibaren ise işgücüne duyulan talepteki büyüme durmuştur. Bunun bir sonucu olarak, Gayri Safi Milli Hasıla’dan emekçilerin aldığı pay giderek düştü. Daha önce GSMH içinde %70 olan emeğin payı bugün %60’ın altına düşmüştür. Bunun bir sonucu olarak ABD’de sosyal eşitsizlik giderek artmıştır. Kuşkusuz sosyal ve ekonomik alanda oluşan bu tablonun tek nedeni teknolojide yaşanan gelişme değildir. Kapitalist dünyanın 1970’li yıllarla birlikte yaşadığı ekonomik kriz, neoliberal bir ekonomik-sosyal ve siyasal önlemler programının uygulanmasına yol açtı. Bu program öncelikle işçi ve emekçilerin reel ücretlerinin düşürülmesini ve siyasal-sosyal kazanımlarının geriletilmesini hedefliyordu. 80’li yıllar, sermayenin işçi sınıfına karşı geliştirdiği ve Regan, Teacher isimleri ile simgeleşen saldırılarının sonuç aldığı ve işçi sınıfı hareketinin önemli ölçüde ezildiği yıllardır. Ekonomik verilerde emek aleyhine görülen kırılmanın bu neoliberal saldırıların sonuçlarıyla örtüşmesi tesadüf değildir.
Acemoğlu ekonomideki bu gelişme eğiliminin Amerika’ya özgü olmadığını, neredeyse bütün ileri kapitalist ülkelerde aynı eğilimin gözlemlendiğini belirtiyor. Amerika, toplumsal eşitsizlik alanında (emek-sermaye arasında ve yine çalışan kesimler arasında oluşan gelir eşitsizliğinde) birinci konumunda olmasına rağmen, İskandinav ülkeleri ve diğer Avrupa ülkeleri ve Japonya’da da eşitsizlik büyümüştür. Ve tüm gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde, otomasyon ve dijital teknolojilerin yaygınlaşmasıyla, orta düzeyde ücret alan fabrika işçileri ve büro çalışanlarının istihdamında düşüş yaşanmıştır.[16] Türkiye’de ise; otomasyon ve dijitalleşmenin istihdam üzerinde henüz ciddi etkisi görülmese de, önümüzdeki on yıl içinde bu etkiler önem kazanacaktır. Toplumsal eşitsizlik alanında Türkiye’nin durumu 2000-2007 yılları arasında bir iyileşme göstermiş; ancak, 2007 yılından itibaren başlayan kötüleşme sonucunda bugün 90’lı yıllardaki düzeyine dönmüştür. Bu düzey Güney Amerika ülkelerinin ortalamasına yakın bir düzeydir.
Acemoğlu ve Restrepo gibi pek çok iktisatçı ve sosyolog otomasyon teknolojisinin gelişmesi ve yaygınlaşmasının işsizlik sorunu açısından vasıflı ve vasıfsız tüm kesimleri etkilediğini belirtiyorlar.[17] Ancak otomasyon, reel ücretler açısından çalışanlar arasında bir farklılaşmaya yol açıyor ve eşitsizliği derinleştiriyor. Acemoğlu ve Restrepo’nun araştırmaları, Amerika’da, 1970’li yılların ortasına kadar tüm çalışanların reel ücretlerinde artan verimliliğe paralel olarak % 2’ye ulaşan bir artış yaşandığını, özellikle 1980’li yıllardan itibaren ise; lise ve daha düşük dereceli diplomaya sahip hem erkek hem de kadın çalışanların reel ücretlerinin düştüğünü (bazı erkek işçi gruplarında bu düşüş % 30’a ulaşıyor), yüksek okul ve üniversite diplomasına sahip olan çalışanların reel ücretlerinin ise arttığını gösteriyor.
Teknolojinin ve otomasyonun günümüzde ve gelecekte yol açacağı sonuçlar konusunda, genel retoriği boşa çıkaran bir başka durumla daha karşı karşıyayız: Yeni ve gelişmiş teknolojilerin daha yaygın bir şekilde kullanılması sonucunda; iş gücü verimliğinin ve toplam faktör verimliliğinin, bu yaygınlıkla orantılı olarak artması beklenir. Fakat Acemoğlu’nun ortaya koyduğu ekonomik veriler; böyle bu artışın beklenen düzeyde gerçekleşmediğini ortaya koyuyor. II. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası ile 1970’li yıllar arasında, Amerika’da toplam faktör verimliliği ortalama olarak % 3’ün üstündedir. Fakat 1970’li yıllardan itibaren verimlilikte düşüş yaşanmıştır. 1980’li yılların ortasına kadar süren bu düşüş, bu süreçten itibaren durdurulmuş ise de, bir artış da sağlanamamıştır. Son otuz yılda toplam faktör verimliliği ortalama % 0.5 düzeyinde kalmıştır. İşgücü verimliliğinde ise, Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinde ciddi bir yükselme görülürken, ABD, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’da çok düşük bir verimlilik artışı vardır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Son 30 yılda teknolojinin özellikle de otomasyon teknolojisinin gelişmesi, ciddi bir verimlilik artışına ve dolayısıyla kâr oranın[18] yükselmesine yol açmazken; mutlak işsizliğe ve orta düzeyde ücret alan işçi ve emekçilerin reel ücretlerinde düşüşe, genel anlamda yoksullaşmaya neden olmaktadır. İşçi ve emekçilerin reel ücretlerinde yaşanan düşme ve işsizlik sonucu yaşanan yoksulluk, toplam tüketim talebini de ciddi bir biçimde azaltmaktadır. Bireysel tüketim kredileriyle talebi arttırma çabası da, sürdürülebilir olmamıştır. 2008 finans krizi, finans sektörünün bu alandaki sınırlarını orta çıkartmıştır. Temel sorun şudur: Gelişen teknolojiyle elde edilen refah, tüm toplum kesimlerine eşit düzeyde yansımamaktadır. Teknolojik gelişme, sınıflar ve tabakalar arasındaki eşitsizliği derinleştirmekte, bir yandan nüfusun büyük bir kısmının giderek daha fazla yoksullaşmasına, diğer yandan az sayıdaki kapitalistin elinde büyük bir zenginliğin birikmesine neden olmaktadır. Dünyada servet dağılımını gösteren veriler; giderek büyüyen bu sosyal eşitsizliği net olarak ortaya koyuyor:
‘’İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’ın raporuna göre, 2019 yılında dünya genelindeki en zengin 2 bin 153 kişinin serveti, en yoksul 4.6 milyar kişinin toplam servetini geçti…
Milyarder sayısının son on yılda ikiye katlandığını belirten Oxfam, bu kesimin dünya nüfusunun yüzde 60’ından daha fazla servete sahip olduğunu ortaya koydu.’’[19]
Kısacası teknolojik ilerleme ve otomasyon, işçi ve emekçilerin sosyal sorunlarına bir çözüm üretmediği gibi, kapitalizmin sorunlarına da kalıcı bir çözüm getirmemektedir.
2.2 – Kapitalizm nispi fazla nüfus sorununa Malthusçu bir ‘’çözüm’’ getirebilir mi?
Kapitalizmin tarihsel olarak, canlı emeğin yerine makineleri geçirme eğiliminde olduğunu belirttik. Ancak; zekaya, his, algı yeteneğine ve esnek hareket kabiliyetine sahip olması nedeniyle, iş yaşamında makinelerin tümden insanın yerini alması zordur; fakat uzun vadede bu imkansız da değildir. Bu eğilim belki kısa ve orta vadede üretim ve değişim alanında insan emeğini tümden gereksiz hale getirmeyecektir. Ancak, canlı emeğin büyük oranda gereksiz hale gelmesi bile; işçileri ve diğer emekçileri büyük bir yıkıma sürükleyebilir. Çünkü kapitalizm için, çalışmayan ve dolayısıyla tüketmeyen insanın hiçbir değeri yoktur. Başka bir ifadeyle, kapitalizmde emeğin değersizleşmesi, pratikte insanın değersizleşmesi anlamına gelir. Bu noktada, iş yaşamında kullanılan atların başına gelenleri hatırlamak yararlı olacaktır. Atlarla insanların özdeşleştirilmesi elbette doğru olmaz. Ancak, iş gücüne duyulan ihtiyaç noktasından bakıldığında, kapitalist üretim tarzı açısından her iki canlı aynı düzlemde durur.
‘’Gregory Clark “Fukaralığa Veda” adlı kitabında tıpkı atların yaptığı işler gibi, insanların yaptığı birçok işin onlara ihtiyaç olmadan yapılabileceğini öngörmektedir.
1901 yılında, Sanayi Devriminden çok sonra İngiltere’de 3.25 milyon at iş başındadır. Her ne kadar demiryolu taşımacılığı ve buhar makinesi kullanılıyor olsa da atlar hala tarlaların sürülmesi, kısa mesafelerde vagonların ve arabaların çekilmesi, orduların savaş meydanlarına taşınması ve maden ocakları gibi işlerde çalıştırılmaya devam etmiştir. Ancak 19. yüzyılın sonunda içten yanmalı motorun gelişiyle, atlar hızla işlerini kaybetmiştir. Öyle ki 1924 yılında sayıları çoktan iki milyonun altına düşmüştür. Ayrıca ücretleri artık yemlerini ödemeye bile yetmeyecek kadar azalmıştır. Böylece atlar, sanayileşmenin ilk kurbanlarından olmuştur. Üretimdeki değerleri bakım masraflarının altına düştüğünden mezbaha lara gönderilmişlerdir.’’ [20]
Günümüzde atlar, özellikle ileri kapitalist ülkelerde, neredeyse tümden iş hayatının dışında kalmışlardır. Bu durumun atların popülasyonunda ciddi bir azalmaya neden olduğu açıktır. Aslında, büyük ölçüde işçi sınıfının ve diğer emekçilerim mücadeleleri sonucunda geliştirilmiş olan; sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi olmasaydı, kapitalist üretim tarzının doğal işleyişi; işsizlerin ve diğer yoksulların sayısının azaltılması yönünde - atların mezbahalara gönderilmesi tarzında olmasa da- kendiliğinden; bugünkü düzeyden daha etkili şekilde bir nüfus ‘’dengeleme’’sine yol açardı.[21] Bu ‘’nüfus dengeleme mekanizması’’nı fark eden Malthus, 1798 yılında, mekanizmanın bilinçli ve daha etkili bir şekilde kullanılması gerektiğini yazmıştı.
Papaz Thomas Robert Malthus’un 1798'de, yayınlanan ''Toplumun Gelecekteki Gelişimine Etkileri Açısından Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme" adlı yapıtında ortaya attığı ‘’Nüfus Teorisi”, egemen sınıfların işçi sınıfına ve diğer emekçilere karşı yürüttükleri mücadeleye fikirsel bir zemin sundu. Malthus’un teorisini bu derece önemli kılan, kapitalizmin vahşi doğasına denk düşen bir teori olmasıydı.[22]
Malthus görüşlerini şu basit temele dayandırır:
‘’Nüfusun gücü, yeryüzünün, insanın geçimini sağlama gücüne kıyasla, sınırsız ölçüde büyüktür.’’
‘’Nüfus, kısıtlanmadığında, geometrik oranla çoğalır. Geçim araçları ise, ancak aritmetik oranla artar.’’ [23]
Malthus, yer yüzündeki ekilebilir toprakların sınırlı olduğunu; dahası ekilen toprakların veriminde giderek bir düşüş yaşandığını ve insan nüfusundaki artışın geçim araçlarının artışından daha yüksek olduğunu ileri sürüyordu. Ona göre bu çelişki, yer yüzündeki yoksulluğun kaynağıydı. Sınırlı olan geçim araçlarının düzeyi, insan nüfusunun sınırlarını belirleyerek, fazla nüfusu yoksulluğa itiyordu ve sonuçta tasfiye ediyordu. Malthus’a göre bu bir ‘’ölümsüz doğa yasası’’dır. Başka bir deyişle o, yoksulluğu toplumsal bir sorun olarak değil, doğanın bir yasası olarak görüyordu. Ve Malthus; yoksullara karşı doğanın adalet mekanizmasının acımasızca işletilmesi gerektiğini söylüyordu:
"Geçim araçlarının sağlanmasındaki güçlük, nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı gerektirir. Bu güçlüğün etkisini bir yerde ortaya koyması ve insanlığın geniş bir bölümüne kendisini zorunlu olarak, şiddetli bir biçimde duyurması gerekir.’’[24]
Malthus, bu kabullerden hareketle, yoksullara yardım yapılmasına karşı çıkıyordu. Çünkü, nüfusla geçim araçları arasında kurulan dengeye dayanan ‘’doğa yasası’’ değiştirilemez idi. Bu doğa yasasının hüküm sürdüğü koşullarda, ‘’hayırseverlik budalalıktır, yoksulluğun açıkça teşvik edilmesidir.’’[25] Yardım yoksullar için ‘’ölümü kolaylaştırmaktan’’ başka bir işe yaramazdı. Yeterli geçim aracına sahip olmayan insanlar kaderlerine yani ölüme terk edilmeliydi. Kısacası Malthus; toplumsal yapının; doğadakine benzer bir ‘’seleksiyon sistemine’’ sahip olduğunu ve bu sisteme dışardan müdahale edilmemesi gerektiğini düşünüyordu.
Malthus’un kitabının ikinci baskısında yer alan aşağıdaki paragraf, sonraki baskılarında çıkarılsa da, onun tezlerinin ana fikri olarak kalmaya devam etti.
"Daha şimdiden sahiplenilmiş bir dünyaya gözlerini açan adam, ana-babasından haklı olarak talep edebileceği bir geçim olanağı sağlayamıyorsa ve toplum onun emeğini istemiyorsa, yiyeceklerden en ufak bir pay isteme hakkının olduğunu öne süremez ve hatta, gerçekte, onun bulunduğu yerde bir işi yoktur. Doğanın görkemli şöleninde ona boş yer yoktur. Doğa ona defolmasını söyler ve sofradaki bazı konukların acıma duygularını uyandırmayacak olursa, kendi buyruğunu derhal yerine getirir. Ama eğer bu konuklar sıkışarak yeni gelene yer açarsa, ortaya derhal başka yabancılar çıkacak ve aynı iyiliği, onlar da isteyecektir... Tüm konuklarının bolca yiyip-içmelerini dileyen, ama sınırsız sayıda insanı besleyemeyeceğini bildiği için, sofrada yer kalmamışken, yeni gelenleri insanca reddeden şölen sahibesinin, tüm davetsiz konuklara karşı verdiği o kesin buyruğa karşı gelmekle, sofradaki konuklar, yaptıkları hatayı çok geç anlarlar."[26]
İngiltere’de 1834 yılında çıkarılan ve özellikle sanayi burjuvazisinin çıkarlarına uygun önlemler içeren yeni ‘’Yoksullar Yasası’’nın hazırlanmasında Malthus’un görüşleri önemli bir etkiye sahiptir.[27] Eski ‘’Yoksullar Yasası… yoksulların bakımlarının kilise cemaatinin görevi olduğu anlayışıyla işe başlıyordu. İşi olmayan her kişi yardım alıyordu ve yoksullar, kilise cemaatini, kendilerini açlıktan koruyan bir güvence olarak görüyorlardı. Haftalık tayınlarını bir lütuf olarak değil de, bir hak olarak talep ediyorlardı, ve sonunda bu, burjuvazi için katlanılmaz hal aldı.’’[28] Fakat yeni yasa ‘’dışarıdan para ve erzak yardımı almayı" yasakladı. Yoksullar ancak yeni oluşturulan ‘’işevleri’’ne başvurup yardım isteyebilirlerdi. Malthus’un görüşleri ‘’…düşkünleri işevlerinden yardım istemek zorunda bırakan ve böylece dokumacıları, küçük zanaatçı ve mevsimlik tarım işçilerini zorla fabrikalara doluşturan 1834 tarihli yeni Yoksullar Yasasında yer aldı… "İşevi Sistemi" maltusçu nüfus teorisinin ilk meyvelerinden biridir.’’ [29]
Yoksulluğu, bir doğa yasasının ürünü ve kişisel bir sorun ya da kişisel bir ‘’suç’’ olarak gören bu anlayış, toplumun zengin kesimlerine ya da bir şekilde geçim araçlarına sahip olan insanlara, yoksul insanlara karşı, ahlaki ya da sosyal anlamda bir sorumluluk duymadan, sadece kendi ihtiyaçlarına ve yaşamlarına odaklanmaları gerektiğini öğütlüyordu. Kapitalizmin işleyişi ve sermaye sınıfının çıkarları açısından bakıldığında, bu görüş oldukça realist görünmektedir. Zincirleme bir reaksiyon tarzında, sürekli bir biçimde üretim sonucunda oluşan artı değeri yatırıma dönüştürerek, sermaye birikimini genişletmeye çalışan sermaye sınıfı, neden el koyduğu artı değeri yoksullarla paylaşsın? Üstelik bu artı değeri elde etmek ve büyütmek için işçi sınıfına karşı zorlu bir mücadele yürüttükten sonra.
Fakat, kapitalizmin yüksek kâr ve sermaye birikimi odaklı işleyişinin ve işsizliğe, yoksulluğa karşı duyarsızlığın sosyal bir sınırı vardır. Eşitsizlik ve yoksulluk öyle bir düzeye ulaşır ki, suç oranları artar; sosyal ve siyasal patlamalar yaşanır, bu duruma bağlı olarak; üretimin, sosyal yapının ve siyasal düzenin istikrarlı bir biçimde sürdürülmesi tehdit altına girer. Özellikle, bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist hareketin gelişmesiyle bu patlamalar; bir sosyal devrim riskini ortaya çıkartmıştır. Kapitalistler bir sosyal sınırın varlığını tarihsel deneyimleriyle öğrenmişlerdir. İşte bu deneyimler kapitalistleri, Malthus’un teorisini en azından bazı dönemlerde geri plana itmek zorunda bırakmıştır.
Kapitalistleri sosyal politikalar geliştirmeye zorlayan güç, sadece işçi sınıfının ekonomik ve siyasal haklar mücadelesinin gelişmesi ve sosyal-siyasal patlama riski değildir. 20. yüz yılın başında, 2. Sanayi Devrimi’nin hızlanmasıyla gelişen yeni teknolojiler, elektrikle ya da içten yanmalı motorlarla çalışan gelişmiş makinelerin üretilmesini sağladı. Buhar makinesiyle kıyaslandığında, işçi verimliliğini oldukça yüksek bir düzeye çıkaran bu makineler, sermayedeki tekelleşmenin yüksek düzeyiyle birleşerek, üretimin yoğunlaştığı büyük fabrikaların kurulmasını ve kitlesel üretimin gelişmesini olanaklı hale getirdi. Yoğunlaşmış üretim birimlerinde kitlesel üretim, istikrarlı bir işçi sınıfı nüfusuna ve geniş bir yedek sanayi ordusuna ihtiyaç duyar. Dünya pazarının büyümesi ve bütünleşmesiyle, kitlesel üretim; 1970’li yıllara kadar istihdamı göreceli olarak arttıracak biçimde genişledi. 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında ileri kapitalist ülkelerde gelişen sosyal devlet anlayışı, bir yönüyle; artan istihdam ihtiyacına uygun olarak, işçilerin, işsizlerin ve yoksul kesimlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesine dayanıyordu. Bu sosyal politikaların gelişmesinde; işçi sınıfı hareketinin, dünya sosyalist hareketinin ve sosyalist blokun varlığının büyük bir rol oynadığını da unutmamalıyız.
1970’li yılların başında, kitlesel üretim rejiminin ve ona dayalı olarak gelişen sermaye birikim modelinin tıkanması sonucunda ortaya çıkan ekonomik krizle birlikte, sermayenin uygulamaya başladığı neoliberal politikalar, savaş sonrasında elde edilen sosyal devlet kazanımlarını önemli ölçüde ortadan kaldırdı. İşçi, emekçi hareketi bastırıldı, emekçilerin reel ücretleri düştü, sosyal ve demokratik kazanımları geriledi. İşsizlik ödenekleri ve yoksullara yapılan sosyal yardımlar kısıldı. Bugün, ileri kapitalist ülkelerde bile, işçiler, diğer emekçiler, emekliler, işsizler ya asgari bir geçim düzeyinde ya da daha alt düzeyde yaşar durumdadırlar. Bütün bu kısıtlamaların amacı, devletin sosyal harcamalarında tasarruf yapmak ve böylece; bir yandan sermayenin vergi yükümlülüklerini azaltmak, diğer yandan sermayeye kaynak aktarımı sağlamaktır. Kısacası, yıllar sonra Malthus’un ruhu kapitalizmin vahşi doğasında hortlatılmıştı.
Kapitalistler, Malthus’un yoksulluğu doğa yasası olarak gören veya kaderciliğe bağlayan anlayışını bir ölçüde aştılar. Kapitalistler için yoksulluk kader yazgısı değildi, aşılabilirdi. Ancak, nasıl? Bu soruya kapitalistlerin cevabı, Darwin’in ‘’varolma mücadelesi’’ teorisine dayanır. Kapitalizm herkese zenginleşme fırsatı sunmaktadır. Bir insan eğer zekiyse; çok çalışırsa ve mücadele ederse; rakiplerini ve yoksulluğu aşıp zenginleşebilirdi. Bu anlayış, kapitalistlerin yoksulluk sorunu toplumsal bir sorun olarak değil, kişisel bir sorun olarak gördüklerini ortaya koyar. Doğru, tek tek bireyler bir şekilde zenginleşebilirler. Ancak, yoksul kesimlerden bazı insanların zenginleşmesi, toplumdaki yoksulluğu ve geniş bir yoksul kitlesinin varlığını ortadan kaldırmaz. Çünkü bu sistem, herkesin zenginleşmesine izin vermez. Herkes zenginleşirse fabrikalarda kim çalışacak? Kapitalistler sattıkları ürünleri bizzat kendileri üretemeyeceklerine göre, zengin olamayan ve iş gücünü satmak zorunda olan bir işçi sınıfının varlığı gereklidir. [30] İşçi sınıfının varlığı, yanında zorunlu olarak bir işsizler ordusunun varlığını birlikte getirir.
Toplumsal, tarihsel deneyim bize şunu anlatmaktadır: Üretim sonucunda elde edilen gelir, tümüyle sosyal adalete dayalı bir biçimde paylaşılmasa bile, Malthus’un teorisinde ortaya konulan görüşlerin aksine, kapitalist toplumda sosyal devlet politikalarıyla, işsizlik ve yoksulluk sorununu hafifletmek ve insanların büyük bir sefalete sürüklenmelerini önlemek mümkündür. Dahası, yoksullara ayrılan kaynaklar toplumun ekonomik-sosyal dengesini bozmaz; aksine, toplumsal yapının daha istikrarlı bir hale kavuşmasını sağlar. Yine deneyimler göstermiştir ki, kapitalizm işsizlik ve yoksulluk sorununa köklü bir çözüm getiremez. Üretim araçları üzerinde kapitalist özel mülkiyet sürdükçe, işsizlik ve yoksulluğu tümden ortadan kaldırmak mümkün değildir.
2.3 - Faşizm ve Maltusçuluk
Malthus’un fikirleri ‘’Yeni Malthusçuluk’’ olarak 20. yüz yıla farklı biçimlerde taşındı. I. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan faşizmin ideolojisinin oluşumunda da, bu fikirlerin -direk yada dolaylı- önemli bir etkisi vardır.
Bilindiği üzere, faşizmin; en önemli düşünsel kaynaklarından birisi Sosyal Darwinizm’dir.[31] Darwin, evrim teorisinin temelini oluşturan ‘’varolma savaşına dayalı doğal seleksiyon’’ teorisini oluştururken, Malthus’un ‘’Nüfus Teorisi’’inden yararlanmıştı. Darwin’in kendisi bizzat bunu ifade etmişti: ‘’Varolma Savaşı, …Bu, hayvanlar ve bitkiler aleminin tümüne uygulanmış Malthus Öğretisidir.’’[32] Engels, Darwin’in evrim teorisinin başka kaynaklarının da olduğunu belirtiyor:
‘’Varolma savaşımı ile ilgili tüm Darwin teorisi, Hobbes'un bellum omnium contra omnes (Herkesin herkese karşı savaşı) teorisini ve burjuva ekonomisinin rekabet teorisini, ayrıca Malthus'un nüfus teorisini toplumdan canlı doğaya aktarmaktan başka bir şey değildir.’’[33]
Dünyadaki organik varlıkların, doğal koşulların etkisiyle, basitten karmaşığa doğru değişerek geliştiklerini ve türlere ayrılarak çoğaldıklarını tespit eden Darwin; evrimin, ‘’varolma savaşı’’ içinde oluşan ‘’doğal seçilim’’ yoluyla gerçekleştiğini belirtir. Değişen çevre koşullarına en iyi uyum sağlayan ve yiyecek bulmada hemcinslerine göre daha başarılı olan organik varlıklar, hayatta kalıp çoğalıyorlardı. Koşullara uyum sağlayamayanlar ve zayıf duruma düşenler ise yok olup gidiyorlardı. Varolma savaşı içerisinde değişim geçiren organik varlıklar, bu değişimi kalıtsal kodlarla yeni kuşaklara aktararak yeni türlerin oluşmasını sağlıyorlardı. Darwin varolma savaşını şöyle açıklıyordu:
‘’Varolma savaşı, bütün organik varlıkların büyük oranda çoğalma eğiliminde olmasının kaçınılmaz sonucudur. Doğal ömrü boyunca birçok yumurta ya da tohum üreten her yaratık, ömrünün bazı dönemlerinde, bazı mevsimlerde ya da olağandışı yıllarda yıkıma uğrar; yoksa, sayısı geometrik dizi ilkesine göre öylesine aşırı bir hızla artardı ki, döllerini hiç bir ülke besleyemezdi. Bundan ötürü, yaşayabilecek olandan daha çok birey üretildiği için, varolma savaşı her durumda, bir bireyle aynı türden başka bireyler arasında, ayrı türlerin bireyleri arasında, ya da fiziksel yaşam koşullarına karşı, vardır.’’[34]
Darwin’in doğal yaşama ilişkin varolma savaşı teorisi, bazı sosyologlar tarafından sosyal yaşama aktarıldı. Onlar, ekonomik ve sosyal yaşamı, doğadaki gibi ‘’varolma savaşı’’ temelinde ele alıp yorumladılar. Bireyler, sosyal gruplar ve uluslar arasında yaşanan bu savaşta; güçlü olan ayakta kalacak, zayıf olan yok olup gidecekti. Faşizmin toplumsal yaşama bakışını ve ideolojik-politik çizgisini şekillendiren en önemli düşünsel kaynaklardan birisidir bu.
Faşist hareketler, ‘’varolma savaşı’’nın esas olarak uluslar arasında yaşandığını ileri sürüyorlardı. Onlara göre insanlar; tarihin başlangıcında, bir kavime ya da ulusa mensup olarak doğmuşlardı ve asıl ‘’varolma savaşı’’ uluslar arasında yaşanıyordu. Bu mücadelede, ulusal devlet çatısı altında birliğini sağlamış ve her alanda güçlenmiş olan uluslar ‘’varolma savaşı’’nı kazanacaklardı. Zayıf uluslar ise yenilecekler ve nihayetinde yok olup gideceklerdi. Faşist hareketler için, güçlü ulusların zayıf ulusları savaşarak yok etmeleri ve kendi yaşam alanlarını genişletmek için başka halkların topraklarını işgal etmeleri; doğal ve meşru bir haktı. Bu hakkı onlara veren, doğanın ‘’varolma savaşı’’ yasasıydı. Açıktır ki, faşizm doğadaki ‘’varolma savaşı’’na öznel bir faktör; yani bilinç faktörü katmış ve ‘’varolma savaşı’’nı ‘’yoketme savaşına’’ dönüştürmüştür.
Faşizm, kapitalizmin ekonomik ve siyasal krizine çözüm bulmak hedefiyle; hayvanlar dünyasının yasalarını insan toplumuna uygulamıştır. İşçi sınıfı ile sermaye arasındaki sınıf çelişkilerinin ve mücadelesinin şiddetlenmesi ve emperyalist ülkeler arasındaki pazar paylaşım mücadelesinin açık bir savaşa dönüşmesi sonucunda oluşan kaotik ortam, faşizme, insanlığın binlerce yıldır yaşadığı toplumsal evrimle kazandığı değerleri bir kenara itme ve hayvan toplumunun yasalarını uygulama olanağı tanımıştır. Faşizm her şeyden önce, insan zekasını ve aklını; milliyetçi, mistik bir söylem ve yalan üzerinden geliştirilen propaganda ile büyük ölçüde devre dışı bıraktı. Birey olarak insanın iradesini yok edip, insanı devletin ve onun şefinin komutlarıyla hareket eden organik varlıklara dönüştürdü. Bu sürece yeniden hayvanlaşma süreci diyebiliriz. Faşizm ulusları, böylesi bir otoriter ve totaliter yapılanma ve diğer uluslara düşmanlık temelinde yeniden organize edip, vahşi bir savaş gücüne dönüştürdü. Ve nihayet milyonlarca insanın yok edilmesine yol açan bir savaş başlattı. Bu yapı ve kültürün, insanlığın eşitlik, özgürlük, dayanışma ve işbirliğine dayanan sosyal değerlerine tam anlamıyla zıt olduğu ve insan toplumunu hayvan toplumuna doğru geriye götürdüğü açıktır. Bu nedenle faşizm; kapitalist toplum koşullarında, hayvanlaşmanın felsefesi, ideolojisi, siyaseti ve uygulaması üzerinden yükselen gerici bir hareketin kurduğu siyasal bir rejimdir.
Faşizm, ‘’varolma savaşı’’ teorisini, sadece diğer uluslara karşı yürütülen savaşlara bir meşruiyet zemini oluşturmak için kullanmadı. İç yapıda da; sosyal politikalar ve muhaliflere karşı mücadele alanlarında; bu anlayış belirleyici bir rol oynadı. Nazi faşizmi döneminde, toplama kamplarında toplanan Yahudiler, komünistler, diğer muhalifler ve savaş esirleri iş yapabilir durumda olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrıştırıldı. İş gücü yetersiz olan insanlar katledilerek ortadan kaldırıldı. Kamplarda tutulan insanlar ise, ancak iş görebildikleri ya da yararlı oldukları sürece yaşıyorlardı. Kapitalizmin iş gücünden faydalanmadığı atları mezbahaya göndermesi gibi bir durumdur bu. Faşizmin bu uygulaması aslında sadece Yahudilere, esirlere ve muhaliflere özgü bir uygulama değildi. Alman ulusu içinde de, fiziksel ve ruhsal engelleri olanlar ve ağır hastalar işe yaramaz kategorisine konulup yok ediliyorlardı. Nazi toplama kamplarının pek çoğunun kapısında, ‘’Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgürleştirir) sloganı yazılıydı. Toplama kamplarında çalışma ile özgürleşme arasında hiçbir bağ kurulamazdı. Doğrusu, Naziler burada özgürlükten değil, hayatta kalmaktan bahsediyorlardı. Aslında söylenen şuydu: ‘’Çalışabildiğin kadar yaşarsın.’’
Kuşkusuz faşizm süreci, kapitalist toplumun gelişme çizgisinde olağanüstü bir dönemi ve olağanüstü uygulamaları ifade ediyor. Kapitalizmin kriz yaşadığı olağanüstü dönemlerde ortaya çıkan faşizmin uç noktaya vardırdığı uygulamalardan hareketle, kapitalizmin tarihsel olarak mutlak anlamda toplumsallaşmayı yadsıdığını ve işçi nüfusunu ya da nispi aşırı nüfusu özel olarak yok etmeye çalıştığını ileri süremeyiz. Sermaye, artı değerin kaynağı olan canlı insan emeği olmadan var olamaz. Ayrıca, işçi sınıfı sadece üretici bir güç olarak değil, aynı zamanda oluşturduğu tüketim talebi açısından sermaye için önemlidir. Bu nedenle işçi sınıfının nüfusunun göreceli olarak çoğalması ve sürekli bir biçimde hazırda bekletilen yedek sanayi ordusunun varlığını sürdürmesi, sermaye için gereklidir. Fakat yukarıda belirttiğimiz gibi bu gereklilik, üretimdeki iş gücü talebiyle belirlenmiş ve sınırlandırılmıştır. İşte bu sınırın ötesi, insanlık için tehlike çanlarının çaldığı alandır. Bu gereklilik sınırını insanlık için tehdit olmaktan çıkaracak olan tek dinamik, insanın bilinçli müdahalesi, yani bizzat işçi sınıfının, sosyalist hareketin ve toplumsallaşmış insanlık değerlerine sahip tüm insanların mücadelesidir.
Faşizmin olağanüstü bir süreç olduğunu ve bu anlamda kapitalizmin olağan işleyiş ve uygulamalarından ciddi farklılıklar taşıdığını belirtik. Ancak nihayetinde faşizm kapitalist üretim ilişkileri üzerinden gelişir. Toplum üzerinde tekelci büyük sermayenin hegemonyasının kurulması, sermaye birikiminin genişletilmesi ve emperyalist yayılmacılık, faşizmin varoluşunun temellerini oluşturur. Büyük kitlesel kıyımlara yol açan soykırımların ve savaşların kaynağı da bu temeldir. Dolayısıyla; kapitalizmin krizi konjonktüründe ortaya çıkan faşizmin uygulamaları, makineleşme ve otomasyonun gelişmesiyle; nihai krize doğru hızla sürüklenen kapitalizmin yol açabileceği sonuçlar hakkında bize önemli ipuçları sunabilirler. Üzerinde odaklanılması gereken soru şudur: Faşizm konjoktürünün ‘’çalışabildiğin kadar yaşarsın‘’ ilkesi, gelecekte kapitalizmin ve kapitalizm sonrası ‘’toplumun’’ olağan ilkesi haline gelebilir mi?
2.4 – Marx ve Engels’in Malthus ve Sosyal Darwinizm eleştirisi ve sundukları alternatif
2.4.1- Dünya nüfusunu besleyecek yeterli geçim araçlarını üretmek mümkündür
Marx ve Engels, Malthus’un teorisini dayandırdığı gerekçeleri belli bir ölçüde geçerli; ancak onun bu gerekçelerden hareketle vardığı sonuçları ve çözümleri tümden yanlış buluyorlardı. Onlar, bu yanlış çıkarsamalara karşı sert bir ideolojik ve teorik mücadele yürüttüler. Tarih, onların Malthusa karşı eleştirilerini neredeyse tümüyle haklı çıkartmıştır. Malthus’un çıkardığı sonuçlar ve önerdiği çözümler, bugün bilimsel açıdan neredeyse tümüyle geçerliliğini yitirmişlerdir.
Engels Malthus’un ‘’azalan toprak verimi ve geçim araçlarının sınırlılığı’’ ilgili görüşlerini şöyle eleştiriyordu:
" Toprak üretkenliğinin aritmetik diziyle arttığı nerede tanıtlanmış? Toprak alanı sınırlıdır. Bu, çok doğru! Bu toprak yüzeyinde istihdam edilecek işgücü, nüfusla birlikte artar. Hatta tutalım ki, emekteki artışın neden olduğu verim artışı her zaman emek artışına orantılı olarak artmıyor olsun: gene de üçüncü bir öğe daha vardır ki, bu, kuşkusuz iktisatçıların asla önem vermedikleri ve ilerlemesi, en az nüfus kadar hızlı ve onun gibi kesintisiz olan bilimdir.’’[35]
‘’İnsanlığın elinde bulunan üretici güç ölçüsüzdür. Toprağın üretkenliği sermaye, emek ve bilimin uygulanmasıyla ad infinitum (sınırsızca) artırılabilir.’’[36]
Günümüzde makineleşme, sulama, gübreleme ve ilaçlama alanındaki ilerlemeler, kısaca bilimsel tarımın ve hayvancılığın gelişmesi, tarımsal üretimde verimin çok yüksek bir düzeye çıkarılmasını sağlamıştır. Bu gelişmenin, kapitalizmin kâr hırsı ve insanlığın yetersiz çevre bilinci nedeniyle doğanın tahribatı pahasına gerçekleştiği elbette doğrudur. Buna rağmen, edinilen deneyimler, doğa dostu bir üretimin de mümkün olduğunu yeterince kanıtlamaktadır. Dünyada geçim araçlarının üretimi, tüm nüfusu besleyebilecek bir düzeydedir. Dahası, geçim araçları adil bir şekilde paylaşılabilseydi, yer yüzünde açlık ve yoksulluk sorunu kalmazdı. Elimizde bu sonuca ulaşmamızı sağlayacak pek çok veri vardır. İşte o verilerden bir tanesi: Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü'nün (SIPRI) verilerine göre dünya genelinde 2002-2016 yılları arsında silah ve askeri malzemeye harcanan paranın tutarı 5.265 trilyon dolardır.[37] Silah ve askeri malzemelere harcanan bu devasa kaynak; büyük ölçüde çöpe atılmış servet demektir. Bu kadar büyük bir kaynağı çöpe atan dünyanın; yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldıracak birikime sahip olmadığını söylemek anlamsızdır.
Dünyada tüm nüfusu besleyebilecek düzeyde -hatta daha fazla- geçim aracının üretildiği doğrudur. Fakat kabul etmeliyiz ki, dünyada hala bir açlık ve yoksulluk sorunu vardır.[38] Dahası günümüzde, akut açlık ve sağlıksız beslenme sonucunda; yoksul ülkelerde hala binlerce insan yaşamını yitirmektedir. Bunun nedeni, Malthus’un ileri sürdüğü gibi, ne aşırı nüfus ne de toprağın verimsizliğidir. Bu sorunun kaynağı, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti sonucunda, üretimden elde edilen ürünlerin adaletsiz paylaşımıdır. Bu nedenle, yeterli miktarda geçim aracı üretilse de, sosyal zorunluklardan dolayı insanlar bu geçim ürünlerine erişememektedirler.
Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde durum bugünkünden esasta farklı değildi. Onlar, kapitalizmin doğasının; işsizlik ve yoksulluk ürettiğini ve bunun insan nüfusu üzerinde sınırlayıcı bir etkide bulunduğunu görüyorlardı. Ancak, tam da bu nedenle onlar, kapitalizmin bu özel çıkara dayanan bencil doğasını toplumsallaşmış insan doğasına aykırı buluyorlardı. Yoksulluk bir doğa yasası ve kader değildi. Üretim ilişkilerinin ve onların özel biçimi olan mülkiyet ilişkilerinin düzenlenmesiyle, bu sorunu köklü bir biçimde çözmek mümkündü. Bu nedenle Marx ve Engels, kapitalist üretim ilişkilerinin bir sosyal devrimle ortadan kaldırılması gerektiğini belirttiler. Bunun yanı sıra; kapitalizm koşullarında, işçi sınıfının; yaşam koşullarının iyileştirilmesini hedefleyen, ücret artışı ve sosyal-siyasal reformlar mücadelesinin gerekliliğini her zaman vurguladılar ve bu mücadeleyi desteklediler. Malthus ise tam tersine kapitalist toplumun ekonomik-sosyal hareket yasalarını doğa yasaları olarak kutsayıp, yoksulluk ve açlığı insanlara karşı bir seleksiyon silahı olarak kullanmayı öneriyordu. Malthus’un bu anlayışı ve tutumu, 18. ve 19. yüz yıllarda köleliğin ABD’de ve dünyanın pek çok yerinde hala objektif bir gerçeklik olarak var olduğunu tespit edip, bu ilişkiyi bir doğa yasası olarak tanımlamak ve sürdürülmesi gerektiğini söylemekle özdeştir.
Engels teorik olarak insanlığın bir aşırı nüfus sorunuyla karşılaşma olasılığını kabul eder. Bu durumda nüfus planlamasının gerekli olabileceğini de söyler. Fakat bu planlamanın, Malthus’un ‘’doğal yasası’’nda hükmedildiği tarzda bir seleksiyonla değil, toplumun tüm kesimlerinin kendi iradeleri ve kararıyla yapılabileceğini belirtir. Engels, komünist toplumda aşırı nüfus sorununa nasıl bir çözüm getirilecektir sorusuna, bir mektubunda şöyle bir cevap verir:
‘’Elbette insan sayısının, sınırlamayı gerektirecek oranda artma olasılığı soyut olarak, vardır. Ama eğer komünist toplum herhangi bir evrede insanların çoğalmasını, tıpkı üretimi olduğu gibi, düzene sokma zorunluluğunda kalırsa, bu işi, hiç bir güçlükle karşılaşmaksızın bizzat ve yalnızca bu toplum yapacaktır.’’ [39]
2.4.2 – Hayvanlar dünyasının yasaları insan toplumuna uygulanamaz
Marx ve Engels, Darwin’in doğadaki biyolojik varlıkların evrimi teorisini ve özel olarak varolma savaşı teorisini, tek yanlı ve eksik görseler de, temelde doğru buluyorlardı. Engels, doğada organik varlıklar arasında sadece mücadele ve çatışma yaşanmadığını; aynı zamanda işbirliği, tamamlama ve uyum ilişkisinin de olduğunu belirtir. Dolayısıyla, canlı türler arsındaki ilişki ya da tek tek canlı varlıkların kendi aralarındaki ilişki, sadece; ‘’herkesin herkesle savaşı içinde karşılıklı yok etme ilişkisi’’ne indirgenemezdi. Bitkilerin hayvanlara oksijen; tersinden hayvanların da bitkilere gübre sağlaması; ya da arıların çiçeklerden nektar toplarken aynı zamanda onların polenlerini diğer çiçeklere aktararak bitkilerin döllenmesine hizmet etmeleri gibi örnekler, Engels’in tespitini doğrular. Kısacası doğadaki varolma savaşı çok yönlü ve karmaşık bir süreçtir. Fakat kabul etmek gerekir ki, doğal yaşam esas olarak işbirliği ve uyum ilişkileri üzerinden değil, mücadele üzerinden evrimleşir.
Marx ve Engels, Darwin’in geliştirdiği ‘varolma savaşı yoluyla doğal seçilim’ teorisinin, toplumsal yaşama uyarlanmasına karşı net bir tavır almışlardır. Onlar, 19. yy sonlarında Sosyal Darwinizm kavramıyla ifade edilen bu görüşleri esastan ret ettiler. Engels şöyle diyordu:
‘’İnsan ve hayvan toplumları arasındaki esas fark, hayvanların olsa olsa toplayıcı olabilmelerine karşılık, insanların üretici olmalarıdır. Sadece bu tek ama çok önemli ayrım bile, hayvan toplumlarına ait yasaların insan toplumlarına geçirilmesini olanaksız kılar.’’ [40]
Üretim insanlara özgü, bilinçli bir faaliyettir. Engels üretimi, insanları ‘’hayvanlıktan insanlığa yükselten, bütün öteki faaliyetlerinin maddi temelini meydana getiren faaliyet’’[41] olarak nitelendiriyordu. Doğayı ve onun hareket yasalarını kavrayan insan, doğal varlıkları ve güçleri, kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirdi. Bu değiştirme işini yapabilmek için de; araçlar geliştirip kullandı. Kısacası insan; zekasıyla doğayı kavramış ve onun üzerinde etkide bulunarak onu tam istediği düzeyde olmasa da, değiştirmiştir.
Hayvanlar büyük ölçüde içgüdüye dayanan etkinlikleri ve maddi varlıklarıyla doğa üzerinde etkide bulunurlar.[42] İnsanın doğa üzerindeki etkisi büyük ölçüde bilinçlidir. İnsan, biyolojik varlığı için gerekli yaşam maddelerini doğadan sağlar, ancak çoğunlukla bunları hazır bir şekilde bulamaz. Kaynağı doğada olmakla birlikte, maddeyi kendi emeğiyle işleyerek geçim araçlarına dönüştürür. Bu üretim ilişkisinde insan hala temelde doğaya bağımlıdır, ancak bilinçli değiştirme faaliyetiyle doğal güçleri kontrol edip yönlendirerek; aynı zamanda doğaya hükmetmiş ve ondan özerkleşmiştir. Özerkleştiği ölçüde de; özgürleşmiş ve nesne olmaktan kurtularak özneleşmiştir. İnsan toplumu görece özerk ve özgür olan bu alanının üzerine kurulmuştur. Hayvan toplumu bu özerkliği kazanamadığı için, hala esasta doğanın yasalarının hükmü altında yaşar. Örneğin, bir coğrafyada kuraklık yaşandığında, bu; o bölgedeki hayvanların ve bitkilerin tümünün ya da en azından çoğunluğunun susuzluktan yok olmasına yol açabilir. Fakat insan toplumu susuzluğa karşı çözümler üretebilir. Su depolayarak ya da çok uzaklardan kanallar yoluyla su temin edebilir. Bu şu anlama geliyor: İnsan, doğa yasalarının kendisi üzerindeki sınırlayıcı etkilerini önemli ölçüde ortadan kaldırma gücüne sahiptir. Dolayısıyla insan sadece biyolojik bir varlık değil; aynı zamanda öznel ve toplumsal bir varlıktır. Doğadan özerkleştiği andan itibaren, insanın sadece biyolojik bir varlığa indirgenmesi, iki ayağı üzerinde yürüyen insanın tekrar dört ayağı üzerinde yürütülmesi demektir.
Engels; insanın hayvanlıktan insanlığa geçişini ve doğa insan ilişkisinin; nesne-nesne ilişkisinden özne-nesne dönüşümünü çarpıcı bir biçimde şöyle ifade ediyor:
‘’İnsanla ile birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar ve bu tarihe, bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde, kendi tarihlerini, bizzat, bilinçle yaparlar, umulmayan etkenlerin, kontrol edilmeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi o ölçüde azalır, tarihi başarı önceden saptanmış amaca o ölçüde tam olarak uygun düşer.’’[43]
Diyebiliriz ki, insanın sadece biyolojik bir doğası yoktur, aynı zamanda toplumsal-kültürel doğası vardır. Tıpkı doğanın hareket yasaları gibi, toplumsal-kültürel doğanın da kendine özgün hareket yasaları vardır. Bu anlamda, hayvanlar dünyasının yasalarının birebir insan toplumuna uygulanması, insanın yaşadığı özgün evrim sürecinin; bu süreçle birlikte oluşan toplum doğasının ve insanın kazandığı özerkliğin yadsınması demektir. O halde insanın evriminden bahsederken aslında, birbirine bağlı ancak birbirinden görece özerk olan iki alanın, insanın biyolojik evrimi ile insanın toplumsal-kültürel evriminin bir bileşkesinden bahsediyoruz. İnsanın evrimi; doğadaki organik varlıkların evrimi ağacının özerk ve kendine özgü bir dalıdır.
İnsanın sosyalleşme düzeyi, hayvanlarla kıyaslanmayacak derecede yüksektir. İnsan sadece doğanın yasalarını keşfederek doğayı değiştirme ve düzenleme gücü kazanmamıştır. Aynı zamanda toplumun gelişme yasalarını kavramış ve toplumsal yapıyı ve ilişkileri tam istediği düzeyde olmasa da düzenlemiş ve davranışlarını yönlendiren değerler yaratmıştır.
İnsanlarda sosyal bilinç yükseldikçe, sosyal sorumluluk, dayanışma ve yardımlaşma kültürü de gelişmiştir. Doğru; bugüne kadar gelmiş sınıflı toplumların tarihi; bir yanıyla, vahşi hayvanlar gibi birbirilerine karşı mücadele eden, insanların, sınıfların ve ulusların tarihidir. Ancak bu tarih diğer yanıyla, elbirliğinin, ortakçılığın, dayanışmanın, doğal ve sosyal zorunluklara karşı mücadelenin de tarihidir. İnsanın bu alanda büyük bir yol kat ettiğini, toplumsallaşmış insanlık değerlerinin oluştuğunu söylemek zorundayız. İnsan toplumları bu sosyal ve dayanışmacı yanlarını geliştirdikçe, hayvanlar aleminden kopup insanlaşmışlardır. Toplumsallaşmış insanın doğasında, doğal ve sosyal zorunluklara teslim olmak, geçim araçlarının sınırlılığını yoksul ve çaresiz insanların bilinçli bir şekilde yok edilmesine gerekçe yapmak, zayıfları ölüme terk etmek yoktur. Tersine, bireysel yaşam mücadelesinde olduğu gibi; çalışma ve mücadeleyle olanakları geliştirerek zorunlukları aşma; işbirliği, paylaşma ve dayanışmayla yaşamı koruma kültürü vardır. Doğada zayıf ve hasta olan canlı kaderiyle baş başa kalır, ancak insan toplumunda kural olarak, zayıf kollanır, hastaya bakılır ve iyileştirilmeye çalışılır. İnsan türünün bugüne kadar var olmasını ve giderek gelişmesini sağlayan en önemli dinamik, bu sosyal kültürdür.
Hayvanların dünyası ile insan toplumu arasında yukarıda belirttiğimiz farklılıklara rağmen, Engels’in ‘’hayvan toplumlarına ait yasaların insan toplumlarına geçirilmesini olanaksız’’ kabul eden görüşüne bir şerh düşmek gereklidir. Bu tespit, insanın tümden hayvan dünyasından koptuğunu ifade eder. Aslında Engels, insanın henüz tam anlamıyla hayvanlar dünyasından kopmadığını, bunun daha uzun bir süreç alacağını gayet iyi biliyordu. Fakat sanırız Malthusçuluğun oluşturduğu tehdide karşı hassasiyet, onu, çubuğu bir yana doğru biraz fazla bükmeye götürmüştür. Halbuki, objektif olarak insan toplumlarının hala hayvan toplumlarının bazı özelliklerini taşıdığını belirtmekle, bu özelliklerin anti-sosyal karakterini ortaya koymak ve insan toplunun yaşamında ve yönetiminde bu özelliklerin etkisini ortadan kaldırmaya çalışmak ayrı ayrı şeylerdir. Örneğin sosyalistler, insan toplumlarında sınıf mücadelesinin varlığını kabul ederler. Ki bu mücadele bir tür yaşama mücadeleine yol açar. Ancak sosyalistler, sınıflar arsındaki farkları, eşitsizliği ve mücadeleyi, Malthus ya da diğer burjuva ideologları gibi değiştirilemez bir doğa yasasının ürünleri ya da kader olarak görmezler. Sosyalistler sınıfları ve onlar arsındaki mücadeleyi görürler ve bu yapıyı ortadan kaldırmak için mücadele ederler. Nitekim komünistler açısından insanlığın gerçek tarihi, dünya üzerinde sınıfsız toplumun kurulmasıyla başlar. Marx’ın ‘toplumsallaşmış insanlık’’ olarak tanımladığı bu aşamada, sınıflı toplumlarda insanlar arasında var olan rekabet ve çatışma ilişkisinin yerini kollektif çalışma ve dayanışma alır.
Hiç kuşkusuz, insanın özne olma hali ve toplumsal yaşam kültürü nedeniyle, hayvan toplumunun gelişim yasaları birebir insan toplumuna uygulanamaz. Ancak insanın tümden hayvanlar dünyasından koptuğunu ve doğal koşulların etkisinden kurtulduğunu da söyleyemeyiz. İnsanın bilim ve teknik sayesinde doğal zorunluluklardan önemeli ölçüde kurtulduğunu ve dolayısıyla hayvanların yaşadığı düzeyde doğal koşulların yönlendirdiği bir evrim süreci yaşamadığını söylemek doğrudur. Ancak, özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumların yapısı, belli bir ölçüde, hayvan toplumlarının özelliklerini taşır. Üretim ilişkileri üzerinden gelişen eşitsizlik ve sınıflar mücadelesi, bu toplumlarda bir yaşam mücadelesine yol açar. Elbette bu mücadele, olağan zamanlarda; hayvanlar dünyasında yaşanan fiziksel mücadeleden çok, esasta ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkiler zemininde sürdürülür. Fakat bu mücadele, kriz ve savaş dönemlerinde tıpkı hayvanlar dünyasında olduğu gibi bir varolma savaşına hatta onu da aşan bir barbarlık düzeyine ulaşır.
Özellikle kapitalist toplum, insanın karşısına doğal zorunluklardan farklı olarak, sosyal zorunluluklar çıkartmıştır. Buna bağlı olarak, toplumsal koşullar insanın evriminde önemli bir rol oynama başlamıştır. Geçim araçlarının sınırlılığı ya da bu araçlara erişim zorluğu insanlar ve sosyal gruplar arasında bir yaşam mücadelesine elbette yol açmaktadır. Fakat insanlık tarihinin uzun bir kesitinde insanları, sınıfları ve ulusları birbirileriyle rekabete ve savaşa iten en önemli etken, geçim araçlarının sınırlılığı değil, zenginliğin biriktirilmesi isteği ve faaliyetidir.
Kapitalist toplumda, geçim araçlarına erişim noktasında var olan zorluklarından bahsedebiliriz, (ki bu zorluklar doğal olmaktan çok sosyal zorluklardır) ancak geçim araçlarının sınırlılığından bahsetmek mümkün değildir. Engels’in belirttiği gibi, günümüzde insanlar sadece var olmak için üretmiyorlar ya da mücadele etmiyorlar. Aynı zamanda zevk ve gelişmek için üretiyorlar ve mücadele ediyorlar. Bu nedenle ihtiyaçlarından fazlasını üretiyorlar, üretilen bu fazla ürünü satıyorlar ve özel mülk olarak sınırsızca biriktiriyorlar.
Daha iyi yiyeceğe ya da daha iyi barınağa sahip olma isteği, belki bazı hayvan türlerinde de vardır, ancak hayvanların bunu özel ve bilinçli bir amaç haline getirdiklerini söylemek mümkün değildir. Ancak insanların böyle bir amacı vardır. Aşırı noktalara taşınmadığı sürece bu olumsuz bir istem değildir. Fakat, ürünleri değiştirmek ve zenginliği sınırsızca biriktirme isteği ve faaliyeti, hemen hemen tümüyle insanlara özgüdür. İlginçtir, bu özellik hayvanlar dünyasından bir kopuşu ifade eder, ancak olumlu, pozitif anlamda değil; negatif anlamda bir kopuştur bu. Sınırsız özel mülk edinme isteği ve faaliyeti, zaman zaman insanlar arasında hayvanlar dünyasında yaşanan varolma savaşından daha şiddetli ve büyük bir çatışmaya ve yıkıma yol açmaktadır. İnsanlık tarihinde yaşanmış savaşları; ama özellikle son iki dünya savaşını hatırlayalım. Görüyoruz ki, insan varolma savaşını, zenginleşme, güçlenme ve hükmetme savaşı düzeyine, şiddet ve kötülüğü ise, barbarlık düzeyine yükseltmiştir. Hayvanlar dünyasında bildiğimiz anlamda bir uygarlıktan bahsedilmez, ancak böylesi bir barbarlıktan da bahsedilemez.
Kısaca özetlersek, toplumsal bir varlık olması; insanı doğadan kopartmaz ve evrim sisteminin dışına çıkartmaz. Ancak, evrimi durdurmak imkansız olsa da, çevre koşullarını ve toplumsal yaşam koşullarını değiştirerek, düzenleyerek evrimi göreceli olarak düzenlemek ve yönünü değiştirmek mümkündür. Darwin, evcil hayvanların evriminde, insanların müdahalesinin ve seçme etkisinin bu süreçte önemli bir rol oynadığını, örneğin; yabani hayvanların sahip olduğu doğal içgüdülerin evcilleşmenin etkisiyle yitirildiğini[44] belirtir. İnsan evcil hayvanların en verimli olanlarını çoğaltma eğiliminde olsa da, zayıf olanları da koruyabilmektedir. Evcil hayvanlar, doğada yaşayan hayvanların aksine, yiyecek için şiddetli bir mücadele yürütmek zorunda da değildirler. Çünkü bu ihtiyaçları büyük ölçüde insanlar tarafından karşılanmaktadır. Bu nedenle Darwin, doğal ortamda gelişen seçilimi, insan eliyle oluşan seçilimden ayırmak için, doğal seçilim kavramını kullanmıştır. Bütün bu örnekler bize, insanın sosyal yaşam koşullarının değişmesiyle, yaşadığı evrim sürecinin de bir değişim yaşayacağını anlatıyır.
İnsan, bilim, teknik ve üretime dayanarak toplumsal yaşamın koşullarını, henüz istenilen nitelik düzeyine ulaşmamış olsa da, iyileştirmiş ve düzenlemiştir; bu temelde, insanın evrimine etki eden çevre ya da sosyal yaşam koşulları da önemli bir değişim geçirmişlerdir. İnsan diğer organik varlıkların yıkımına yol açan doğal felaket ve yetersizliklerin etkisini en aza indirerek, insanların doğal nedenlerle bir kırıma uğramalarını da büyük ölçüde önlemiştir.
Tıp özellikle de genetik alanında kaydedilen ilerlemeler ise, insanı, neredeyse evrime meydan okuyacak düzeye getirmiştir. Bu ilerlemelerden tüm insanlık eşit düzeyde yararlanmasa da, insanlığın yaşam koşullarını değiştirme gücünü gösterme açısından son derece önemlidirler.
Bu durumda, insanın özgün bir evrim süreci yaşadığını ve hayvanlar dünyasının evrim yasalarının, birebir ve hatta büyük ölçüde; insan toplumlarına aktarılmasının doğru olmadığını söyleyebiliyoruz. En önemlisi de; insanın doğal koşullara teslim olması ve evrim sürecinde bir nesne gibi sürüklenmesi gerektiğini öneren görüşler, insanın yaratıcılığını, dönüştürücü iradi gücünü ve sosyal karakterini yadsıyan ve sosyal ilerlemeyi engelleyen bir niteliğe sahiptirler.
2.4.3- Yoksulluk bir doğa yasası değil, toplumsal bir sorundur
Marx ve Engels’in Malthus’a yönelttikleri en önemli eleştiri; onun, yoksulluğu; doğanın yarattığı bir sorun, yani bir ‘’doğa yasası’’ olarak gören fikirlerine yöneliktir. Sermaye birikimi sürecinin bizzat işsizliği ve yoksulluğu ürettiğini; yukarıda Marx’tan aktardığımız pasajlarda ve günümüzün ekonomik verilerinden görmüştük. İşsizliğin ve yoksulluğun kaynağı bizzat kapitalist üretim tarzının kendisidir. Üretimin büyük fabrikalarda ve işçilerin kollektif faaliyetiyle gerçekleştirildiği ve tüm üretim birimlerinin üretim ilişkileri ağıyla birbirine bağlandığı, yani üretimin sosyal bir niteliğe büründüğü koşullarda, Malthus’un yaptığı gibi; işsizliği ve yoksulluğu, bireysel bir sorun, dahası kaderin ya da doğanın tek tek bireylere yüklediği bir suç olarak görmek, elbette absürd bir yaklaşımdır. Sosyal gerçeklik ortadadır: Çağdaş toplumlarda, işsizlik ve yoksulluk sorunu, temelde toplumsal bir sorundur.
Marx ve Engels, çalışmanın insanlar için önemini ve insanlığın gelişmesi üzerindeki etkisini Malthus’tan ve tüm burjuva iktisatçılarından çok daha iyi biliyorlardı. Yemek ve içmek insan için doğal zorunluklardır; çalışmak ise, bu zorunlukların bileşkesi düzeyinde bir zorunluluktur. Marx’ın deyimiyle çalışmak ''hayatın temel zorunluluğudur". Fakat, insanın nasıl ve hangi şartlarda çalışacağı ve çalışmanın sonucunda elde edilen ürünün nasıl paylaşılacağı sorunu temel bir sorun olarak insanlığın önünde durmaktadır. İnsan bir köle olarak efendisinin hizmetinde; onun malı statüsünde ya da bir feodal beyin toprağında, kişisel bağımlık ilişkisiyle ona rant ödeme zorunluluğu altında çalışabilir. Ya da günümüzde olduğu gibi, işgücünü kapitaliste satarak, onun koyduğu kurallar çerçevesinde fabrikada çalışabilir. Bu son durumda da, işçi üretim araçlarından tümüyle mahrum edilerek, işgücünü satmadan yaşayamaz hale getirilmiştir. İşçi, işgücünü istediği kapitaliste satmakta özgürdür, ancak sonuç olarak bir kapitalistin fabrikasında çalışmak zorundadır. Çünkü kapitalistin fabrikasında çalışmazsa; açlıktan ölür. Kısacası işçiler ekonomik olarak kapitalistlere bağımlıdırlar. Elbette kapitalist de tersten işçiye bağımlıdır. Ancak bağımlılık düzeyleri açısından bile bu sınıflar arasında bir eşitlik yoktur. Kapitalist çalışmasa da, elindeki birikimle uzun süre yaşayabilir, işçi çalışmadan uzun süre yaşayamaz. Kapitalistlerin ekonomik hegemonyası, ideolojik, kültürel ve siyasal hegemonyaya dönüşerek işçileri ve diğer emekçileri kontrol altına alır.
Köle, serf, işçi olarak çalışan insan, her üç durumda da, özgür şartlarda çalışmaktan ve yaşamaktan yoksundur. İnsanın emeği, onun üzerinde bir hegemonya kurulmasına yol açar. Köle, serf, işçi ne kadar çok üretirlerse; onları yönetenler o kadar zenginleşirler ve yönetme güçleri o kadar gelişir. Sınıflı toplumlara özgü bu üretim ilişkileri; özgürlük değil; bağımlılık ve hegemonya üretirler. Bağımlılık ve hegemonyanın olduğu bir toplumda, gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve sosyal refah olamaz.
Bütün bu çalışma biçimlerine alternatif oluşturan ve aslında sosyalleşmiş insanın doğasına daha uygun olan başka bir tarz çalışma seçeneği daha vardır: O seçenek, zorlama olmadan, tümüyle sorumluluk ve gereklilik bilinciyle ve özgür bir insan olarak kendisinin ve toplumun gereksinimleri ve ilerlemesi için çalışma seçeneğidir. Kuşkusuz bu seçenek, sömürünün ve sınıf hegemonyasının ortadan kaldırıldığı; yani hayvanlar dünyasından büyük ölçüde kopmuş insan toplumlarına mensup özgür bireylerin hayata geçirebileceği bir seçenektir.
Kapitalizm, teknolojiyi ve üretim araçlarını geliştirerek, insanlığın önündeki doğal zorunlulukları önemli ölçüde ortadan kaldırmış, dolayısıyla insan toplumunun özgürleşmesinin maddi temellerinin oluşmasını sağlamıştır. Kapitalizm öncesi toplumlarda üretim araçları ilkel olduğundan, çok fazla ürün elde edilemiyordu. Bu nedenle emekçileri hem kendi geçimlerini sağlamak hem de artık bir ürün üretmek için çok uzun süreler boyunca, ağır koşullarda çalışmak zorundaydılar. Emekçilere ancak karınlarını doyuracak kadar ürün bırakılıyor, ürünün fazlası efendilere gidiyordu. Bugün bir işçi, geçmişe oranla daha az emek harcayarak daha çok üretebilmektedir. Buna bağlı olarak günümüzde geçim araçları oldukça bollaşmıştır. Fakat, bu bolluktan ve oluşan refahtan tüm insanlar eşit bir şekilde yararlanmıyorlar. Kapitalist üretim ilişkileri ve onun özel bir biçimi olan mülkiyet ilişkileri, ürünlerin sosyal adalete uygun dağılım ve bölüşümünü engelleyerek, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm insanlığın önüne sosyal zorunluluklar koymuşlardır. Üretim araçlarının sahipleri, işçilere ancak geçinebilecekleri bir ücret ödeyerek onları çalıştırmakta ve işçilerin ürettiği ürünlere sahip olmaktadır. Bu ilişki, nüfusun büyük çoğunluğunun gelirinin ya aynı düzeyde kalmasına ya da giderek azalmasına; diğer tarafta; üretilen zenginliğin giderek az sayıdaki kapitalistin elinde birikmesine yol açmaktadır.
Teknolojinin gelişmesi ve geçim araçlarının bollaşması ve ağır güç harcanmasını gerektirmeyen makineleşmiş üretim sonucunda, normalde işçilerin, diğer emekçilerin ve genel olarak tüm insanların, daha az çalışarak, istikrarlı bir toplum içinde; daha rahat ve müreffeh bir yaşam sürmesi gerekirdi. Kuşkusuz genel olarak, teknolojinin gelişmesiyle göreceli olarak insanlık daha ileri bir refah düzeyi yakalamıştır. Ancak refah düzeyi açısından insanlar arasında büyük bir eşitsizlik vardır. Dahası bu ilerleme istikrarsızdır. Toplumsal ilerleme sık sık tekrarlanan krizlerle bölünen ve nihai anlamda giderek belirsizleşen hatta kötüleşen bir seyir izlemektedir. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, teknoloji ve otomasyon geliştikçe, işçiler ve diğer emekçiler arasında işsizlik ve yoksulluk artmaktadır. Diğer yandan çalışan işçi ve emekçilerin iş yoğunluğu ve hatta çalışma saatleri artmıştır. Bu istikrarsız ve kötüleşen sosyal yaşam koşulları ile, teknolojinin ve üretim araçlarının yüksek gelişmişlik düzeyleri arasında derin bir çelişki vardır. Aslında bu çelişkili durumun temelinde daha derin bir çelişki ‘’toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki’’ yatmaktadır.
Marx bu çelişkili durumu oldukça çarpıcı bir şekilde tahlil etmişti. Uzun ancak okumaya fazlasıyla değer bir bölüm olduğu için, kısaltmadan aktarmak gerekiyor:
’’…kapitalist sistemde emeğin üretkenliğinin yükseltilmesi için kullanılan bütün yöntemler, bireysel emekçinin aleyhine kullanılıyordu; üretimi geliştirme araçlarının hepsi, üreticiler üzerinde egemenlik kurulması ve sömürülmesi araçlarına dönüşüyordu; bunlar, emekçiyi, bir parça insan haline getiriyor, onu makinenin bir parçası düzeyine indiriyor, yaptığı işin bütün sevimliliğini yok ederek nefret edilen bir eziyet haline sokuyordu; bilimin bağımsız bir güç olarak sürece katılması ölçüsünde işçiyi, emek-sürecinin entelektüel yeteneklerinden uzaklaştırıyor; çalışma koşullarını bozuyor, emek-süreci sırasında nefret edilecek bir despotluğa boyun eğmek durumunda bırakıyor; tüm yaşamını yalnızca çalışma yaşamı şekline sokuyor ve karısıyla çocuklarını, sermaye, Juggernaut'un çarkları arasına sürüklüyordu. Ne var ki, bütün artı-değer üretim yöntemleri, aynı zamanda, birikim yöntemleridir; ve birikimdeki her genişleme, bu yöntemlerin gelişmesi için bir araç haline gelir. Bundan da şu sonuç çıkar ki, sermaye birikimi oranında, aldığı ücret, ister yüksek ister düşük olsun, emekçinin yazgısı daha da beter olacaktır. En sonu, nispi artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu, birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan yasa, emekçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Prometheus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Sermaye birikimine tekabül eden bir sefalet birikimi yaratır. Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, aklı yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur.’’[45]
Tarihsel bir eğilim olarak, sermaye, kâr oranını arttırmak ve rekabette başarılı olmak için, üretim araçlarını geliştirip canlı emeğe olan talebi sürekli bir biçimde azaltırken; hem artı değer üretimini hem de toplumsal tüketim talebini düşürüyor. Böylece; ortaya çıktığında küçük üreticileri üretim araçlarında kopararak mülksüzleştiren ve ücretli işçilere dönüştüren kapitalizm, nihai aşamada işçi ve emekçileri işten kopartarak geçim araçlarından da mahrum ediyor ve mutlak bir yoksunluğa itiyor. Bu aslında, kapitalizmin kendi mezarını kendisinin kazması anlamına geliyor. Ancak, kapitalizm sadece kendisini değil; insanlığı da ölümcül bir çelişkinin nihai aşamasına doğru sürüklüyor. Bu kontrolsüz reaksiyon zinciri, toplumun iradi müdahalesiyle bir yerde kesilemezse, sonuçta sadece kapitalizm değil, aynı zamanda insanlık büyük bir çöküş yaşayacaktır.
Bu sürecin tersine çevrilmesi mümkündür ve teknik olarak kolaydır: Üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyet kaldırılıp, tüm üretim araçları toplumsal mülkiyete geçirildiğinde ve bunu tamamlayan özgürlükçü, demokratik bir siyasal düzen kurulduğunda, tüm toplum bilimsel, teknik ilerleme ile sağlanan refahtan eşit bir şekilde yararlanacak ve işçiler, emekçiler geçinmek için daha az çalışacaklardır. Böylece teknik ilerleme toplumun geleceği için bir tehdit olmaktan çıkacak, tersine özgürlüğün ve toplumsal refahın kaynağına dönüşecektir. Bunun için bilimsel-teknik devrimin sosyal bir devrimle tamamlanması zorunludur. Bu gerçekleştirilemezse, var olan çelişki toplumsallaşmayı yok eden bir barbarlığın gelişmesine yol açacaktır.
Dipnotlar
--------------------
[1]''Uluslarası Çalışma Örgütü (ILO), korona virüsü salgını nedeniyle tam veya kısmi işyeri kapanmalarından dünyadaki iş gücünün yüzde 81'inin yani 2,7 milyar çalışanın etkilendiğini açıkladı. ILO verilerine göre yüksek risk altındaki sektörlerde ise dünya çapında 1,25 milyar kişi çalışıyor.''
[2] https://t24.com.tr/haber/imf-baskani-pandemi-buyuk-buhran-dan-bu-yana-en-sert-ekonomik-kuculmeye-sebep-olacak,871746
[3] https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2020/06/09/savastan-sonraki-en-derin-ekonomik-kriz/
[4] Dünya Gıda Programı’nın tepe ismi David Beasley: “Nobel Barış Ödülü, bizim yaptığımız işi gözler önüne sererken aynı zamanda dünya liderlerine gelecek yılın daha da kötü bir hal alacağını hatırlattı. Milyarlarca dolarımız olmadan, 2021’de korkutucu boyutlarda kıtlık yaşanacak”
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/nobelli-isimden-korkutan-aciklama-1791147
‘’Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), 2021'in dünyanın birçok ülkesinde "açlık yılı" olacağı uyarısında bulundu. UNICEF Almanya tarafından çarşamba günü yapılan açıklamada, en yeni tahminlere göre, 2021 yılında Yemen, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Güney Sudan, Nijerya'nın kuzeydoğusu ve Sahel merkez bölgesinde 10,4 milyon çocuğun akut yetersiz beslenme sorunundan muzdarip olacağı belirtildi. Açıklamada, halihazırda ağır insani krizlerle boğuşan tüm bu ülkelerin aynı zamanda yükselen gıda güvencesizliği ve kıtlıktan muzdarip olduğu kaydedildi.’’
[5] İktisatçı Daron Acemoğlu’nun aktardığı bir araştırmanın sonucuna göre, Covid-19 salgını sonrasında, Amerikan firmalarının %75’i, salgın nedeniyle, daha fazla otomasyona geçeceklerini ya da geçmeye başladıklarını belirtiyorlar.
Bkz. Covid-19 Sonrası Dünya Ekonomisi - Prof. Dr. Daron Acemoğlu
https://www.youtube.com/watch?v=ge-XzymyjJE
[6] ’’İşçi sınıfının gitgide büyüyen başkaldırışı, Parlamentoyu, çalışma saatlerini zorunlu olarak kısaltmaya ve gerçek anlamda fabrikalarda normal bir işgününün uygulanmasına zorladığı ve bunun sonucu, artı-değer üretiminin işgününün uzatılmasıyla çoğaltılması yolu bütünüyle kapatıldığı andan itibaren, sermaye, olanca gücüyle, nispi artı-değer üretimini, makinelerdeki gelişmeleri hızlandırarak elde etmeye yöneldi.’’ Marx, Kapital, c. 1, Sol yay. s. 422
"Makinelerdeki her gelişmenin daimi amacı ve eğilimi, aslında, insan emeğinden büsbütün kurtulmak ya da yetişkin erkek işçinin emeğinin yerine kadın ve çocuk emeğini ya da vasıflı işçinin yerine vasıfsız işçinin emeğini koymak, emeğin fiyatını azaltmaktır." Andrew Ure’den aktr. Marx, Kapital, c. 1, Sol yay. , s. 443
[7] Engels, üretim tekniğinin gelişmesiyle; rekabete dayalı ve plansız gelişen kapitalist üretimin anarşik yapısı arasındaki bağa ilişkin şunları söylüyor: ”Çağdaş sanayide makinelerin sınırsız yetkinleşebilirliğini, her sanayi kapitalistini, iflas tehdidi altında, makinelerini durmadan yetkinleştirmekle yükümlü tutan zorunlu bir yasa haline getiren, toplumsal üretimdeki anarşinin itici gücüdür.” Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm Ve Bilimsel Sosyalizm, Sol yay. s. 87
[8] "Geliştirilen bir makinenin amacı, el emeğini azaltmak ve fabrikadaki üretim sürecindeki bir halkayı insandan bir aygıt yerine demirden bir aygıt koyarak tamamlamaktır." İngiliz uzmanların Ekim 1858 tarihli raporundan onaylayarak aktr. Marx, Kapital, c. 1, Sol yay. s. 444
[9] Aktr. Marx, age. s. 444
[10] Marx, age, s. 646
[11] Marx, age, s. 647
[12] Marx, age, s. 648
[13] Marx, age, s. 650
[14] Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO), Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm: Eğilimler 2020 (WESO) raporu, https://www.ilo.org/ankara/news/WCMS_734873/lang--tr/index.htm
[15] Bu yazıda ABD ve dünya ekonomisi ile ilgili kullandığımız verilerin büyük bir kısmı şu iki kaynaktan alınmıştır: Daron Acemoglu and Pascual Restrepo, Automation and New Tasks: How Technology Displaces and Reinstates Labor,
Journal of Economic Perspectives—Volume 33, Number 2—Spring 2019—Pages 3–30
https://pubs.aeaweb.org/doi/pdfplus/10.1257/jep.33.2.3
Covid-19 Sonrası Dünya Ekonomisi - Prof. Dr. Daron Acemoğlu
https://www.youtube.com/watch?v=ge-XzymyjJE
[16] ‘’ McKinsey Global Enstitüsü'nün (MGI) yaptığı ankete dayalı çalışma, ABD’de 2008 mali krizinden bu yana personel sayısını azaltan firmaların %44'ünün bunu otomasyon yoluyla gerçekleştirdiğini göstermektedir.’’
‘’Oxford Üniversitesinden Frey ve Osborne, mevcut işlerin bilgisayarlaşma olasılığını tahmin etmek ve düşük, orta ve yüksek risk grubundaki potansiyel işleri analiz etmek için ABD işgücü piyasasında 702 mesleği içeren detaylı bir analiz yapmışlardır. Araştırma sonuçlarına göre mevcut işlerin bilgisayarlaşma olasılığı %99’a kadar uzanabilmektedir. Bu durumda ABD’de mevcut işlerin yaklaşık yarısının (% 47) gelecek 20 yıl içinde robotlar tarafından yapılabileceğini hesaplamışlardır. Frey ve Osborne'a göre, robotlar sadece standartlaştırılmış programlar yapabilmekle kalmayıp aynı zamanda gelecekte rutinin ötesinde karmaşık görevler de üstlenebileceklerdir. Ayrıca, bir mesleğin bilgisayarlaşma olasılığı ile sahip olunan eğitim ve ücret düzeyi arasında güçlü bir negatif korelasyon olduğunu tespit etmişlerdir. Frey ve Osborne diğer yazarların bilgisayarlaşma riskinin özellikle düşük vasıflı işler için belirgin olduğunu öne süren görüşlerine katılmışlardır…
Bowles 2014 yılında Frey ve Osborne’un ABD için yaptığı çalışmayı Avrupa ülkelerine uyarlayarak benzer sonuçlar elde etmiştir. Özellikle Güney Avrupa ülkelerinde işgücünün %45-%60 kadarının potansiyel olarak yüksek ve kalıcı işsizlik oranından etkileneceğini ileri sürmüştür.’’
Ceyda Erden Özsoy, Endüstri 4.0 ve İstihdam Üzerindeki Potansiyel Etkisi, Journal of Current Researches on Business and Economics (JoCReBE) Year: 2018, Volume: 8, Issue: 2, s. 262
http://jocrebe.com/Makaleler/1734182185_8-2-16-erdenozsoy.pdf
[17] Diğer iktisatçıların çalışmaları da, Acemoğlu ve Restrepo’nun ulaştığı sonuçları desteklemektedir: ‘’Sonuç olarak Ford, lise diplomaları olmayan işçilerden mezuniyet derecesine sahip olanlara neredeyse her düzeyde işgücünü etkileyecek bir yapısal işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalınabileceğini ileri sürmektedir (Ford, 2009). Sachs ve Kotlikoff, teknolojinin her zaman değiştiğini ancak bugünkü teknolojik değişmenin vasıfsız emeği tamamlamadığını, ikame ettiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre makineler sadece bugünün vasıfsız çalışanları için değil, yarının vasıflı vasıfsız tüm çalışanları için bir tehdit unsurudur (Sachs & Kotlikoff, 2012: 4)’’ Ceyda Erden Özsoy, agy. s. 259
[18]İktisatçı Anwar Shekih’in verdiği verilere göre, ABD’de 1982 yılına kadar düşüş gösteren finans dışı sermayenin kâr oranı, sonraki 30 yılda ancak ortalama bir oranda sabit bir düzeyde tutulabilmiştir. Sheikh bunun da, büyük ölçüde neoliberal saldırılar sonucunda işçilerin reel ücretlerinde 1982 yılından sonra yaşanan gerileme ve faiz oranlarındaki düşüşle sağlandığını belirtir. Acemoğlu’nun verdiği verimlilik verilerinden hareketle söyleyebiliriz ki, 1982’den sonra kâr oranında ortaya çıkan eğilim günümüze kadar süre gelmektedir.
Bkz. Anwar Shaikh, Yüz Yılın İlk Büyük Buhranı, Bu Defaki Kriz, (2011) Yordam yay. s. 67
[19] Oxfam 2020 Eşitsizlik Raporu,
[20] Ceyda Erden Özsoy, agy, s. 262
[21] 19. yy başlarında İngiltere’de (ve kısmen Hindistan’da) makineyle üretim, tümüyle Manifaktür üretiminin yerini almaya başladığında, büyük bir işçi kitlesi işsiz kalmıştı. O dönüşüm sürecinde yaşananlar vahşi kapitalizmin ‘’nüfus dengeleme sistemi’’ hakkında bize bir bilgi vermektedir: ‘’Makine, bir sanayii yavaş yavaş ele geçirdiği zaman, kendisi ile rekabet eden işçiler arasında müzmin bir sefalet yaratır. Geçişin hızlı olduğu durumlarda, etkisi de şiddetli olur ve geniş kitlelerce duyulur. Tarih, İngiliz eldokumacılarının yavaş yavaş yok olmasından daha korkunç bir trajedi kaydetmez; birkaç on yıl boyunca süren bu yokolma, en sonu 1838'de sona ermiştir. Bunların çoğu açlıktan ölmüşler, pek çok aile günde 21/2 peni ile uzun süre bitkisel bir yaşam sürmüşlerdir. Öte yandan, İngiliz pamuklu makineleri, Hindistan'da vahim bir etki yarattı. 1834-35'te Genel Vali şöyle yazıyordu: "Buradaki sefaletin bir eşine tarihte zor rastlanır. Pamuk dokumacılarının kemikleri Hindistan ovalarını beyaza boyamıştır." Marx, Kapital, c.1, s. 443
[22] Marx ve Engels’in yapıtlarında yer alan Malthus’un görüşleri ile ilgili bölümlerde, bu görüşlere yöneltilmiş teorik ve ideolojik eleştirilere, Malthus’un kendisine yöneltilen dikkat çekici bir öfke eşlik eder. Malthus’un görüşleri okunduğunda bu öfkenin nedeni anlaşılır. Malthus kapitalizmin vahşi doğasını ve çelişkilerini gizlemeden ortaya koyuyordu ve egemen sınıflara, sosyal politikalarını bu vahşi doğaya uygun olarak oluşturulmaları gerektiğini söylüyordu. Bir insanın bu acımasızlığı savunurken takındığı soğukkanlı ve bilinçli tutum; elbette Marx ve Engels’i öfkelendiriyordu. Marx, Malthus’un yayınladığı broşürün, 1789 Fransız Devrimi’nin eşitlikçi ve özgürlükçü fikirlerinin İngiltere’de yayılmasına karşı mücadele eden İngiliz egemen sınıflarının eline tehlikeli bir silah verdiğini belirtir. O şöyle diyordu: ‘’Fransız Devrimi Birleşik Krallık'ta ateşli savunucular buldu. 18. yüzyıl boyunca yavaş yavaş işlenen ve ardından büyük toplumsal bunalım sırasında, Condorcet'nin öğretilerine karşı şaşmaz bir panzehir olarak davul zurnayla ilân edilen "nüfus ilkesi", insanlığın ilerlemesi ve gelişmesi özlemlerini toptan yok edecek bir silah olarak İngiliz oligarşisi tarafından sevinçle karşılanmıştı’’ Marx, Kapital, c. 1, Sol yay., Dipnot 81, s. 635
Aynı konuda Engels şunları söylüyordu: ‘’Bu adı kötüye çıkmış aşağılık öğretinin, insanlığa ve doğaya karşı gelen bu iğrenç küfürün ayrıntılarına daha çok girmeme gerek var mı? Bunun sonuçları üzerinde daha çok durmama gerek var mı? İşte, sonunda, iktisatçıların doruğa çıkmış ahlaksızlıklarını görüyoruz.’’ Engels, Aşırı Nüfus Efsanesi, Nüfus Sorunu ve Malthus, Sol yay. s. 66
[23] Aktr. Ronald L. Meek, Nüfus Sorunu Ve Malthus, Sol yay. s. 11
[24] Aktr. Ronald L. Meek, age. s. 12
[25] Malthustan aktr. Marx, Nüfus Sorunu Ve Malthus, Sol yay. s.75
[26] Aktr. Roland L. Meek, age, s.15
[27] Malthus görüşleri ‘’Yoksullar Yasasının onaylanmasını garantilemeye yardım etmekte, herhangi bir diğer bireyinkinden daha etkili olmuştur. Yoksullar Yasasında "reform" yapılması için nüfus ilkesi, "bilimsel" -ve aynı zamanda ahlaki- bir temel sağladı. İkinci baskının ünlü bir pasajında Malthus, yoksulların yardım istemeye hiç bir "doğal hak"larının olmadığı görüşünü öne sürdü:’’ Ronald L. Meek, age. s. 15
Malthus’un görüşlerinin burjuvazinin fikir dünyasındaki etkileri daha derin olmuştur: ‘’19. yüzyılın ilk yarısı boyunca, iktisat teori ve uygulamasını bu görüşten daha fazla etkileyen bir başka düşünce muhtemelen yoktu ve kuşkusuz, hiç biri böylesine tutkulu saldırı ve savunmalara konu olmadı.’’ Ronald L. Meek, age. s.26
[28] Friedrich Engels, 1844’de İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Nüfus Sorunu Ve Malthus, Sol yay. s. 79
[29] Roland L. Meek, age, s.16
[30] "Toprağımızda yetişen doğal ürünlerin bizim yaşamamız için yeterli olmadığı kesindir; daha önce harcanmış bir emek olmaksızın, ne giyinebiliriz, ne barınabiliriz, ne de karnımızı doyurabiliriz. Toplumun hiç değilse bir kısmının durup dinlenmeden çalışması zorunludur. ... Hiç 'alınteri dökmedikleri' halde, sanayiin ürünlerine elkoyanlar ve böylece çalışmadan yaşamalarını salt uygarlığa ve düzene borçlu olanlar vardır.’’ Sir F. M. Eden, The State of the Poor, an History of the Labouring Classes in England, Aktr. Marx, Kapital, c.1, s.633
[31] Sosyal Darwinizm İngiliz sosyolog Herbert Spencer (1820-1903) tarafından geliştirilmiştir. Spencer, evrim teorisinin (dolayısıyla; hayvanlar dünyasında geçerli olan varolma savaşı, doğal seçilim ve türlerin oluşumuyla ilgili yasaların) insanların ekonomik ve toplumsal yaşamları için de geçerli kabul edilebileceğini ileri sürer. Sosyal Darwinizmi faşist bir ideoloji olarak nitelendiremeyiz. Sosyal Darwinizm insan toplumunun işleyişini hayvanlar dünyasının yasalarına dayanarak açıklıyordu. Faşizm, bu düşünsel zeminden beslendi ve hayvanlar dünyasının yasalarını özellikle toplumun siyasal yönetimi ve uluslararası ilişkiler alanına uyguladı.
[32] Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yay. s. 25
[33] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, s. 291-292
[34] Charles Darwin, age, s. 88
[35] Friedrich Engels, Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi, aktr. Roland L. Meek, age, s. 70
[36] Friedrich Engels, age, s. 64
[37] Mafi Eğilmez, Silahlanma / Savunma Harcamaları, 6 Mayıs 2018,
http://www.mahfiegilmez.com/2018/05/silahlanma-savunma-harcamalar.html
[38] Birleşmiş Milletler tarafından 2020 yılında yayınlanan ‘’Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumu’’ raporuna göre, ‘’2019 yılında açlık çeken kişi sayısı 690 milyona ulaşmıştır. Bu da, 2018 yılıyla kıyaslandığında açlık çeken kişi sayısının 10 milyon, önceki 5 yıla oranla ise 60 milyon arttığını göstermektedir.’’
[39] Friedrich Engels, Kautsky’ye Mektup, 1881, Marx-Engels, Nüfus Sorunu Ve Malthus, Sol Yay. s. 139-140
[40] Friedrich Engels, Lavrova Mektup, 1875, Nüfus Sorunu Ve Malthus, s. 220
[41] Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol yay. s. 52-53
[42] Özellikle, yakın dönemde yapılan bilimsel araştırmalar, hayvanların da belli bir ölçüde ve farklı türlerde de olsa, zekaya sahip olduklarını, alet kullanabildiklerini, his ve algıya sahip olduklarını; acı çektiklerini, ölüleri içi yas tuttuklarını, empati kurabildiklerini, yardımlaşma ilişkileri geliştirebildiklerini ortaya koymuştur. Yine sürüler ve gruplar halinde yaşayan bazı hayvanlar arasında gelişmiş sosyal bağlar bulunduğunu da biliyoruz. Bir hayvanın diğer bir hayvanı suda boğulmaktan kurtardığını, yiyeceğini diğer hayvanlarla paylaştığını, anne hayvanların hatta bazı sürülerin yavrularını saldırılara karşı koruduklarını da görebiliyoruz. Fakat bütün bu özellikler, hayvanları insanlar gibi bir üst aşamaya sıçratacak düzeyde değildirler. Sistematik olarak bilgi üreten ve plan yapan düşünsel zeka; bilgi ve planı organize bir sosyal pratiğe dönüştüren faaliyet, hayvanların eksikliği budur.
[43] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol yay. s. 52
[44] Charles Darwin, age, s. 301
[45] Marx, Kapital, c. 1, s. 662-663
--------------------------------------------------
Yazıyı PDF formatında okumak için: SALGIN, KAPİTALİZM VE GELECEK-1- PDF